“Nihânsın dîdemizden” Hâfız Bahattin

15 Mayıs 1997 Perşembe günü hayata gözlerini kapayan Hâfız Bahattin Gürses, elli yedi yıllık ömrüne dört evlât, binlerce Hatm-i Şerîf, sayısız talebe ve güzel hatıra sığdırdı…

DERİ tüccarı Abdurrahman Efendi ile Zekiye Hanım’ın, Süphiye ve Celal’den sonra 1 Eylül 1940 yılında Siirt’te dünyaya gelen mavi gözlü üçüncü çocuklarına “Bahattin” ismini bırakırlar. Aradan yaklaşık altı ay kadar bir zaman geçer. Şubat’ın o soğuk yüzüyle o gün karşılaşacaktır genç çift…

Sobanın üzerindeki kazanda fokur fokur su kaynamaktadır. Zekiye Hanım, minik bebeğini sobanın yanına yerleştirdiği leğenin içine koyar ve havanladığı suyla, bir ipeğe dokunurcasına özenle yıkamaya başlar. Bu yıkama ânına şâhit olan bir çift göz daha vardır; komşusu. Kadın, yıkanan çocuğun kundaklanması sırasında, “Maşallah, ne güzel gözleri var, masmavi!” dedikten sonra evinin yolunu tutar. Ancak kısa bir süre sonra çocuğun gözlerinden biri âdeta akar, akabinde ise kapanır.

Zorluk ve yokluk günleri yaşayan ülkede var olan kısıtlı doktor kadroları, küçük Bahattin’in gözüne derman bulamadığı gibi, diğer gözünü de geçirdiği ağır çiçek hastalığı sonucu kaybeder. Hayatın başlangıcında, dünyasını aydınlatan ışıkla bir daha buluşmamak üzere vedâlaşır.

Bu vedâ, onun istemi dışındadır. Zaten olup bitenden de bîhaberdir. Yaşadıkları hâdiseyi “Kaderin bir cilvesi!” diyerek sabırla karşılayan Gürses Ailesi, umut kaynaklarına sarılır. Kısa bir süre sonra da Kadriye, Hayrettin ve Saliha isimli kardeşler dâhil olur hâleye…

Beş yıl sonra…

Abdurrahman Efendi, sıcak iklimden daha soğuk bir yere göç etmek için hayat arkadaşı Zekiye Hanım’la istişâre eder. Aldığı rızâyla Van gölü havzasında kurulu Emrah diyârına, Erciş’e yerleşmek üzere yola çıkarlar. Çocukluğunu Erciş’te geçiren Bahattin, bir kez olsun görmediği bu şirin ilçeye olan sevdâsından dolayı kafa kâğıdına “Erciş” ibaresini yazdıracaktır.

Küçük Bahattin’in okulla tanışması olmasa da Kur’ân ilmiyle tanışmasının zamanı gelmiştir. İlçenin en meşhur kanaat önderi konumunda bulunan “Büyük Hâfız” lakaplı Hasan Sancak’ın yanına talebe olarak verilir. Kuvvetli hâfızasıyla kısa sürede Kur’ân-ı Kerîm’i hıfzeder. Her hafta Perşembe günü, ikindiyi müteakip, Büyük Hâfız ile hâfızlığına vesile olan merhum Sabri Sabırlı’nın kabirlerini ziyaret ederek onlara vefâ gösterecektir.

Kendisi gibi âmâ olan Âşık Veysel’in (Satıroğlu) hayranıdır. İcra ettiği Türk sanat mûsikîsiyle sağlam bir bağ kurmayı başarmıştır. İlçe halkı, onun sayesinde Hâfız Post ve Dede Efendi gibi ünlü bestekârlar ile eserlerini tanıma imkânı elde etmiştir. Allah vergisi sesi, soyadıyla özdeşleşir. Repertuarına beş yüzü aşkın sayısız ilâhi, kaside ve şarkı yerleşir. En büyük hayâllerinden biri de “ud” çalmaktır. Ancak kısıtlı imkânlar, bu hayâlin gerçekleşmesine mâni olacaktır.

Sırada, 29 yaşına ulaşan Hâfız Bahattin’in “baş göz” edilmesi vardır. İlçenin tanınmış ailelerinden, Çavuşoğlu eşrafından Cemal kızı Belkız ile nikâhlanır. 1969 senesi yapılan düğün merasiminde bir geleneği yerine getirmesi için dama çıkması ve aşağıdaki davetlilerin üzerine mevsim meyvelerini atması talep edilir.

Direkten dönen evlilik

Eline aldığı elmayı "Ya Allah" diyerek geline doğru atmak istese de elma, kayınpederinin kafasına denk gelir. Kayınpeder acıyla kıvranır ve o sinirle düğünün iptal edildiğini söyler. Hatırı sayılır kişilerin araya girmesiyle ortalık yatışır ve düğün gerçekleşir.

Direkten dönen evlilik, bereketli bir meyve ağacına dönüşür. İlk çocukları 1971 senesinde dünyaya gelir. Adını Hacı Fâik Bey’in Rast mâkâmındaki bestesi “Nihânsın dîdeden ey mest-i nâzım/ Bana sensiz cihanda can ne lâzım” güftesinden alır “Nihan”. Ertesi yıl bir oğlu olur ve hem şarkıyla, hem de ablasının ismiyle ses uyumu sağlasın diye adı “Cihan” bırakılır. Dört yıllık bir aradan sonra “Nurhan” dünyaya gelir.

Hem sıla-i rahim gereği, hem de bir düğüne katılmak üzere ailece Siirt’e gitmek üzere yola çıkarlar. 302 Mercedes’in ikili koltuğuna yerleşen Hâfız’ın kucağındaki üç numaralı Nurhan, dönüş yolunda olmayacaktır. Zira balkondan düşerek beş yaşında hayata vedâ etmiştir. Düğün dernek yeri yas evine dönüşür ama o, hamdederek Rabbine ve kalan evlâtlarına sarılır. Bu acının üzerinden iki yıl geçer ve 1982’de son beşiklerini kucaklarına alırlar. Kur’ân’ın kalbi Fâtiha’dan esinlenerek ismini “Fatih” bırakır…

Hayatı zorluklarla mücadele etmekle geçer ama bir kez olsun “Of!” bile demeden Kur’ân yolunda hizmet etmeye devam eder…


Kendi taziyesine katılan isim!

Eskişehir istikametinde seyreden otobüs yolcularının arasında Hâfız da bulunmaktadır. Dönemin gazeteleri, kazada ölenlerin sayısını sehven 4 kişi olarak manşete taşınır. Dördüncü kişi, sırt kemiklerinde çatlak ve ezilme meydana gelen, alçıdan yapılan bir yelekle yaklaşık üç hafta hastanede yatmak zorunda kalan Hâfız Bahattin Gürses’ten başkası değildir!

Gazetenin taşra baskısına ulaşan sinemacı İbrahim Nazlı, kara haberi aile fertleriyle paylaşır. Bu haberle yıkılan aile, cenazeyi teslim almak üzere hazırlık yapar. Tam o esnada iyileşerek taburcu olan Hâfız, memleketine dönmek için yola çıkar, otobüsten inerek evin yolunu tutar.

Taziye için evin önünde toplananlar karşılarında birdenbire Hâfız’ı görünce hayrete kapılırlar. Nasıl kapılmasınlar ki? “Öldü” denilen Hâfız Bahattin, kapıdakilere “Selâmunaleyküm” demiştir. Korkanlar ve sevinenler arasında haberi ulaştıran merhum İbrahim Nazlı da bulunmaktadır. “Hoca, sen ölmemiş miydin?” der. O da, “Sen öl İbrahim, ben niye öleyim?” diyerek çehrelere tebessüm yerleştirmiştir. Aile fertleri kısa bir şaşkınlığın ardından olayın aslını öğrenerek rahatlarlar.

Hayvanlara karşı merhametliydi. Kedi beslemeyi ve bülbülün şakımasını severdi. Sevgisi bununla sınırlı değildi; vatan, millet ve bayrak sevgisi de en üst seviyedeydi. Teknolojiyi yakından takip ediyordu. Hollanda menşeli Philips markalı teyp ve kasetler meşhur olmaya başlayınca, ona ilk sahip olanların başında geliyordu. Kendi sesini kaydetmek için kırmızı tuşlu “record” tuşunun yerini bir kez öğrenmesi yeterliydi…

Mevlitlerin aranan gazelhanıydı. Okuduğu beyitler çok beğenilir ve talep görürdü. Kadife sesiyle doldurduğu kasetler elden ele dolaşıyordu. Her ev sahibi, onun Kur’ân ve ilâhi ziyafetini ölümsüzleştirmek için yarışıyordu. Bunlardan biri de Seher Sultan’dı. Aralarında tatlı bir rekabet bulunan ama iyi bir dost ve arkadaş olan Hâfız Mehmet Çelik ile ikiliyi aynı zeminde “ilk” kez buluşturmayı başarmıştı. Bülbül sesli ikilinin belleklere kazınan resitali ise teyp kaseti vâsıtasıyla nesilden nesle ulaşıyordu.

Üç oda bir salondan oluşan evinin her odasına bir telefon makinesi yerleştirmişti. Telefona istediği yerden ulaşma imkânı elde ediyordu. Kendisini arayanlarla uzun soluklu sohbetler gerçekleştiriyordu.

118 Bahattin

Aradan geçen zamana yenik düşen sabit telefonların yerini alan cep telefonlarından biri de Hâfız Bahattin’in deri kemerine takılan kılıfın içindeydi. Yaşanan şebeke sorunu için ilgili mercilere ve GSM operatörlerine müracaat edecek kadar hakkını savunan duyarlı bir müşteriydi.

Bir kez duyduğu sesi bir daha unutmazdı! Tıpkı ezberlediği telefon numaraları gibi… Tam otomasyona henüz geçilmeyen yıllarda, adı “118 Bahattin”e çıktı. Çıktı, çünkü ilçedeki yaklaşık beş bin abonenin telefon numarasını ve kime ait olduğunu biliyordu.

“Kur’ân-ı Kerîm benim göğsümdedir” derdi ve onunla yaşamaktan büyük keyif alırdı. Unutmamak için sürekli tekrar yapardı. Yaklaşık üç günde bir hatim indirirdi. Çoğu zaman süvari mâkâmında ve tecvitle okurdu. Ramazan ayına ulaştığında büyük sevinç duyardı. Sahurunu yapar, birkaç saatlik uykudan sonra namaza kalkar, sabah altı kuşağındaki ajansı dinledikten sonra yola koyulurdu. Gün içinde otuz, iftardan sonra da on olmak üzere günde 40 civarında cüz okurdu -ki bu, ulaşılması zor bir rekordur-.

Kara Yusuf Paşa Camiî’nde tamamı merhum olan Hâfız Mehmet (Çelik), cami müezzini Cevdet Hoca (Göral), cami imamı Mehmet (Çelebi) ve Hâfız Zekeriya (Sancak) isimli arkadaşları ile birlikte hatim okurdu. Bu alışkanlığı ölene kadar devam ettirdi. Mukabele sırasında onları dikkatle takip eder, yanlışları olduğunda cemaatin fark etmemesi için özen gösterir ve öksürerek ikaz ederdi. Hoşgörülü, nüktedan ve mütebessimdi.

“Benim göğsümde Kur’ân var”

Her hafta mutat yerine getirdiği esnaf ziyaretlerini yapmak üzere, sabah kahvaltısını müteakip, henüz ortaokul üçüncü sınıf öğrencisi olan oğlu Fatih ile birlikte çarşıya çıkar. Saat 11:30 gibi oğlunun cebine 25 kuruş koyarak eve gitmesini ister. Küçük Fatih, babasını yalnız bırakma taraftarı değildir. Bir süre direnir ama okula gitmesi gerektiğini söyleyerek onu ikna eder. Öğle vakti yaklaşmıştır. “Namazı kılar, sonra eve geçerim” diye plân yapar ama bu plânı bir kamyonet bozacaktır!

Geri manevra yapan kamyonetin şoförü, aracın arkasından geçmekte olan küçük cüsseli Hâfız’ı fark etmez ve tekerleri altına alır. Çevredekilerin ikazıyla durdurulmaya çalışılsa da heyecana kapılan şoför, bu kez de ileri vitese atar. İkinci darbeyle ağır yaralanan elli kilo ağırlığındaki Hâfız’ı aracın altından çıkarmak isteyenler, duydukları ikazla irkilir: “Beni kaldıramazsınız! Benim göğsümde Kur’ân var!”

El yordamıyla hemen devlet hastanesine kaldırılır. Burada vasiyette bulunur: “Ben, Allah katında ve devlet katında bana çarpandan şekva etmiyorum. Çocuklarım da etmesin!”

Yapılan kontrol sonucu “Durumu ciddî’” denilerek Van Yüzüncü Yıl Araştırma Hastanesi’ne sevk edilir. Ambulansta bulunan kayınbiraderi, gazeteci Nihat Çavuşoğlu, kendisine refakat etmektedir. Yüz kilometrelik yol bitmek nedir bilmez! Acılı siren sesleriyle hastaneye giriş yapan ambulanstan alınan yaralı, ön bilgi doğrultusunda doğruca ameliyathaneye alınır.

Kur’ân-ı Kerîm Profesörü

Ameliyat için gerekli kan anonsunu duyanlar, Hâfız’ı yaşatmak için hastaneye koşarlar. Ameliyat hazırlığı yapıldığı sırada şuuru açık olan Hâfız, son kez cümle kurar: “Ayaklarımı hissetmiyorum, benimkisi buraya kadar!”

Kayınbiraderi moral verdikten sonra kan verenlere ikramda bulunmak üzere dışarı çıkar, döndüğünde ise acı gerçekle yüzleşir: “Hastamızı maalesef kaybettik!”

Kaybedilen, “hasta” değildir! Erciş’in önemli bir figürü, bir kültür hazînesi, bir Kur’ân bülbülüdür. Cevdet Hoca’nın ifadesiyle, “Kur’ân-ı Kerîm Profesörü”…

15 Mayıs 1997 Perşembe günü hayata gözlerini kapayan Hâfız Bahattin Gürses, elli yedi yıllık ömrüne dört evlât, binlerce Hatm-i Şerîf, sayısız talebe ve güzel hatıra sığdırdı… 

O gün, Kara Yusuf Paşa Camiî hoparlöründen yankılanan salâyı veren, en yakın arkadaşı Cevdet Hoca idi. Cenazesine koşan hâfızlar bu kez onun rûhu için hatim bağışlarken, ilçe halkı ise mendillerine gözyaşı taşıyordu.

Nûr içinde yatsın ve mekânı Cennet yurdu olsun!