DERİ tüccarı
Abdurrahman Efendi ile Zekiye Hanım’ın, Süphiye ve Celal’den sonra 1 Eylül 1940
yılında Siirt’te dünyaya gelen mavi gözlü üçüncü çocuklarına “Bahattin” ismini
bırakırlar. Aradan yaklaşık altı ay kadar bir zaman geçer. Şubat’ın o soğuk
yüzüyle o gün karşılaşacaktır genç çift…
Sobanın
üzerindeki kazanda fokur fokur su kaynamaktadır. Zekiye Hanım, minik bebeğini sobanın
yanına yerleştirdiği leğenin içine koyar ve havanladığı suyla, bir ipeğe
dokunurcasına özenle yıkamaya başlar. Bu yıkama ânına şâhit olan bir çift göz
daha vardır; komşusu. Kadın, yıkanan çocuğun kundaklanması sırasında, “Maşallah,
ne güzel gözleri var, masmavi!” dedikten sonra evinin yolunu tutar. Ancak kısa
bir süre sonra çocuğun gözlerinden biri âdeta akar, akabinde ise kapanır.
Zorluk
ve yokluk günleri yaşayan ülkede var olan kısıtlı doktor kadroları, küçük
Bahattin’in gözüne derman bulamadığı gibi, diğer gözünü de geçirdiği ağır çiçek
hastalığı sonucu kaybeder. Hayatın başlangıcında, dünyasını aydınlatan ışıkla
bir daha buluşmamak üzere vedâlaşır.
Bu
vedâ, onun istemi dışındadır. Zaten olup bitenden de bîhaberdir. Yaşadıkları
hâdiseyi “Kaderin bir cilvesi!” diyerek sabırla karşılayan Gürses Ailesi, umut
kaynaklarına sarılır. Kısa bir süre sonra da Kadriye, Hayrettin ve Saliha isimli
kardeşler dâhil olur hâleye…
Beş
yıl sonra…
Abdurrahman
Efendi, sıcak iklimden daha soğuk bir yere göç etmek için hayat arkadaşı Zekiye
Hanım’la istişâre eder. Aldığı rızâyla Van gölü havzasında kurulu Emrah diyârına,
Erciş’e yerleşmek üzere yola çıkarlar. Çocukluğunu Erciş’te geçiren Bahattin,
bir kez olsun görmediği bu şirin ilçeye olan sevdâsından dolayı kafa kâğıdına
“Erciş” ibaresini yazdıracaktır.
Küçük
Bahattin’in okulla tanışması olmasa da Kur’ân ilmiyle tanışmasının zamanı
gelmiştir. İlçenin en meşhur kanaat önderi konumunda bulunan “Büyük Hâfız”
lakaplı Hasan Sancak’ın yanına talebe olarak verilir. Kuvvetli hâfızasıyla kısa
sürede Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzeder. Her hafta Perşembe günü, ikindiyi müteakip,
Büyük Hâfız ile hâfızlığına vesile olan merhum Sabri Sabırlı’nın kabirlerini
ziyaret ederek onlara vefâ gösterecektir.
Kendisi
gibi âmâ olan Âşık Veysel’in (Satıroğlu) hayranıdır. İcra ettiği Türk sanat
mûsikîsiyle sağlam bir bağ kurmayı başarmıştır. İlçe halkı, onun sayesinde
Hâfız Post ve Dede Efendi gibi ünlü bestekârlar ile eserlerini tanıma imkânı
elde etmiştir. Allah vergisi sesi, soyadıyla özdeşleşir. Repertuarına beş yüzü
aşkın sayısız ilâhi, kaside ve şarkı yerleşir. En büyük hayâllerinden biri de
“ud” çalmaktır. Ancak kısıtlı imkânlar, bu hayâlin gerçekleşmesine mâni
olacaktır.
Sırada,
29 yaşına ulaşan Hâfız Bahattin’in “baş göz” edilmesi vardır. İlçenin tanınmış
ailelerinden, Çavuşoğlu eşrafından Cemal kızı Belkız ile nikâhlanır. 1969 senesi
yapılan düğün merasiminde bir geleneği yerine getirmesi için dama çıkması ve aşağıdaki
davetlilerin üzerine mevsim meyvelerini atması talep edilir.
Direkten
dönen evlilik
Eline
aldığı elmayı "Ya Allah" diyerek geline doğru atmak istese de elma,
kayınpederinin kafasına denk gelir. Kayınpeder acıyla kıvranır ve o sinirle düğünün
iptal edildiğini söyler. Hatırı sayılır kişilerin araya girmesiyle ortalık
yatışır ve düğün gerçekleşir.
Direkten
dönen evlilik, bereketli bir meyve ağacına dönüşür. İlk çocukları 1971
senesinde dünyaya gelir. Adını Hacı Fâik Bey’in Rast mâkâmındaki bestesi “Nihânsın dîdeden ey mest-i nâzım/
Bana sensiz cihanda can ne lâzım” güftesinden alır “Nihan”. Ertesi yıl
bir oğlu olur ve hem şarkıyla, hem de ablasının ismiyle ses uyumu sağlasın diye
adı “Cihan” bırakılır. Dört yıllık bir aradan sonra “Nurhan” dünyaya gelir.
Hem
sıla-i rahim gereği, hem de bir düğüne katılmak üzere ailece Siirt’e gitmek
üzere yola çıkarlar. 302 Mercedes’in ikili koltuğuna yerleşen Hâfız’ın kucağındaki
üç numaralı Nurhan, dönüş yolunda olmayacaktır. Zira balkondan düşerek beş
yaşında hayata vedâ etmiştir. Düğün dernek yeri yas evine dönüşür ama o,
hamdederek Rabbine ve kalan evlâtlarına sarılır. Bu acının üzerinden iki yıl geçer
ve 1982’de son beşiklerini kucaklarına alırlar. Kur’ân’ın kalbi Fâtiha’dan
esinlenerek ismini “Fatih” bırakır…
Hayatı zorluklarla mücadele etmekle geçer ama bir kez olsun “Of!” bile demeden Kur’ân yolunda hizmet etmeye devam eder…
Kendi
taziyesine katılan isim!
Eskişehir
istikametinde seyreden otobüs yolcularının arasında Hâfız da bulunmaktadır.
Dönemin gazeteleri, kazada ölenlerin sayısını sehven 4 kişi olarak manşete
taşınır. Dördüncü kişi, sırt kemiklerinde çatlak ve ezilme meydana gelen, alçıdan
yapılan bir yelekle yaklaşık üç hafta hastanede yatmak zorunda kalan Hâfız
Bahattin Gürses’ten başkası değildir!
Gazetenin
taşra baskısına ulaşan sinemacı İbrahim Nazlı, kara haberi aile fertleriyle
paylaşır. Bu haberle yıkılan aile, cenazeyi teslim almak üzere hazırlık yapar.
Tam o esnada iyileşerek taburcu olan Hâfız, memleketine dönmek için yola çıkar,
otobüsten inerek evin yolunu tutar.
Taziye
için evin önünde toplananlar karşılarında birdenbire Hâfız’ı görünce hayrete
kapılırlar. Nasıl kapılmasınlar ki? “Öldü” denilen Hâfız Bahattin, kapıdakilere
“Selâmunaleyküm” demiştir. Korkanlar ve sevinenler arasında haberi ulaştıran
merhum İbrahim Nazlı da bulunmaktadır. “Hoca, sen ölmemiş miydin?” der. O da, “Sen
öl İbrahim, ben niye öleyim?” diyerek çehrelere tebessüm yerleştirmiştir. Aile
fertleri kısa bir şaşkınlığın ardından olayın aslını öğrenerek rahatlarlar.
Hayvanlara
karşı merhametliydi. Kedi beslemeyi ve bülbülün şakımasını severdi. Sevgisi
bununla sınırlı değildi; vatan, millet ve bayrak sevgisi de en üst seviyedeydi.
Teknolojiyi yakından takip ediyordu. Hollanda menşeli Philips markalı teyp ve
kasetler meşhur olmaya başlayınca, ona ilk sahip olanların başında geliyordu.
Kendi sesini kaydetmek için kırmızı tuşlu “record” tuşunun yerini bir kez öğrenmesi
yeterliydi…
Mevlitlerin
aranan gazelhanıydı. Okuduğu beyitler çok beğenilir ve talep görürdü. Kadife
sesiyle doldurduğu kasetler elden ele dolaşıyordu. Her ev sahibi, onun Kur’ân
ve ilâhi ziyafetini ölümsüzleştirmek için yarışıyordu. Bunlardan biri de Seher
Sultan’dı. Aralarında tatlı bir rekabet bulunan ama iyi bir dost ve arkadaş
olan Hâfız Mehmet Çelik ile ikiliyi aynı zeminde “ilk” kez buluşturmayı başarmıştı.
Bülbül sesli ikilinin belleklere kazınan resitali ise teyp kaseti vâsıtasıyla
nesilden nesle ulaşıyordu.
Üç
oda bir salondan oluşan evinin her odasına bir telefon makinesi yerleştirmişti.
Telefona istediği yerden ulaşma imkânı elde ediyordu. Kendisini arayanlarla
uzun soluklu sohbetler gerçekleştiriyordu.
118
Bahattin
Aradan
geçen zamana yenik düşen sabit telefonların yerini alan cep telefonlarından
biri de Hâfız Bahattin’in deri kemerine takılan kılıfın içindeydi. Yaşanan şebeke
sorunu için ilgili mercilere ve GSM operatörlerine müracaat edecek kadar
hakkını savunan duyarlı bir müşteriydi.
Bir
kez duyduğu sesi bir daha unutmazdı! Tıpkı ezberlediği telefon numaraları gibi…
Tam otomasyona henüz geçilmeyen yıllarda, adı “118 Bahattin”e çıktı. Çıktı,
çünkü ilçedeki yaklaşık beş bin abonenin telefon numarasını ve kime ait
olduğunu biliyordu.
“Kur’ân-ı
Kerîm benim göğsümdedir” derdi ve onunla yaşamaktan büyük keyif alırdı.
Unutmamak için sürekli tekrar yapardı. Yaklaşık üç günde bir hatim indirirdi. Çoğu
zaman süvari mâkâmında ve tecvitle okurdu. Ramazan ayına ulaştığında büyük sevinç
duyardı. Sahurunu yapar, birkaç saatlik uykudan sonra namaza kalkar, sabah altı
kuşağındaki ajansı dinledikten sonra yola koyulurdu. Gün içinde otuz, iftardan
sonra da on olmak üzere günde 40 civarında cüz okurdu -ki bu, ulaşılması zor
bir rekordur-.
Kara
Yusuf Paşa Camiî’nde tamamı merhum olan Hâfız Mehmet (Çelik), cami müezzini
Cevdet Hoca (Göral), cami imamı Mehmet (Çelebi) ve Hâfız Zekeriya (Sancak) isimli
arkadaşları ile birlikte hatim okurdu. Bu alışkanlığı ölene kadar devam
ettirdi. Mukabele sırasında onları dikkatle takip eder, yanlışları olduğunda
cemaatin fark etmemesi için özen gösterir ve öksürerek ikaz ederdi. Hoşgörülü,
nüktedan ve mütebessimdi.
“Benim
göğsümde Kur’ân var”
Her
hafta mutat yerine getirdiği esnaf ziyaretlerini yapmak üzere, sabah
kahvaltısını müteakip, henüz ortaokul üçüncü sınıf öğrencisi olan oğlu Fatih
ile birlikte çarşıya çıkar. Saat 11:30 gibi oğlunun cebine 25 kuruş koyarak eve
gitmesini ister. Küçük Fatih, babasını yalnız bırakma taraftarı değildir. Bir
süre direnir ama okula gitmesi gerektiğini söyleyerek onu ikna eder. Öğle vakti
yaklaşmıştır. “Namazı kılar, sonra eve geçerim” diye plân yapar ama bu plânı
bir kamyonet bozacaktır!
Geri
manevra yapan kamyonetin şoförü, aracın arkasından geçmekte olan küçük cüsseli
Hâfız’ı fark etmez ve tekerleri altına alır. Çevredekilerin ikazıyla
durdurulmaya çalışılsa da heyecana kapılan şoför, bu kez de ileri vitese atar.
İkinci darbeyle ağır yaralanan elli kilo ağırlığındaki Hâfız’ı aracın altından
çıkarmak isteyenler, duydukları ikazla irkilir: “Beni kaldıramazsınız! Benim
göğsümde Kur’ân var!”
El
yordamıyla hemen devlet hastanesine kaldırılır. Burada vasiyette bulunur: “Ben,
Allah katında ve devlet katında bana çarpandan şekva etmiyorum. Çocuklarım da
etmesin!”
Yapılan
kontrol sonucu “Durumu ciddî’” denilerek Van Yüzüncü Yıl Araştırma Hastanesi’ne
sevk edilir. Ambulansta bulunan kayınbiraderi, gazeteci Nihat Çavuşoğlu,
kendisine refakat etmektedir. Yüz kilometrelik yol bitmek nedir bilmez! Acılı
siren sesleriyle hastaneye giriş yapan ambulanstan alınan yaralı, ön bilgi
doğrultusunda doğruca ameliyathaneye alınır.
Kur’ân-ı
Kerîm Profesörü
Ameliyat
için gerekli kan anonsunu duyanlar, Hâfız’ı yaşatmak için hastaneye koşarlar.
Ameliyat hazırlığı yapıldığı sırada şuuru açık olan Hâfız, son kez cümle kurar:
“Ayaklarımı hissetmiyorum, benimkisi buraya kadar!”
Kayınbiraderi
moral verdikten sonra kan verenlere ikramda bulunmak üzere dışarı çıkar,
döndüğünde ise acı gerçekle yüzleşir: “Hastamızı maalesef kaybettik!”
Kaybedilen,
“hasta” değildir! Erciş’in önemli bir figürü, bir kültür hazînesi, bir Kur’ân bülbülüdür.
Cevdet Hoca’nın ifadesiyle, “Kur’ân-ı Kerîm Profesörü”…
15
Mayıs 1997 Perşembe günü hayata gözlerini kapayan Hâfız Bahattin Gürses, elli
yedi yıllık ömrüne dört evlât, binlerce Hatm-i Şerîf, sayısız talebe ve güzel
hatıra sığdırdı…
O
gün, Kara Yusuf Paşa Camiî hoparlöründen yankılanan salâyı veren, en yakın
arkadaşı Cevdet Hoca idi. Cenazesine koşan hâfızlar bu kez onun rûhu için hatim
bağışlarken, ilçe halkı ise mendillerine gözyaşı taşıyordu.
Nûr içinde yatsın ve mekânı Cennet yurdu olsun!