19’UNCU yüzyıl
Viyana’sındayız. Hava buz kırağı… Durun, durun, korkmayın! Zira Yıldız Tilbe’nin
şarkısından bahsetmeyeceğim. Yine de bilenler, içlerinden “Deli bozuuuk” diye
mırıldanmışlardır belki. Neyse, uzatmayayım…
Viyana
sokaklarındayız. Doktorluk yapan Breuer, soyadı sebebiyle saygı duyulan bir
ailenin güzel kızıyla evli, boy boy çocuk sahibi, hem mesleği, hem de zengin
bir ailenin kızı olan eşi sebebiyle maddî sıkıntı yaşamayan ve açıkçası yaşama
ihtimâli de pek olmayan orta yaşlı bir adamdır. Çeşitli tedavi yöntemleri
uygulamaktan çekinmeyen idealizmi sayesinde kendisi de gayet güzel
kazanmaktadır. Derken yolu Bertha’yla kesişir.
Bertha,
çeşitli kas ağrıları ve kasılmaları sebebiyle zaman zaman yürüyemeyecek hâle
gelen, ağlama nöbetleri geçiren ve yalnızca Breuer’in yanındayken sakinleşen,
güzeller güzeli genç bir hanımefendidir. Küçükken babasını kaybetmiştir. Bu
sebeple her geçen gün doktoruna daha fazla bağlanmaktadır. Bu masum kızı tedavi
edebilmek için farklı yöntemler deneyen Breuer, “baca temizliği” adını koyduğu
bir tedavi yöntemi geliştirir.
Tedavi
şöyledir: Bertha gözlerini kapatır ve o an aklına gelen her şeyi, bağlantısı
olsun veya olmasın, doktoruna anlatır. Âdeta bugünün terapisine benzeyen bu
yöntem ile Bertha’nın nöbetleri azalmakta ve her geçen gün biraz daha iyiye
gitmektedir. Ancak hiçbir zaman tam olarak iyileştiği söylenemez.
Genelde
hastalarına günde bir ya da iki saat ayıran Breuer, tüm gününü Bertha’yla
geçirmeye başlar. Gün geçtikçe Breuer de Bertha’ya bağlanmaktadır. Çünkü bu
güzel kıza duyduğu merhamet, zaman geçtikçe daha fazla aşka dönüşmektedir.
Belki de Breuer öyle zannetmektedir. Derken durumu fark eden eşi olaya müdahale
eder ve apar topar doktoru değişen Bertha ile Breuer’in yolları ayrılır.
Breuer
o günden sonra tamamen diğer hastalarına odaklanır ve her gün eşinden biraz
daha uzaklaşır. Bertha’nın gözleri, elleri, yüzü asla aklından çıkmaz, sürekli
Bertha’yladır. Kafasından bu düşünceleri atmaya çalışır. Atamaz. Atamadıkça
daha fazla öfkelenir eşine.
Sonra
bir gün, verdiği konferansların birinde, mucidi olduğu tedavi yöntemini
anlatmaktan geri duramaz. Onu dinleyen öğrencilerden birinin ablası olduğunu
iddia eden Salome, Breuer’in kapısını çalar. Bertha’dan sonra ilk defa bir
kadından bu kadar etkilenir Breuer. Çünkü Salome, inanılmaz çekici ve özgüvenli
bir kadındır. Ona çok sevdiği dostu Nietzche’nin çok hasta olduğunu, çeşitli
ağrı nöbetleri geçirdiğini, bu ağrı nöbetlerinin onu çok sarstığını, en iyi
doktorlara görünmesine rağmen hiçbir ilerleme kaydedemediklerini, temel
problemin Nietzche’nin kendisine olan aşkı olduğunu, Nietzsche’nin çok yakın
dostu olan Paul Ree, Salome ve Nietzsche arasındaki aşk üçgeninde tercihini
Paul Ree’den yana kullanarak onu çok üzdüğünü, bu yüzden pençesine düştüğü
ümitsizliğin onu her geçen gün biraz daha tükettiğini, ancak onun henüz
keşfedilmemiş bir filozof olması sebebiyle derhâl iyileşmesi gerektiğini, kendi
çabasıyla ortak dostlarına ulaşarak onu Breuer’e yönlendireceğini ve doktorun asla
kendisinden bahsetmemesi gerektiğini söyler.
Doktor
Breuer böyle bir tedavi sürecini kesinlikle kabul edemeyeceğini söylemekle beraber,
bu güzel kadın karşısında fazla direnemez ve bir şekilde teklifi kabul eder. Ve
işte şimdi asıl hikâye başlamaktadır!
Nietszche
ve gururu da tıpkı Salome gibi bir gün aniden doktor Breuer’in kapısını çalar. Salome’den
ve yaptıklarından habersiz, yalnızca yıllandıkça bozulan gözleri ve dayanılmaz
ağrı nöbetlerini çözmektir tek derdi. Rahatsızlıklarını anlatır. Kendisine daha
önce tavsiye edilen ve defalarca kullandığı bir dizi ilaçtan bahseder. Eski
tahlil, tedavi ve reçetelerinin hepsini ama hepsini serer doktorun önüne. Yaklaşık
on yıldır ağrıyan başı ve bozulan gözlerini anlatır.
Breuer
ise uzun uzun dinler. Doğru tedaviyi uygulayabilmek adına onlarca soru sorar
Nietzsche’ye ve bir gününü ayrıntısıyla anlatmasını rica eder. Niyeti
Nietzsche’yi daha fazla tanımak ve doğru teşhisi koymaktır. Biraz da güvenini
kazanmak...
Tüm
bu merasimin sonunda Nietzsche de Breuer’den etkilenir. Onun sorduğu sorular ve
merak ettikleri Nietszche’ye de garip gelmiştir. Ancak yine de uzun soluklu bir
tedaviyi asla kabul etmez. Çünkü o, çantası ve yazmayı plânladığı kitaplardan
ibarettir. Özel bir klinikte Breuer’in eşinin ailesi sayesinde her daim doktor
için boş bırakılan odaların birinde tedavi olmayı asla kabul etmez. Bu yüzden
doktor, Nietzsche’yi tedaviye ikna etmek için bir tuzak kurar ve asıl tedavi
olmak isteyenin kendisi olduğunu, bu şansı kendisine tanıması gerektiğini,
kendisinin derin bir ümitsizlik içerisinde olduğunu söyler.
Birkaç olay, hezeyan ve kitaptan okunması gereken ayrıntıdan sonra Nietszche tedaviyi kabul eder ve kliniğe yerleşir. İşte böyle başlar “Nietszche Ağladığında”!
Her
gün bir araya gelen ikilinin doktor ve hasta rollerini sık sık değiştirmesi ve
daha derine inebilmek için birbirlerine kurdukları kurnaz tuzaklarda
kaybolmaları üzerine yazılan bu kitabın sonunda Breuer, tabiri caizse âdeta
felâha erer. (Bu cümleyle biraz tebessümü hak ettiğimi düşünüyorum.) Nietzsche
ise felsefesinin temel taşı olan gücünü bir an için kenara atar ve tahmin
edebileceğiniz üzere ağlar...
Kitapta
“ümitsizlik” ana tema olmakla birlikte, Nietzsche’nin üç temel cümlesi
üzerinden felsefesi de sık sık irdeleniyor. Elbette onun felsefesini Irvin D.
Yalom’un bu kitabıyla sınırlamamız pek mümkün değil; ancak kitap çerçevesinde
pek çok kez anılan şu üç cümlede Nietzsche’nin de dediği gibi, “Bazı sırlar vardır, yalnız dostlara
anlatılacak”:
“Neysen, o ol!”
Nietzsche
diyor ki, “Kutsal olan hakikat değil, kişinin kendi hakikati için çıktığı
arayıştır. Kendi kendini sorgulamaktan daha kutsal bir şey olabilir mi? Kimilerine
göre benim felsefî çalışmalarım kaygan bir zemine oturtulmuş. Görüşlerimde
sürekli kaymalar oluyormuş. Ama kaya gibi sağlam bir sözüm var: ‘Neysen, o ol!’
Hakikat olmadan kişi kim ya da ne olduğunu nasıl keşfedebilir?”.
İlk
cümleye bakalım: “Kutsal olan hakikat değil, kişinin kendi hakikati için
çıktığı arayıştır.” Demek ki hakikati kutsal bulmamakla birlikte, bu arayışı
kutsal buluyor. Tam bu sırada zihnimde şu cümle yankılanıyor: “Aramakla
bulunmaz; ancak bulanlar, daima arayanlardır.”
Ve
şu satırlar da biraz tefekkürü hak eder sanıyorum: “Neysen, o ol! Hakikat
olmadan kişi kim ya da ne olduğunu nasıl keşfedebilir?” Sahi, bu, düşünmek
yerine unuttuğumuz için üç beş tane büyücü bozmasının elinde kitaplaşarak en
çok satılanlar reyonunda rastladığımız ‘Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün
gibi ol’ sözüne pek yakın değil mi? Genel olarak sahiplenmediğimiz her değerin
başka şekillerle ama aynı ruhla defalarca kapitalizme kurban edilerek
tarafımıza pazarlandığı şu zamanlarda Nietzsche’nin, hakikat arayışıyla
kıvranan Breuer’e sorduğu bu soru, sizi de etkilemiyor mu?
Bitmedi...
Çünkü Nietzsche’nin öfkesi henüz dinmedi!
“Hakikati
ancak inanmayarak ve kuşku duyarak yakalayabilirsiniz, böyle çocuksu bir
tavırla ‘Keşke öyle olsa’ diyerek değil! Hastanızın, Tanrının kucağında olma
isteği hakikat değildir. Bu çocuksu bir istektir, hepsi o kadar! Bu, ölmeme
arzusudur.” Burada da Nietzsche’nin tıpkı “Böyle Buyurdu Zerdüşt’teki” tavrını
görüyoruz. Yani insanların davranışları üzerinden çıktığı yolda hakikati
ararken, hakikati arama gayesi de gütmüyorken üstelik, başka insanların gerçeği
ile hakikati karıştırmak... Son zamanlarda çok karşılaştığımız, ancak bir
şekilde nihayete erdiremediğimiz bu topyekûn ayrışma hâli sebebiyle içine
düştüğümüz bunalıma ne kadar benziyor. Kendi kabuğumuzu kırmaya çalışırken,
başka gönüllerdeki Çalabı incitmek… Bu konu da bilâhare düşünülmeyi hak ediyor
bence.
Bu
arada “tefekkür” demişken, Breuer’i unutmayalım. Çünkü karaciğer kanseri
sebebiyle sarılık olan ve artık safrası kana karışan ümitsiz bir hastasının
üzerinden örnekleyerek Nietzsche’ye verdiği cevap şahane: “Ya bu sabahki
hastam? Onun seçenekleri nedir? Belki de seçimi Tanrı’ya güven duymaktır.”
Tam da bu noktada Breuer’e öfkelenen Nietzsche’nin bir diğer vurucu cümlesiyle karşılaşıyoruz: “Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir. Yine söylüyorum, hastalığım bir nimettir.”
“Beni öldürmeyen şey, beni
güçlendirir”
“Kitabın
geçtiği dönem itibariyle Nietzsche, Zerdüşt’e gebe olmakla birlikte henüz
yazıya dökmemiş; ancak zihninde tohumları yeşermeye başlamış” diyebiliriz.
Hatta çektiği uzun baş ağrısı nöbetlerinin kafasındaki düşünceler sebebiyle
gerçekleştiğini ve bu ağrıları yazacağı kitapların doğum sancısı olarak
yorumladığını görüyoruz.
Duyguları
bu kadar rasyonel bir biçimde dile getiren biri için fazla romantik bir yaklaşım
değil mi? Soruyor Breuer: “Asıl sözünü ettiğiniz nokta, hastalığı seçmek değil,
onu ele geçirip çıkar sağlamak. Haklı mıyım?”
“Evet,
kesinlikle hastalığın ele geçirilmesinden ya da onu yenmekten söz ediyorum. Ama
seçmeye gelince emin değilim; belki de insan gerçekten kendi hastalığını
seçiyordur. Bu, o insanın kim olduğuna bağlı. Ruh tek bir mevcudiyet olarak
işlemiyor. Zihnimizin bir bölümü diğerlerinden bağımsız hareket ediyor
olabilir. Belki ben ve bedenim, zihnimin arkasından bir dolap çeviriyordur.
Bildiğiniz gibi zihin, tuzaklarla dolu arka sokaklarda gezinmeye bayılır” diye
yanıtlıyor bu soruyu Nietzsche.
Kitaptaki
bir diğer karakter olan Freud hasebiyle irdelenen bir diğer konu da “bilinçaltı”.
Bilinçaltının insanları içgüdüleriyle hareket etmeleri noktasında yönlendirdiğine
ilişkin de pek çok pasaj var. Ama burada asıl değinmek istediğim, Nietzsche’nin,
hastalığını bir nimet olarak nitelendirmesi. Son derece hassas bir sinir
sistemi olduğunu kabul eden Nietzsche’ye göre kişinin seçtiği şey, stresin
kendisi... Hastalığı ise bu stresin seçtiğini ileri sürüyor. Açıklaması ise
şöyle: “Hiçbir iç deneyimimin benden ayrılmasını istemiyorum. Ve eğer bu iç
görülerimin sebebi gerilim ise, ne yapalım, öyle olsun! Bu bedeli ödeyebilecek
kadar zenginim.”
Analitik
bir temellendirme üzerine de olsa, onun bu meydan okuyuşu aynı zamanda bir razı
oluşu da içermiyor mu? Bu benimseyişi, şükür duygusunu anımsatmıyor mu? Evrene
teşekkür eden, güneşe selâm veren ve göğe ellerini açarak dua eden herkes aynı
benimseyiş ve razı oluş ile hareket etmiyor mu aslında? Karşılığında hep daha
iyisini umarak, ama hâlihazırda sahip olduklarına da sevgi duyarak
bencilliğimizi bir nebze hafifletmeye çalışmıyor muyuz hepimiz?
Nietzsche
her ne kadar büyük filozofların insan eylemlerini ve duygularını yanlış açıklayarak
yanlış etik değerler, dinî ve mitolojik canavarlar yaratarak hataya düştüğünü
ileri sürse de, kendisi de daha sonra Zerdüşt’ü düşleyerek “üstinsanı” yani
aslında bir bakıma kendi peygamberini tasavvur etmedi mi? Böylece kaçtığı
toplumun tam da orta yerine bence kendi ahitini dikti. Kaçtığı insanlar tarafından
okunacağı günlerin hayâlini kurması da buna delâlet etmez mi? Belki onun bu
meydan okuyuşu da onun imtihanıdır ve aynı zamanda bu razı oluşu da kurtuluşu
olmuştur, kim bilir?
“Doğru zamanda öl”
Breuer,
Nitzsche’ye kurduğu tuzağın tam ortaasına düşmüş hâldedir. Artık Nietzsche’yi
çözümlemekten ziyade, kendi kurtuluşunun peşindedir. Tam olarak içine düştüğü
ümitsizlik, bir feryat gibi dilinden dökülür: “Ama Friedrich, siz de ölüm ve
tanrısızlık korkusunu duyuyor olmalısınız. Ta baştan beri size aynı soruyu soruyorum:
Buna nasıl dayanıyorsunuz? Bu dehşetle yüzyüze gelmeyi siz nasıl
başarıyorsunuz?” Nietzsche cevap verir: “Josef, ben insanın nasıl gerçeğe
dayanacağını ya da nasıl yüz yüze geleceğini öğretmiyorum. İşte size vereceğim
ders: Doğru zamanda öl! Yaşarken yaşa! İnsan yaşamını tamamlayıp öldüğü zaman,
ölüm, taşıdığı dehşeti yitirir. İnsan doğru zamanda yaşamazsa, asla doğru
zamanda ölemez.”
Breuer,
düş kırıklığı artmış bir şekilde sorusunu tekrarlar: “Bana bunu anlatın!” Nietzsche,
“Kendinize sorun Josef, yaşamınızı tamamlayabildiniz mi?” der. Çünkü Nietzsche,
sonsuza dek geriye uzanabilen zamanın sonsuza dek ileriye doğru da uzandığını, bu
yüzden herşeyi bir anda bir daha ve bir daha yaşıyor olduğumuzu düşünüyor. Bu,
sonsuza uzanmayı arzulayan özgür ruhlar için çok da absürt değil sanırım. Zira
şu an yaşadığımız her şey için sonsuza dek sorumlu olduğumuza iman etmedik mi? Peki,
bu sırada yaşamımızı tamamlayabildik mi? Bu, biraz kendimizi ne ile eğlediğimize
bağlı bir konu sanırım. Yine de “Bir parça aidiyet duygusu için ortalığa saçtığımız
sahtekâr iyi niyetlerimizi kendimize de sunabildik mi?” diye düşünmeden
edemiyor insan. Ya da Nietzsche gibi bir çantaya bütün varlığımızı doldurup
bütün arzularımızdan kaçabildik mi?
Zenginliği,
kadını, erkeği, parayı, kariyeri, kısacası kendimizi var etmeye çalıştığımız
bütün marazları geride bırakıp kendimizi, sonunu bilmediğimiz bir arayışa
sürükleyebildik mi? Bu keşiş hayatını yaşamamız elbette mümkün değil; ancak en
azından, yalnızca zihnen bile olsa, tüm bunları geride bırakma cesareti
gösterebildik mi? Ne isek o olup, zaaflarımızı nimetten sayarak süreceğimiz bir
ömürde, ölmeden önce ölebildik mi? Buradan bakınca, Nietzsche’nin en azından
denediğini söylemek mümkün görünüyor.