
GÖKLERDEN karar geldi.
Hatim’de yaralı kalbiyle toprağın kucağında uyuyan bir Rahmet Peygamberine indi
Cebrail. Semi’ ve Basîr ve her türlü noksanlıktan münezzeh bir Sevgili, Habîbine
açtı en mahrem kapıları. “Ne olur ben olayım onu taşıyan!” diye gözyaşı döken
Burak’ın duasının kabul anıydı o an.
Mescid-
i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya bir kutlu yolculuk için hazırdı bütün âlemler.
Çağrıldığı yer mekânsızlık ve zaman zamansızlıktı. Göğsü yarıldı, kalbi
zemzemle ve nurla yıkandı; gözlerinin göreceği ayetler için hazırdı Peygamber.
Dağların
çekemediği yükü insan nasıl yüklendi ve Hatice’siz, Ebu Talib’siz geçen ilk
yılın ardından Taif’in taşlarının kanattığı gönül, bir gölgelikte rahmetin
sırrına erdi. Kudüs’te enbiyaya imam olup namaz kıldırdı. Âdem (as) ile
başlayan ışıklı caddenin Son Nuru olduğundan, insanlığın kemâl noktasında
kıyama durdu, rükûa eğildi, secdeye vardı. Süt ve şarap ikram edilince sütü
seçti. Hayat ve memat, sevap ve günah gibi iki şeyin en doğrusunu seçti.
“Biz
seni öksüz, yetim bulup barındırmadık mı?” diyen Allah ne büyük! Yedi kat
göklerin ilkinde Âdem, sonra İsa, Yahya, Yûsuf,
İdris, Harun, Musa ve İbrahim’le buluşmak, Cennet ve Cehennem’i yakîn
bir ilimle irfana çevirmek ne büyük teselli, ne müthiş tecrübe! Mülk ve melekût
âlemlerinin seyri ve kaderleri yazan kalemlerin sesleri ne büyük izzet, ne
büyük ikram!
Sidre’de
dört nehir gösterildi; biri Fırat, biri Nil’di. Süt ikram edildi ve Cennet-i
Me’va’yı seyretti. Cebrail gibi bir yol arkadaşı ve Sidre-i Münteha’dan sonra “Kabe
kavseyn-i ev edna” zevkinin sözleri ve gözleri arkada bırakan o eşsiz
güzelliği... Cebrail’in kanadını yok edecek o nurun içinde bir insan kalbi
nasıl dayandı, bilmiyorum. Zamanı ve mekânı yokluğun içinde eritip Habîbini
karşılayan Allah, kelimeleri aşkı yazmak için yaratmış anladım. O halveti, o
muazzam mahremiyeti, yayın iki ucu kadarlık mesafeyi ve daha yakını anlamak ve
anlatmak için her şey çaresiz, her ağız dilsiz, her baş akılsız...
Öyle
davete canlar feda olsun! Göklerin kapıları bir bir açılıp melekût âlemlerini aşmak
kime nasip olur? Öyle bir Peygambere ümmet olmak bir şeref, bir yücelik ve bir mâkâm
olarak yetmez mi? “Et-tahiyyat-ü lillahi ve’s-salâvat-ü ve’t-tayyibat”, hayat
bağışlanıp da o canı kulluğa adayanların ibadetlerini hangi huzurda
yaptıklarını ifade eden ilk selâm, ilk tazim... Sidre-i Münteha’nın ötesinde
Ahmed Mahmud Muhammed Mustafa’nın halvetteki ilk sözleri…
Hâkimler
Hâkimi, Güzeller Güzeli, Merhametlilerin En Merhametlisinin cevabı: “Es-selâm-ü
aleyke ey-yühe’n-Nebîyy-ü ve rahmetullahu ve berakatuh.” (Selâm Sana Ey Nebî!
Allah’ın rahmeti ve bereketi Senin üzerine olsun.)
Olsun
tabiî! Yıldızlar toplansın, başına taç olsun. Melekler hayran olsun, “Niye
insan olmadık?” diye imrensinler. Bu sözlerle Habîbini karşılayan, tekrar
söylüyorum, Allah!
Dünya
aşağıların aşağısında bir yerde olduğu için “Dünya” adını almış. Bütün
gönüllerin özlediği hicranla yanıp tutuştuğu o kavuşmanın ardından Allah
söylemiş bu sözleri. Ama ümmeti için kalbi titreyen ve onlara pek düşkün olan Peygamber,
o iltifatı ümmeti adına kabul etmiş ve “Es-selâm-ü aleyna ve alâ ibadillahi’s-salihîn”
diyerek “Selâm bize ve iyi kulların üzerine olsun” duasıyla kalbini
olabildiğince bize açmış. Biz olabilmek ne güzel! Benliğini ve kendini çözüp
anladıktan sonra bir olup birlik olmak ne güzel!
Bütün
melekler duymuşlar konuşulanları ve aşkın tadını hissetmişler. Akıl ve nur
olmak ile hayran olmak arasında bir alkış tufanı kopmuş göklerde. Şahitliklerini
dile getirmişler: “Eşhedü en lâ ilâhe illâ-Allah ve eşhedü enne Muhammeden
abduhu ve rasuluh.”
Her
kim “Ben de teslim oldum bu aşka ve ben de Müslümanım” derse, bu söz onun
mührüdür; o, meleklerin şahadet hatırasıdır.
Peygamberimizin
“Gözümün nuru” dediği namaz, dört kitap ve dört mushafın göz bebeği namaz, işte
o buluşma hatırasıdır bize. “Namaz müminin miracı ve dinin direğidir.” Namaz kulluk
tacı, kulun alınyazısıdır; kula en yakışandır. Kulun ilâcı, gıdası, uykusu,
uyanışı nefesidir. Namaz hayattır, diriliştir, şükürdür, duadır, inanıştır,
kurtuluştur.
İman
eden herkesin Cennet yüzü göreceği müjdesi de yine Miraç’ın hediyesi ve
hatırasıdır. “Amene’r-rasulu” diyerek devam eden o ayetler ve “Kimseye gücünün
üstünde yük yüklenmez” ayeti unutulmazlarım arasındadır. Kâfirler topluluğuna
karşı Allah’ın yardımını istemek, en ferahlatıcı dualardandır.
Tadı,
Muhammed’in (aleyhisselâm) ruhunda bâki kalarak hoş bir lezzet bıraktı. İsra
bir sûre oldu. İsra bir onur ve teselli oldu. İsra bir hasret giderme oldu. Bir
göz açıp kapamalık an içine 50 bin yıllık mesafe sığdı. Cemal-i Kibriya’nın
nuru doldu. Döndüğünde hep o tatla ve o an içinde yaşadığı hakikatle nefes aldı
Rasûllullah. Ebu Bekir, ikinin ikincisi olmadan önce Sıddık oldu. Şimdi benim
gönlümde Miraç, şimdi her müminin namazı miraç… Duyduğum en büyük aşk hikâyesi
Miraç.