Nice bin yıllık yol

İsra bir sûre oldu. İsra bir onur ve teselli oldu. İsra bir hasret giderme oldu. Bir göz açıp kapamalık an içine 50 bin yıllık mesafe sığdı. Cemal-i Kibriya’nın nuru doldu. Döndüğünde hep o tatla ve o an içinde yaşadığı hakikatle nefes aldı Rasûllullah. Ebu Bekir, ikinin ikincisi olmadan önce Sıddık oldu.

GÖKLERDEN karar geldi. Hatim’de yaralı kalbiyle toprağın kucağında uyuyan bir Rahmet Peygamberine indi Cebrail. Semi’ ve Basîr ve her türlü noksanlıktan münezzeh bir Sevgili, Habîbine açtı en mahrem kapıları. “Ne olur ben olayım onu taşıyan!” diye gözyaşı döken Burak’ın duasının kabul anıydı o an.

Mescid- i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya bir kutlu yolculuk için hazırdı bütün âlemler. Çağrıldığı yer mekânsızlık ve zaman zamansızlıktı. Göğsü yarıldı, kalbi zemzemle ve nurla yıkandı; gözlerinin göreceği ayetler için hazırdı Peygamber.

Dağların çekemediği yükü insan nasıl yüklendi ve Hatice’siz, Ebu Talib’siz geçen ilk yılın ardından Taif’in taşlarının kanattığı gönül, bir gölgelikte rahmetin sırrına erdi. Kudüs’te enbiyaya imam olup namaz kıldırdı. Âdem (as) ile başlayan ışıklı caddenin Son Nuru olduğundan, insanlığın kemâl noktasında kıyama durdu, rükûa eğildi, secdeye vardı. Süt ve şarap ikram edilince sütü seçti. Hayat ve memat, sevap ve günah gibi iki şeyin en doğrusunu seçti.

“Biz seni öksüz, yetim bulup barındırmadık mı?” diyen Allah ne büyük! Yedi kat göklerin ilkinde Âdem, sonra İsa, Yahya, Yûsuf,  İdris, Harun, Musa ve İbrahim’le buluşmak, Cennet ve Cehennem’i yakîn bir ilimle irfana çevirmek ne büyük teselli, ne müthiş tecrübe! Mülk ve melekût âlemlerinin seyri ve kaderleri yazan kalemlerin sesleri ne büyük izzet, ne büyük ikram!

Sidre’de dört nehir gösterildi; biri Fırat, biri Nil’di. Süt ikram edildi ve Cennet-i Me’va’yı seyretti. Cebrail gibi bir yol arkadaşı ve Sidre-i Münteha’dan sonra “Kabe kavseyn-i ev edna” zevkinin sözleri ve gözleri arkada bırakan o eşsiz güzelliği... Cebrail’in kanadını yok edecek o nurun içinde bir insan kalbi nasıl dayandı, bilmiyorum. Zamanı ve mekânı yokluğun içinde eritip Habîbini karşılayan Allah, kelimeleri aşkı yazmak için yaratmış anladım. O halveti, o muazzam mahremiyeti, yayın iki ucu kadarlık mesafeyi ve daha yakını anlamak ve anlatmak için her şey çaresiz, her ağız dilsiz, her baş akılsız...

Öyle davete canlar feda olsun! Göklerin kapıları bir bir açılıp melekût âlemlerini aşmak kime nasip olur? Öyle bir Peygambere ümmet olmak bir şeref, bir yücelik ve bir mâkâm olarak yetmez mi? “Et-tahiyyat-ü lillahi ve’s-salâvat-ü ve’t-tayyibat”, hayat bağışlanıp da o canı kulluğa adayanların ibadetlerini hangi huzurda yaptıklarını ifade eden ilk selâm, ilk tazim... Sidre-i Münteha’nın ötesinde Ahmed Mahmud Muhammed Mustafa’nın halvetteki ilk sözleri…

Hâkimler Hâkimi, Güzeller Güzeli, Merhametlilerin En Merhametlisinin cevabı: “Es-selâm-ü aleyke ey-yühe’n-Nebîyy-ü ve rahmetullahu ve berakatuh.” (Selâm Sana Ey Nebî! Allah’ın rahmeti ve bereketi Senin üzerine olsun.)

Olsun tabiî! Yıldızlar toplansın, başına taç olsun. Melekler hayran olsun, “Niye insan olmadık?” diye imrensinler. Bu sözlerle Habîbini karşılayan, tekrar söylüyorum, Allah!

Dünya aşağıların aşağısında bir yerde olduğu için “Dünya” adını almış. Bütün gönüllerin özlediği hicranla yanıp tutuştuğu o kavuşmanın ardından Allah söylemiş bu sözleri. Ama ümmeti için kalbi titreyen ve onlara pek düşkün olan Peygamber, o iltifatı ümmeti adına kabul etmiş ve “Es-selâm-ü aleyna ve alâ ibadillahi’s-salihîn” diyerek “Selâm bize ve iyi kulların üzerine olsun” duasıyla kalbini olabildiğince bize açmış. Biz olabilmek ne güzel! Benliğini ve kendini çözüp anladıktan sonra bir olup birlik olmak ne güzel!

Bütün melekler duymuşlar konuşulanları ve aşkın tadını hissetmişler. Akıl ve nur olmak ile hayran olmak arasında bir alkış tufanı kopmuş göklerde. Şahitliklerini dile getirmişler: “Eşhedü en lâ ilâhe illâ-Allah ve eşhedü enne Muhammeden abduhu ve rasuluh.”

Her kim “Ben de teslim oldum bu aşka ve ben de Müslümanım” derse, bu söz onun mührüdür; o, meleklerin şahadet hatırasıdır.  

Peygamberimizin “Gözümün nuru” dediği namaz, dört kitap ve dört mushafın göz bebeği namaz, işte o buluşma hatırasıdır bize. “Namaz müminin miracı ve dinin direğidir.” Namaz kulluk tacı, kulun alınyazısıdır; kula en yakışandır. Kulun ilâcı, gıdası, uykusu, uyanışı nefesidir. Namaz hayattır, diriliştir, şükürdür, duadır, inanıştır, kurtuluştur.

İman eden herkesin Cennet yüzü göreceği müjdesi de yine Miraç’ın hediyesi ve hatırasıdır. “Amene’r-rasulu” diyerek devam eden o ayetler ve “Kimseye gücünün üstünde yük yüklenmez” ayeti unutulmazlarım arasındadır. Kâfirler topluluğuna karşı Allah’ın yardımını istemek, en ferahlatıcı dualardandır.

Tadı, Muhammed’in (aleyhisselâm) ruhunda bâki kalarak hoş bir lezzet bıraktı. İsra bir sûre oldu. İsra bir onur ve teselli oldu. İsra bir hasret giderme oldu. Bir göz açıp kapamalık an içine 50 bin yıllık mesafe sığdı. Cemal-i Kibriya’nın nuru doldu. Döndüğünde hep o tatla ve o an içinde yaşadığı hakikatle nefes aldı Rasûllullah. Ebu Bekir, ikinin ikincisi olmadan önce Sıddık oldu. Şimdi benim gönlümde Miraç, şimdi her müminin namazı miraç… Duyduğum en büyük aşk hikâyesi Miraç.