Nice güneşler var!

Asya’nın ve Afrika’nın kanını yıllarca emen mezkûr vampir ülkeler, şartların yeterince olgunlaşması durumunda kan emici dişlerini birbirlerine de karşı çıkarabileceklerini gösterdiler bu salgın günlerinde. Hayatın -hele de böyle zamanlarda-, Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” romanı kadar romantik olmadığını yaşadı ve gördü modern zamanın insancıkları.

“Ümitsizliğin ardından nice ümitler var,

Karanlığın ardından nice güneşler var!

(Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî)

***

PEK Muhterem Kari,

Bacağımda kısa pantolon, ayağımda naylon pabuçlarla dilim damağıma yapışmışken bile bir topun arkasından akşam ezanına kadar kan ter içerisinde koşturmaya inatla devam ettiğim uzun yaz günlerinde, benimle benzer durumda olan akranlarımla yoldan geçen ve bu hâlimize hayretler içerisinde bakan mahallemizin orta yaşlı amcalarına sektirmeden hep bir ağızdan aynı suali sorardık, bıkmadan usanmadan ve de hep son bir saatin içine girdiğimiz cevabını almak ümidiyle: “Amca, iftara ne kadar kaldı?”

Akşama kadar geçmekte ayak direyen zaman, akşamla teravih arasında su gibi akıverirdi. Sair zamanlarda akşam ezanından sonra evde olma kuralının esneyip, günü oruçlu geçiren biz çocuklar için amorti ikramiyesi olarak iftar ile teravih arasının da oyun fırsatına dönüştüğü şehr-i Ramazan gelince, büyüklerimizle teravihe niyet edip girdiğimiz camiden, henüz yatsının farzından hemen sonra, namazda birbirimizi dürttüğümüz, iteklediğimiz, kikirdediğimiz, gülüştüğümüz için huşû içerisinde namazını edâ etmekte olan cemaat tarafından tart edilir -ki canımıza minnet-, tart edilmeyen uslu ama “şanssız” çocuklar da ilk fırsatta kirişi kırar ve kendisini dışarı atar, bu vesîleyle teravih namazı süresi de oyun zamanına eklenirdi.

Gelin görün ki, zamanın izafîliği burada da azizliğini yapar; babasının dizinin dibinde saf tutmuş olduğu için kaçamayan, intikal tekbirinde mutlaka şaşırarak rükûa gitmiş ama yine de otuz üç rekâtlık teravih namazını sonuna kadar tamamlamış “daha uslu” ve “daha şanssız” çocuklar için -her ne kadar namaz sonunda cemaatin sitayişlerini toplamış, “Maşallah” fısıltıları ile saçı ve yanakları okşanmış, aferinler almış olsalar da- geçmek bilmeyen zaman, çoktan kendisini dışarı atmış ve bağırış çağırışlarla kurtlarını dökmüş, namaz sonunda da sanki namazını kılmış da kapıda ebeveynini bekliyormuş numarası yapan haylaz ama “şanslı” çocuklar için ise beş dakika gibi geçiverirdi. Kendimden biliyorum…

Bu zamanda yaşayanlardansanız, hayırlı Ramazanlar dilerim Sayın Kari!

***

Kemerler bağlıysa bu ayki seyahatimiz için Sefîne-i Tayy-i Zamanı çalıştıralım dostlar. Hedefimiz, Fransa’nın doğusundaki Arbois şehri. Zaman nişangâhımızı da 17 Mayıs 1886’ya kuralım, hazır mısınız? Deveran başlasın…

Cuisance nehrinin hemen kıyısında, Rue de Courcelles ile Rue de Pré Vercel’in birleştiği köşede üç katlı taş bir binanın önündeyiz. Binanın duvarları yer yer sarmaşıklarla kaplanmış durumda. “83” yazan ahşap kapıyı itip açıyoruz ve sessizce içeri süzülüyoruz. İçeri girer girmez bizi kesif bir ispirto ve parasetamol kokusu karşılıyor. Ayaklarımızın ucuna basarak bu kesif kokuyu takip ediyoruz; koku bizi üst kata davet ediyor.

Üst kattaki dar ve loş koridorun sonundaki yarım açık kapıdan zayıf ve titrek bir ışık huzmesi süzülmekte. Kapıya kadar yine temkinli bir şekilde yaklaşıp içeri şöyle bir göz atıyorum. Burası mütevazı bir kimya laboratuvarı. İçeride, dağınık beyaz saçlarından altmışlı yaşlarda olduğunu tahmin edebildiğim bir kimyager, masasına eğilmiş ve yoğun bir dikkatle çalışmakta. Hemen yanı başındaki ispirto ocağının üzerinde bulunan beherin içerisinde fokurdamakta olan karışımdan odanın tavanına doğru buharlar yükselmekte.

Diğer masaların üzerinde ve duvardaki raflarda farklı ebatlarda beherler, balon jojeler, erlenler, deney tüpleri, bagetler, mezürler, damlalıklar, pipetler, şişeler, huniler, balonlar, büretler, desikatörler, petri kapları, kristalizasyon kutuları, havanlar, damıtma şişeleri, vialler dağınık şekilde durmaktalar.

Kimyager, üzerinde çalışmakta olduğu kâğıttan arada bir kafasını kaldırarak kaynamakta olan terkibin içerisine yeni kimyevî maddeler ekliyor ve beheri karıştırıyor. Birazdan gelecekler. Misafirlerimizi beklerken, kimyageri izlemeye devam ediyorum…

Böyle ne kadar bekledim bilmiyorum ama işte kapı çalınıyor, hemen koridorun köşesine doğru siniyorum. Kimyager, bölünmüş olan çalışması yüzünden öfkeli adımlarla alt kata inerken bir taraftan da söyleniyor: “Oh, ces vilains enfants!” (Ah şu haylaz çocuklar!)

Basamakların sonuna geldiğinde kapı yeniden çalıyor, kimyager sesleniyor: “Je viens!” (Geliyorum!)

Kapıyı açtığında -yine- kaçışan çocuklar göreceğini düşünen kimyager, tanımadığı kişileri görünce şaşırıyor ve öfkesi bir anda nezakete dönüşüyor: “Bienvenue, messieurs!” (Hoş geldiniz baylar!)

Grubun önündeki adam emin olmak için soruyor: “Monsieur Louis Pasteur?” (Bay Pasteur?)

Kimyager başı ile evetleyip misafirlerini içeri davet ediyor, giriş kattaki salona geçiyorlar.

Sessizce basamakların ortasına kadar inip kısmen salonu görmeye ve konuşmaları daha net duymaya muvaffak olabiliyorum. Heyettekiler kendilerini tanıtıyorlar: Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye-i Şahâne Seririyat-ı Dâhiliye muallimi ve Cemiyet-i Tıbbiye-i Mülkiye kâtibi Mirliva Aleksander Zoreos Paşa… İlm-i Hayvanat muallimi Tabib Hüseyin Remzi Bey… Ve Teksir-i Hayvanat ve Ameliyat-ı Cerrahiyye-i Hayvaniye muallimi ve İstanbul Sıhhiye müfettişlerinden Kaimmakam Baytar Hüseyin Hüsnü Bey…

Üç kişilik heyet, Pasteur’a Cennet mekân Sultan İkinci Abdülhamid Han’ın selâmı ile birlikte, askeriyede ve ilmiyede mümtaz kişilere verilen birinci rütbeden Mecidiye Nişanı ile 10 bin Fransız frangını takdim ediyorlar. O dönemde bu para ile İstanbul’da yirmi ev satın alınabileceğini belirtmiş olayım.

Pasteur, gözlerine ve duyduklarına inanmakta zorlanıyor ve sırtı bana dönük olan berjer koltuğa çöküveriyor. Elleri ile yüzünü kapatıyor, belki de ağlıyor ve bu durumu gizlemeye çalışıyor. Zira Pasteur, bir sene önce kuduz aşısını bulmuş, “Jupille” nam bir çocuğu bu hastalıktan kurtarmış, çalışmalarına destek vermesi için kendi ülkesinin hükûmeti dâhil olmak üzere birçok Evropa devletine müracaat etmiş lâkin hiçbirinden müspet bir cevap alamamıştır. Bu destek, hiç de ummadığı bir devletten, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye’den gelmiştir.

Heyet, Pasteur’ü Dersaâdet’e davet etse de Pasteur, yaşlı olduğu için bu davete icabet edemeyeceğini söylüyor. Lâkin gelen heyete her türlü eğitim desteğini vermekten şeref duyacağını beyan ediyor.

Bu para ile Pasteur, bu mütevazı laboratuvarını Paris’e taşıyarak bir enstitü hâline getirecektir. Uzun yıllar boyunca da kuduz aşısı, Abdülhamid Han’ın bu alicenaplığının bir karşılığı olarak “Abdülhamid serumu” olarak isimlendirilecektir. Yedi aylık eğitimden sonra, 1887’nin Ocak ayında Zoeros Paşa da Payitaht’ta dünyanın üçüncü kuduz tedavi merkezi olan Darü’l-Kelp Tedavihanesi’ni kuracaktır.

Göreceğimizi gördük, duyacağımızı duyduk; vakit, dönme vaktidir!

***

135 yıl sonra, bugün…

Avrupa ülkeleri sadece Covid-19’la değil, birbirleri ile de imtihan hâlindeler. Medeniyetin beşiği (!) Avrupa, bir taraftan bakım evlerindeki yaşlıları ölüme terk etmiş ve çöken sağlık sistemleri ile birlikte çâresizlik içerisinde kıvranırken, diğer taraftan tıbbî malzeme eksikliği nedeniyle birbirlerinin maskelerine, ilâçlarına, solunum cihazlarına el koyuyorlar. Gücü yeten yetene…

Modern çağlarda yaşanmakta olan bu korsanlık girişimleri ve “tek dişi kalmış canavarın” benmerkezci haydutlukları, Avrupa Birliği’nin sırça köşklerini içten içe çatlatmış durumda. Bu sırça köşkün tuzla buz olması için bir küçük fiske kaldı. Zira İtalya ve İspanya gibi ülkeler, topraklarındaki 12 yıldızlı AB bayraklarını çoktan gönderlerden indirmiş durumdalar.

Asya’nın ve Afrika’nın kanını yıllarca emen mezkûr vampir ülkeler, şartların yeterince olgunlaşması durumunda kan emici dişlerini birbirlerine de karşı çıkarabileceklerini gösterdiler bu salgın günlerinde. Hayatın -hele de böyle zamanlarda-, Gabriel Garcia Marquez’in “Kolera Günlerinde Aşk” romanı kadar romantik olmadığını yaşadı ve gördü modern zamanın insancıkları.

Avrupa ülkeleri işbu hâlde iken, Birleşik Krallık’tan İtalya’ya, İspanya’dan Sırbistan’a, Kosova’dan Makedonya’ya kadar birçok ülkeye Türkiye’den tıbbî yardımlar gönderildi ve gönderilmeye de devam ediliyor. 135 yıl önce tıbbî çalışmaları için Pasteur’a yardım elini uzatan bu asil medeniyet, bugün de Pasteur’un torunlarına sandıklar dolusu tıbbî yardımlar göndermekte.

Türkiye’nin bu ülkelere gönderdiği sadece maske ya da ilâç değildi elbette. O kolilerin üzerinde (çokça ve gereksizce tartışılan Cumhurbaşkanlığı Forsu ile birlikte) bir de mesaj vardı kadim Anadolu topraklarından: “Ümitsizliğin ardında nice ümitler var. Karanlığın ardından nice güneşler var…”

Kıyamet gününe dek o güneş her sabah Doğu’dan doğmaya devam edecek ve sefînemi mîras bırakacağım torunlarım, bir gün mâziye dönüp -belki de- bir yerlerde bugünleri anlatacak Allah’ın izniyle!

Kalınız sağlıcakla efendim…