
NE çok ümit
ediyoruz. Nelere bağlanıp gidiyoruz. Ve ne çok şey bekliyoruz hayattan…
Oysa
şöyle onurlu ve huzurlu bir ömür geçirip göçeceğiz şu dünyadan. Neleri heba
ettik neler uğruna! Kimler gelip geçmemiş ki bu yoldan? Her şey gelip geçici
fakat insan ve insandaki bu umursamazlık hep kaldı. Sonrasında da kalıcı değil
mi?
İnsana
ve insanın anlayışı üzerine ciltlerce kitap yazılsa dahi tam olarak insan, “Şudur”
diyeceğimiz bir canlı değildir. Öyle ki, hakkında bütün bilimsel yaklaşımları
arkamıza alarak bir tez geliştiririz ama o bambaşka bir davranış sergiler. “Sen
bütün cevapları buldun sanırsın, bu sefer sorular değişir” âdeta. İşte tam
olarak budur insan üzerine diyebileceğimiz cümle!
Hiçbir
hâline güvenemiyorsun insanın. Atasözlerimiz bile bunu nasihat eder bize. “Fazla
samimiyet maraz getirir”, “İnsan insanın kurdudur” veya “İyilik yap, denize at”…
Bir tek Halik bilsin ama insandan bir şey bekleme!
Ömür
diye bize verilen zamanın, bir tek son nefese varışta anlayacağız boşa
geçtiğini. Hoş, şimdi de farkındayız boşa geçirdiğimizin ve hatta geçirmeye
devam ettiğimizin, ama bunu yürekli bir şekilde dile getirmeye engel olan
şeyler var içimizde. Vurdumduymazlık gibi, işimize gelmemesi gibi, nefs gibi
birçok bahane sıralayabiliriz ardı ardına. Ama iradesi ile dünyaya hükmetmeye
çalışan insan, bir tek kendi nefsine hükmedemiyor. Hükmetmemek için en küçük
çabayı sarf etmiyor.
“İsraf”
kelimesini genellikle ekonomik anlamda kullanırız; gereksiz harcama yapmak veya
aşırı tüketim anlamındadır. Ama şunu altını çize çize söylemek isterim ki,
günümüzde maddî olanların israfı, beraberinde maneviyatı da sildi süpürdü
sanki. İnsanlar içsel huzuru aramak adına neleri israf etmiyorlar ki? Meselâ
ağızlara yerleşmiş bir cümle var “boş zaman uğraşı” diye… Düşünsenize, her
anlamda kendini doldurup taşırmış olan insan, boş zamanında da beyhude işlerle
uğraşıyor. Yahu kaç insan daha göreceğiz kendini anlamak adına okumamak için
direnen? Üniversite öğrencilerinde dahi bir an önce diploma alma hevesi ile tek
bir kitap bitirmeden mezun olan, bir Kur’ân ayeti üzerine kafa yormayan ve bunu
her okuyuşta üzerine alına alına sarsılma yaşamayan kaç kişi daha göreceğiz? Bir
hadisten, vecizeden, menkıbeden veya hikâyeden payına düşeni almayan kaç kişi?
Konunun
en trajik yanı şu ki, bu durum eğitimle de değişmiyor artık. Gözle görülür bir
seviyede, artık insanlar eğitimi (iman arttırmak bir kenara) inkârlarını
desteklemek için alıyorlar sanki. Az biraz yol alıp ilerleyen ve bir yerlere
gelen kişi, ilk olarak değerlere sırtını dönüyor. Ahlâkî melekeleri bir kenara
itip içi daha boş, daha genel ve maneviyatsız “etik” kavramına sığınıyor. Çünkü
bu düşünceye göre etik olan bu!
Maddî
olarak boşuna tükettiğimiz her şey, aslında boşa tükettiğimiz ve tüketmeye
devam ettiğimiz hayatımızın birer yansımasıdır. Çünkü içsel anlamda kendisine
bir donanım sağlamayan ve bunun için çaba sarf etmeyen insan, ancak bu
eksikliği maddî anlamda daha çok tüketmekle kapatacağını düşünür. Meselâ daha
şık, göze ve nefse hitap edecek şekilde giyinerek kendince özgüven sahibi olur;
daha farklı şeyler yedikçe, hele bunu bir de sergiledikçe daha görgülü olur. Topluluk
içinde şuursuz bir şekilde konuştukça daha açık sözlü olur. Bu uzar gider böyle…
Her
şeye zamanı vardır artık, her şeye güç yetirebilir. Fakat bir tek anlamaya güç
yetiremez insan. Öyle diyor geçtiğimiz ay Rahmân’a kavuşan Üstad Sezai Karakoç:
“Anlamak masraflı iştir!”
Gerçekten
de anlamak masraflı iş. İnsan, anlamak gibi bir merhaleye varmış olmak için en
önce ailede bu doğrultuda bir eğitim almış olmalı, akabinde alacağı ilimlerle
bu yönde kendisini donatmalı, geliştirmeli ve araştırmalı, hatta sürekli bir
arayış içinde olmalı. Görgülü olabilmek gibi bir ahlâkî göstergenin daha çok “eşya
içinde olma ve daha çok lüks tüketimi ile alâkasız olup tamamen insanın eşyaya
karşı duruşu olduğu” düşüncesi bakış açımıza hâkim olmadıkça, anormal bir
seviyeye gelmemiz de kaçınılmazdır.
Tam
da bu noktada Nurullah Genç’in yaşadığı bir durum bizlere ağzımızı açık bıraktıracak
türden bir Anadolu irfanını sergiler: “Teyzemin kocası Dursun dayı, çocuklara
harçlık verirken kendi çocuklarına elli kuruş, bana yetmiş beş kuruş verirdi. ‘Allah
Allah, beni çocuklarından ayırmazdı, bir de bana fazladan veriyor’ diye
rahatsız da olmaya başladım. Üstelik bu adamın mesleği sıva yapmak sadece.
Teyzemin büyük kızı çekemedi bu durumu. ‘Yani neden ona yetmiş beş, bize niye
elli kuruş veriyor?’ diye… Yemekte babasına sordu: ‘Baba sen ona niye yetmiş
beş, bize elli kuruş veriyorsun? Bize niye yetmiş beş kuruş vermiyorsun da ona
veriyorsun sadece?’ Ne dedi, biliyor musunuz? ‘Kızım’ dedi, ‘Sen benden yirmi
beş kuruş daha isteyebilirsin, elli kuruş daha isteyebilirsin; istemez, gider,
cebimden alırsın... Ama o benden isteyemez. Ona veriyorum; istemek zorunda
kalmasın’. Ben o çocuk hâlimle çıktım, dışarıda ağladım ve dedim ki, ‘Ne güzel
insan!’.”
Bizim
köylerimizin irfan ehli insanları böyledir. Adam bir sıvacı ama irfan ehli.
Görgü, ahlâk, iman, anlayış ve şuur, çoğu “Ben buyum!” diyen ile örtüşemeyecek
kadar üstündür. Gelin, bize ömür diye verilen süreyi daha çok maddiyat kazanıp
biriktirerek arkada bırakıp gitmeden önce özümüze ve sözümüze dönelim. Tâ ki
Bezm-i Elest’te Rabbimize verdiğimiz söze kadar gidelim… İnsan olmanın sadece
daha çok tüketmekten ibaret olmadığını başta kendimize ispat edelim. İçsel
huzuru maddiyatta değil, maneviyatta ve insan olmanın asıl gerekliliklerinde
bulalım. İnanın, bizi bir adım daha ileri götürecek ve ruhumuza ferahlık
verecek yegâne vasıflar bunlardan ibarettir.