“Nietszche Ağladığında”

Zenginliği, kadını, erkeği, parayı, kariyeri, kısacası kendimizi var etmeye çalıştığımız bütün marazları geride bırakıp kendimizi, sonunu bilmediğimiz bir arayışa sürükleyebildik mi? Bu keşiş hayatını yaşamamız elbette mümkün değil; ancak en azından, yalnızca zihnen bile olsa, tüm bunları geride bırakma cesareti gösterebildik mi?

19’UNCU yüzyıl Viyana’sındayız. Hava buz kırağı… Durun, durun, korkmayın! Zira Yıldız Tilbe’nin şarkısından bahsetmeyeceğim. Yine de bilenler, içlerinden “Deli bozuuuk” diye mırıldanmışlardır belki. Neyse, uzatmayayım…

Viyana sokaklarındayız. Doktorluk yapan Breuer, soyadı sebebiyle saygı duyulan bir ailenin güzel kızıyla evli, boy boy çocuk sahibi, hem mesleği, hem de zengin bir ailenin kızı olan eşi sebebiyle maddî sıkıntı yaşamayan ve açıkçası yaşama ihtimâli de pek olmayan orta yaşlı bir adamdır. Çeşitli tedavi yöntemleri uygulamaktan çekinmeyen idealizmi sayesinde kendisi de gayet güzel kazanmaktadır. Derken yolu Bertha’yla kesişir.

Bertha, çeşitli kas ağrıları ve kasılmaları sebebiyle zaman zaman yürüyemeyecek hâle gelen, ağlama nöbetleri geçiren ve yalnızca Breuer’in yanındayken sakinleşen, güzeller güzeli genç bir hanımefendidir. Küçükken babasını kaybetmiştir. Bu sebeple her geçen gün doktoruna daha fazla bağlanmaktadır. Bu masum kızı tedavi edebilmek için farklı yöntemler deneyen Breuer, “baca temizliği” adını koyduğu bir tedavi yöntemi geliştirir.

Tedavi şöyledir: Bertha gözlerini kapatır ve o an aklına gelen her şeyi, bağlantısı olsun veya olmasın, doktoruna anlatır. Âdeta bugünün terapisine benzeyen bu yöntem ile Bertha’nın nöbetleri azalmakta ve her geçen gün biraz daha iyiye gitmektedir. Ancak hiçbir zaman tam olarak iyileştiği söylenemez.

Genelde hastalarına günde bir ya da iki saat ayıran Breuer, tüm gününü Bertha’yla geçirmeye başlar. Gün geçtikçe Breuer de Bertha’ya bağlanmaktadır. Çünkü bu güzel kıza duyduğu merhamet, zaman geçtikçe daha fazla aşka dönüşmektedir. Belki de Breuer öyle zannetmektedir. Derken durumu fark eden eşi olaya müdahale eder ve apar topar doktoru değişen Bertha ile Breuer’in yolları ayrılır.

Breuer o günden sonra tamamen diğer hastalarına odaklanır ve her gün eşinden biraz daha uzaklaşır. Bertha’nın gözleri, elleri, yüzü asla aklından çıkmaz, sürekli Bertha’yladır. Kafasından bu düşünceleri atmaya çalışır. Atamaz. Atamadıkça daha fazla öfkelenir eşine. 

Sonra bir gün, verdiği konferansların birinde, mucidi olduğu tedavi yöntemini anlatmaktan geri duramaz. Onu dinleyen öğrencilerden birinin ablası olduğunu iddia eden Salome, Breuer’in kapısını çalar. Bertha’dan sonra ilk defa bir kadından bu kadar etkilenir Breuer. Çünkü Salome, inanılmaz çekici ve özgüvenli bir kadındır. Ona çok sevdiği dostu Nietzche’nin çok hasta olduğunu, çeşitli ağrı nöbetleri geçirdiğini, bu ağrı nöbetlerinin onu çok sarstığını, en iyi doktorlara görünmesine rağmen hiçbir ilerleme kaydedemediklerini, temel problemin Nietzche’nin kendisine olan aşkı olduğunu, Nietzsche’nin çok yakın dostu olan Paul Ree, Salome ve Nietzsche arasındaki aşk üçgeninde tercihini Paul Ree’den yana kullanarak onu çok üzdüğünü, bu yüzden pençesine düştüğü ümitsizliğin onu her geçen gün biraz daha tükettiğini, ancak onun henüz keşfedilmemiş bir filozof olması sebebiyle derhâl iyileşmesi gerektiğini, kendi çabasıyla ortak dostlarına ulaşarak onu Breuer’e yönlendireceğini ve doktorun asla kendisinden bahsetmemesi gerektiğini söyler. 

Doktor Breuer böyle bir tedavi sürecini kesinlikle kabul edemeyeceğini söylemekle beraber, bu güzel kadın karşısında fazla direnemez ve bir şekilde teklifi kabul eder. Ve işte şimdi asıl hikâye başlamaktadır!

Nietszche ve gururu da tıpkı Salome gibi bir gün aniden doktor Breuer’in kapısını çalar. Salome’den ve yaptıklarından habersiz, yalnızca yıllandıkça bozulan gözleri ve dayanılmaz ağrı nöbetlerini çözmektir tek derdi. Rahatsızlıklarını anlatır. Kendisine daha önce tavsiye edilen ve defalarca kullandığı bir dizi ilaçtan bahseder. Eski tahlil, tedavi ve reçetelerinin hepsini ama hepsini serer doktorun önüne. Yaklaşık on yıldır ağrıyan başı ve bozulan gözlerini anlatır.

Breuer ise uzun uzun dinler. Doğru tedaviyi uygulayabilmek adına onlarca soru sorar Nietzsche’ye ve bir gününü ayrıntısıyla anlatmasını rica eder. Niyeti Nietzsche’yi daha fazla tanımak ve doğru teşhisi koymaktır. Biraz da güvenini kazanmak...

Tüm bu merasimin sonunda Nietzsche de Breuer’den etkilenir. Onun sorduğu sorular ve merak ettikleri Nietszche’ye de garip gelmiştir. Ancak yine de uzun soluklu bir tedaviyi asla kabul etmez. Çünkü o, çantası ve yazmayı plânladığı kitaplardan ibarettir. Özel bir klinikte Breuer’in eşinin ailesi sayesinde her daim doktor için boş bırakılan odaların birinde tedavi olmayı asla kabul etmez. Bu yüzden doktor, Nietzsche’yi tedaviye ikna etmek için bir tuzak kurar ve asıl tedavi olmak isteyenin kendisi olduğunu, bu şansı kendisine tanıması gerektiğini, kendisinin derin bir ümitsizlik içerisinde olduğunu söyler.

Birkaç olay, hezeyan ve kitaptan okunması gereken ayrıntıdan sonra Nietszche tedaviyi kabul eder ve kliniğe yerleşir. İşte böyle başlar “Nietszche Ağladığında”!


Her gün bir araya gelen ikilinin doktor ve hasta rollerini sık sık değiştirmesi ve daha derine inebilmek için birbirlerine kurdukları kurnaz tuzaklarda kaybolmaları üzerine yazılan bu kitabın sonunda Breuer, tabiri caizse âdeta felâha erer. (Bu cümleyle biraz tebessümü hak ettiğimi düşünüyorum.) Nietzsche ise felsefesinin temel taşı olan gücünü bir an için kenara atar ve tahmin edebileceğiniz üzere ağlar...

Kitapta “ümitsizlik” ana tema olmakla birlikte, Nietzsche’nin üç temel cümlesi üzerinden felsefesi de sık sık irdeleniyor. Elbette onun felsefesini Irvin D. Yalom’un bu kitabıyla sınırlamamız pek mümkün değil; ancak kitap çerçevesinde pek çok kez anılan şu üç cümlede Nietzsche’nin de dediği gibi, “Bazı sırlar vardır, yalnız dostlara anlatılacak”:

“Neysen, o ol!”

Nietzsche diyor ki, “Kutsal olan hakikat değil, kişinin kendi hakikati için çıktığı arayıştır. Kendi kendini sorgulamaktan daha kutsal bir şey olabilir mi? Kimilerine göre benim felsefî çalışmalarım kaygan bir zemine oturtulmuş. Görüşlerimde sürekli kaymalar oluyormuş. Ama kaya gibi sağlam bir sözüm var: ‘Neysen, o ol!’ Hakikat olmadan kişi kim ya da ne olduğunu nasıl keşfedebilir?”.

İlk cümleye bakalım: “Kutsal olan hakikat değil, kişinin kendi hakikati için çıktığı arayıştır.” Demek ki hakikati kutsal bulmamakla birlikte, bu arayışı kutsal buluyor. Tam bu sırada zihnimde şu cümle yankılanıyor: “Aramakla bulunmaz; ancak bulanlar, daima arayanlardır.”

Ve şu satırlar da biraz tefekkürü hak eder sanıyorum: “Neysen, o ol! Hakikat olmadan kişi kim ya da ne olduğunu nasıl keşfedebilir?” Sahi, bu, düşünmek yerine unuttuğumuz için üç beş tane büyücü bozmasının elinde kitaplaşarak en çok satılanlar reyonunda rastladığımız ‘Ya olduğun gibi görün ya da göründüğün gibi ol’ sözüne pek yakın değil mi? Genel olarak sahiplenmediğimiz her değerin başka şekillerle ama aynı ruhla defalarca kapitalizme kurban edilerek tarafımıza pazarlandığı şu zamanlarda Nietzsche’nin, hakikat arayışıyla kıvranan Breuer’e sorduğu bu soru, sizi de etkilemiyor mu?

Bitmedi... Çünkü Nietzsche’nin öfkesi henüz dinmedi!

“Hakikati ancak inanmayarak ve kuşku duyarak yakalayabilirsiniz, böyle çocuksu bir tavırla ‘Keşke öyle olsa’ diyerek değil! Hastanızın, Tanrının kucağında olma isteği hakikat değildir. Bu çocuksu bir istektir, hepsi o kadar! Bu, ölmeme arzusudur.” Burada da Nietzsche’nin tıpkı “Böyle Buyurdu Zerdüşt’teki” tavrını görüyoruz. Yani insanların davranışları üzerinden çıktığı yolda hakikati ararken, hakikati arama gayesi de gütmüyorken üstelik, başka insanların gerçeği ile hakikati karıştırmak... Son zamanlarda çok karşılaştığımız, ancak bir şekilde nihayete erdiremediğimiz bu topyekûn ayrışma hâli sebebiyle içine düştüğümüz bunalıma ne kadar benziyor. Kendi kabuğumuzu kırmaya çalışırken, başka gönüllerdeki Çalabı incitmek… Bu konu da bilâhare düşünülmeyi hak ediyor bence.

Bu arada “tefekkür” demişken, Breuer’i unutmayalım. Çünkü karaciğer kanseri sebebiyle sarılık olan ve artık safrası kana karışan ümitsiz bir hastasının üzerinden örnekleyerek Nietzsche’ye verdiği cevap şahane: “Ya bu sabahki hastam? Onun seçenekleri nedir? Belki de seçimi Tanrı’ya güven duymaktır.”

Tam da bu noktada Breuer’e öfkelenen Nietzsche’nin bir diğer vurucu cümlesiyle karşılaşıyoruz: “Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir. Yine söylüyorum, hastalığım bir nimettir.”


“Beni öldürmeyen şey, beni güçlendirir”

“Kitabın geçtiği dönem itibariyle Nietzsche, Zerdüşt’e gebe olmakla birlikte henüz yazıya dökmemiş; ancak zihninde tohumları yeşermeye başlamış” diyebiliriz. Hatta çektiği uzun baş ağrısı nöbetlerinin kafasındaki düşünceler sebebiyle gerçekleştiğini ve bu ağrıları yazacağı kitapların doğum sancısı olarak yorumladığını görüyoruz.

Duyguları bu kadar rasyonel bir biçimde dile getiren biri için fazla romantik bir yaklaşım değil mi? Soruyor Breuer: “Asıl sözünü ettiğiniz nokta, hastalığı seçmek değil, onu ele geçirip çıkar sağlamak. Haklı mıyım?”

“Evet, kesinlikle hastalığın ele geçirilmesinden ya da onu yenmekten söz ediyorum. Ama seçmeye gelince emin değilim; belki de insan gerçekten kendi hastalığını seçiyordur. Bu, o insanın kim olduğuna bağlı. Ruh tek bir mevcudiyet olarak işlemiyor. Zihnimizin bir bölümü diğerlerinden bağımsız hareket ediyor olabilir. Belki ben ve bedenim, zihnimin arkasından bir dolap çeviriyordur. Bildiğiniz gibi zihin, tuzaklarla dolu arka sokaklarda gezinmeye bayılır” diye yanıtlıyor bu soruyu Nietzsche.

Kitaptaki bir diğer karakter olan Freud hasebiyle irdelenen bir diğer konu da “bilinçaltı”. Bilinçaltının insanları içgüdüleriyle hareket etmeleri noktasında yönlendirdiğine ilişkin de pek çok pasaj var. Ama burada asıl değinmek istediğim, Nietzsche’nin, hastalığını bir nimet olarak nitelendirmesi. Son derece hassas bir sinir sistemi olduğunu kabul eden Nietzsche’ye göre kişinin seçtiği şey, stresin kendisi... Hastalığı ise bu stresin seçtiğini ileri sürüyor. Açıklaması ise şöyle: “Hiçbir iç deneyimimin benden ayrılmasını istemiyorum. Ve eğer bu iç görülerimin sebebi gerilim ise, ne yapalım, öyle olsun! Bu bedeli ödeyebilecek kadar zenginim.”

Analitik bir temellendirme üzerine de olsa, onun bu meydan okuyuşu aynı zamanda bir razı oluşu da içermiyor mu? Bu benimseyişi, şükür duygusunu anımsatmıyor mu? Evrene teşekkür eden, güneşe selâm veren ve göğe ellerini açarak dua eden herkes aynı benimseyiş ve razı oluş ile hareket etmiyor mu aslında? Karşılığında hep daha iyisini umarak, ama hâlihazırda sahip olduklarına da sevgi duyarak bencilliğimizi bir nebze hafifletmeye çalışmıyor muyuz hepimiz?

Nietzsche her ne kadar büyük filozofların insan eylemlerini ve duygularını yanlış açıklayarak yanlış etik değerler, dinî ve mitolojik canavarlar yaratarak hataya düştüğünü ileri sürse de, kendisi de daha sonra Zerdüşt’ü düşleyerek “üstinsanı” yani aslında bir bakıma kendi peygamberini tasavvur etmedi mi? Böylece kaçtığı toplumun tam da orta yerine bence kendi ahitini dikti. Kaçtığı insanlar tarafından okunacağı günlerin hayâlini kurması da buna delâlet etmez mi? Belki onun bu meydan okuyuşu da onun imtihanıdır ve aynı zamanda bu razı oluşu da kurtuluşu olmuştur, kim bilir?

“Doğru zamanda öl”

Breuer, Nitzsche’ye kurduğu tuzağın tam ortaasına düşmüş hâldedir. Artık Nietzsche’yi çözümlemekten ziyade, kendi kurtuluşunun peşindedir. Tam olarak içine düştüğü ümitsizlik, bir feryat gibi dilinden dökülür: “Ama Friedrich, siz de ölüm ve tanrısızlık korkusunu duyuyor olmalısınız. Ta baştan beri size aynı soruyu soruyorum: Buna nasıl dayanıyorsunuz? Bu dehşetle yüzyüze gelmeyi siz nasıl başarıyorsunuz?” Nietzsche cevap verir: “Josef, ben insanın nasıl gerçeğe dayanacağını ya da nasıl yüz yüze geleceğini öğretmiyorum. İşte size vereceğim ders: Doğru zamanda öl! Yaşarken yaşa! İnsan yaşamını tamamlayıp öldüğü zaman, ölüm, taşıdığı dehşeti yitirir. İnsan doğru zamanda yaşamazsa, asla doğru zamanda ölemez.”

Breuer, düş kırıklığı artmış bir şekilde sorusunu tekrarlar: “Bana bunu anlatın!” Nietzsche, “Kendinize sorun Josef, yaşamınızı tamamlayabildiniz mi?” der. Çünkü Nietzsche, sonsuza dek geriye uzanabilen zamanın sonsuza dek ileriye doğru da uzandığını, bu yüzden herşeyi bir anda bir daha ve bir daha yaşıyor olduğumuzu düşünüyor. Bu, sonsuza uzanmayı arzulayan özgür ruhlar için çok da absürt değil sanırım. Zira şu an yaşadığımız her şey için sonsuza dek sorumlu olduğumuza iman etmedik mi? Peki, bu sırada yaşamımızı tamamlayabildik mi? Bu, biraz kendimizi ne ile eğlediğimize bağlı bir konu sanırım. Yine de “Bir parça aidiyet duygusu için ortalığa saçtığımız sahtekâr iyi niyetlerimizi kendimize de sunabildik mi?” diye düşünmeden edemiyor insan. Ya da Nietzsche gibi bir çantaya bütün varlığımızı doldurup bütün arzularımızdan kaçabildik mi?

Zenginliği, kadını, erkeği, parayı, kariyeri, kısacası kendimizi var etmeye çalıştığımız bütün marazları geride bırakıp kendimizi, sonunu bilmediğimiz bir arayışa sürükleyebildik mi? Bu keşiş hayatını yaşamamız elbette mümkün değil; ancak en azından, yalnızca zihnen bile olsa, tüm bunları geride bırakma cesareti gösterebildik mi? Ne isek o olup, zaaflarımızı nimetten sayarak süreceğimiz bir ömürde, ölmeden önce ölebildik mi? Buradan bakınca, Nietzsche’nin en azından denediğini söylemek mümkün görünüyor.