Neyim, neredeyim, nereye gidiyorum?

İnsan haram döşeklerde değilse helâl secdelerde baş eskitir. Kimsenin hakkında adı geçmeyen, hakça bir ömür sürmenin derdindedir. İnsan nerede değilse onun zıddındadır.

AKLIN en büyük meşguliyeti, sınırsız sorular ve ucu açık cevaplar. Düşüncenin hâlihazırda kilitli kapıları vardır. Ne zaman ki bir meraklı zaman diliminde kilit kırılır, ondan sonrası kalın düşünce blokları ve ardı arkası kesilmez sorular… Bu sorular öyle beklenmedik ve öyle savunmasız bırakacak raddede saldırgan olabilirler ki birikmiş bütün anlamları sıradanlaştırır, insanı bir bilinmezlik âleminin orta yerinde yapayalnız bırakırlar.

Fakat bazı sorular, insanın ne olduğuna, nerede bulunduğuna ve nereye doğru yol aldığına dair ipucu mahiyetindedirler ve muhakkak içe doğru sorulmaları gerekir.

Soru sormak, cevabın alınacağı yönünde beklenti meydana getirse de her zaman sonuç böyle olmuyor yazık ki… Özellikle iç dünyada yankılanan soru işaretli cümlelerin birçoğunda iki temel özellik var: Bir soru grubu hiçbir aklî cevaba mazhar olamazken, diğer grup gereğinden fazla cevapla yine cevapsızlık hengâmesinde takılıp kalıyor. Fakat soru sormanın verdiği insanî değişim de kaçınılmaz oluyor. Ömrü beyhude bir heves bahçesinden kurtarıp öyküsü kalıcı baharlara erdiren de tam olarak soru sormak eylemi. Tabiî bir de sorulan sorunun ne olduğu mühim.

Önce şöyle sormalı insan kalbine: “Neyim?”

Çok taraflı cevaplarla kalbin vicdanî kıpırtısını dindirecek bir dolu cevap verilebilir bu soruya. Fakat yine de son nefese dek sürecek bir vicdan fısıltısı var olacaktır. “Neyim?” sorusuna cevap vermek öyle anlık ya da günlük bir gayretle hâlledilebilemez. Bunun için hem zaman kavramına, hem de zamanın içinde kalbi zorlayacak bazı gamlara ihtiyaç var. Yaradan’ın kulunu gamla imtihanı da bazı sorulara doğru cevapları verebilmesi, en azından doğru sorularla aklını ve kalbini meşgul edecek bir vasfa erişebilmesi için… Gam, gam olsun diye değil. Bu, sadece insan aklına uygun gelen bir sebep-sonuç süreci olurdu ki Rabbin var ettiği tüm durumlarda, insan aklını aşan bir derinlik ve anlamaya ömür harcanacak anlamlar hazinesi vardır.

Gamı ve kederi öyle söylendiği gibi, bilindiği kadar bir anlama hapsetmek, Yaradan’ın kudretli kurgusunu (hâşâ) basit görmektir. Gama düşen gönül, doğru soruların çıkmazına düşer. Bu çıkmaz, insanın dünyevî hareketlerinde bir dönüşüm, kaçışsız bir değişimi körükler. İşte zamanın kıymete eriştiği bu evrimle, insan evvelâ ne olmadığının keşfine çıkar. O hâlde şöyle sormalı: “İnsan ne değildir?”

Daha ilk evrede bir cevap karşılar insanı: “İnsan hüküm sahibi değildir.” Zaman zaman kendini öyle göreceği mâkâm, durumlara veya yetkilere denk gelebilir. Ama bu denk geliş insanı gerçek anlamda hüküm sahibi yapmaz. Kendi varlığına bile hükmetme kabiliyetinden yoksun olan insan, çevresine ve bilhassa tabiata hükmedemez. Öyleyse insan, hüküm sahibi Allah’ın var ettiği bu âlemde bir var edilmiştir ve O’nun hükmüne duacıdır. İnsan, meselâ sıklıkla insan değildir. İnsan, şerefiyle yaratılmış olsa da yaşamak vahametiyle bu şerefi zedeler ya da yerle bir eder. İşte bu bilgiyle insan olamayan insan, insan olmak ve insan kalmak mücadelesine düşer. Yeni ve güçlü bir adım daha atar ömründe. Sonra fark eder ki gerçek bir kul değildir. Bütün iyi ve kötü hâllerini toplar da hakikatli bir kulluk bulamaz mazisinde. Bu yine ve yeni bir derttir; bu dertle kulluğun nurdan atmosferini solumak üzere bir aşka düşer. İnsan ne olmadığının arayışında, sahip olmadığını, âlim olmadığını, hiçbir şeyde en olmadığını ve “ben” olmadığını bulur. İnsan, bunların hepsine eriştiğini sandığı uzun yıllar boyunca hiçbir şey olmadığını bulduğunda afallar. Ne kıymetlidir kendine bakmanın verdiği bu şaşkınlık!

İşte artık, bütün yaratılışa hürmetle bakmanın, kendini kimseden üstün görmeden yaşam sürmenin, hırsları ve kinleri kaldırıp atmanın zamanıdır! Kalbin haset ve kibir yükünü atar denizlere, hafifler, hiçliğin atmosferde narince süzülen varlığına bırakır kendini.

İnsan, ne olmadığına dair yığınla cevap bulur. Her cevap, insan olma yolunda değerli uyanışları da beraberinde getirir. İşte şimdi “Neyim?” sorusunun cevabıyla kavuşmak zamanı: Ne olmadığını anlayan insan, sadece Rabbinin kulu olduğunu hatırlar.

Kul nerededir? Kulluğu bir sıfattan ötede, henüz tanıştığı bu derinlikte yeniden tanımaya çalışan insanın ikinci içsel sorusu: “Neredeyim?”

İnsan nerede olmadığından yola çıkarsa, nerede durduğunu anlayabilir. Evvelâ yoklamalı! Birinin hakkına göz dikildiği yerde mi, kırılmış ve hüzünle kararmış bir kalpte mi, mazluma el kaldıranın gölgesi altında mı, konuşulacak yerde susulan, susulacak yerde konuşulan bir mâkâmda mı, açların ortasında şatafatlı sofralarda mı, yokluğun içinde varlık sarhoşluğunda mı? Bir insanı buralarda bulamıyorsak, başka yerde aramalı. Bir insan savaşta değilse barıştadır. Zalimle değilse mazlumladır. Gösterişli sofralarda değilse açlarla ekmek kavgasındadır. Birinin gözyaşında bulamıyorsak o insanı, o muhakkak birinin tebessümündedir. Varlığın sarhoşluğunda bulamadığını yokluğun yarasını sararken görürler.

İnsan haram döşeklerde değilse helâl secdelerde baş eskitir. Kimsenin hakkında adı geçmeyen, hakça bir ömür sürmenin derdindedir. İnsan nerede değilse onun zıddındadır.

Bütün cevaplar insanı kusursuzluk rüyasında bir uykuya yatırmaz ama kusurları örtecek bir güzellikte var eder. Yanılsa da, düşse de yeniden ne olmadığını ve nerede bulunmadığını hatırlar, rotayı yine olması gereken bir kimlikle bulunması gereken bir kulluğa çevirir. Fakat insan bütün bu karmaşada nereye gidiyor?

Bir soru daha takılır belleğin labirentlerine: “Nereye gidiyorum?”

İnsan bir yere gitmez aslında. Bir yerden gelmiştir ve dönmektedir. İnsan doğduğu andan itibaren bir dönüş yolundadır. Fakat nereye gittiğini anlamanın tek yolu, nereye gitmediğinde gizlidir. Günaha, harama, zarara ve ziyana düşmeyenler, düşseler de tövbe edip kalkanlar, Rabbin huzurlu Cennet’ine dönüyorlardır. Kul ve insan olarak yaratılan bizler, kul ve insan kalma mücadelesiyle bezeli ömürde Cennet’e ya da Cehennem’e yol almış durumdayız. Bu dönüş bütün uzun yollardan daha zorludur. Ne olduğunu ve nerede durduğunu sorgulamadan, arzu edilen güzelliğe dönüş de mümkün olmayacaktır. Gidiş yoktur, sadece dönüş vardır ve dönüş muhakkak O’nadır.

“Dönüşümüz ancak Sana’dır.” (Bakara, 285)