AKLIN en büyük meşguliyeti, sınırsız sorular ve
ucu açık cevaplar. Düşüncenin hâlihazırda kilitli kapıları vardır. Ne zaman ki
bir meraklı zaman diliminde kilit kırılır, ondan sonrası kalın düşünce blokları
ve ardı arkası kesilmez sorular… Bu sorular öyle beklenmedik ve öyle savunmasız
bırakacak raddede saldırgan olabilirler ki birikmiş bütün anlamları
sıradanlaştırır, insanı bir bilinmezlik âleminin orta yerinde yapayalnız
bırakırlar.
Fakat bazı
sorular, insanın ne olduğuna, nerede bulunduğuna ve nereye doğru yol aldığına
dair ipucu mahiyetindedirler ve muhakkak içe doğru sorulmaları gerekir.
Soru sormak,
cevabın alınacağı yönünde beklenti meydana getirse de her zaman sonuç böyle
olmuyor yazık ki… Özellikle iç dünyada yankılanan soru işaretli cümlelerin
birçoğunda iki temel özellik var: Bir soru grubu hiçbir aklî cevaba mazhar
olamazken, diğer grup gereğinden fazla cevapla yine cevapsızlık hengâmesinde takılıp
kalıyor. Fakat soru sormanın verdiği insanî değişim de kaçınılmaz oluyor. Ömrü
beyhude bir heves bahçesinden kurtarıp öyküsü kalıcı baharlara erdiren de tam olarak
soru sormak eylemi. Tabiî bir de sorulan sorunun ne olduğu mühim.
Önce şöyle sormalı
insan kalbine: “Neyim?”
Çok taraflı
cevaplarla kalbin vicdanî kıpırtısını dindirecek bir dolu cevap verilebilir bu
soruya. Fakat yine de son nefese dek sürecek bir vicdan fısıltısı var
olacaktır. “Neyim?” sorusuna cevap vermek öyle anlık ya da günlük bir gayretle
hâlledilebilemez. Bunun için hem zaman kavramına, hem de zamanın içinde kalbi
zorlayacak bazı gamlara ihtiyaç var. Yaradan’ın kulunu gamla imtihanı da bazı
sorulara doğru cevapları verebilmesi, en azından doğru sorularla aklını ve
kalbini meşgul edecek bir vasfa erişebilmesi için… Gam, gam olsun diye değil.
Bu, sadece insan aklına uygun gelen bir sebep-sonuç süreci olurdu ki Rabbin var
ettiği tüm durumlarda, insan aklını aşan bir derinlik ve anlamaya ömür
harcanacak anlamlar hazinesi vardır.
Gamı ve kederi
öyle söylendiği gibi, bilindiği kadar bir anlama hapsetmek, Yaradan’ın kudretli
kurgusunu (hâşâ) basit görmektir. Gama düşen gönül, doğru soruların çıkmazına
düşer. Bu çıkmaz, insanın dünyevî hareketlerinde bir dönüşüm, kaçışsız bir
değişimi körükler. İşte zamanın kıymete eriştiği bu evrimle, insan evvelâ ne
olmadığının keşfine çıkar. O hâlde şöyle sormalı: “İnsan ne değildir?”
Daha ilk evrede
bir cevap karşılar insanı: “İnsan hüküm sahibi değildir.” Zaman zaman kendini
öyle göreceği mâkâm, durumlara veya yetkilere denk gelebilir. Ama bu denk geliş
insanı gerçek anlamda hüküm sahibi yapmaz. Kendi varlığına bile hükmetme kabiliyetinden
yoksun olan insan, çevresine ve bilhassa tabiata hükmedemez. Öyleyse insan,
hüküm sahibi Allah’ın var ettiği bu âlemde bir var edilmiştir ve O’nun hükmüne
duacıdır. İnsan, meselâ sıklıkla insan değildir. İnsan, şerefiyle yaratılmış
olsa da yaşamak vahametiyle bu şerefi zedeler ya da yerle bir eder. İşte bu
bilgiyle insan olamayan insan, insan olmak ve insan kalmak mücadelesine düşer.
Yeni ve güçlü bir adım daha atar ömründe. Sonra fark eder ki gerçek bir kul
değildir. Bütün iyi ve kötü hâllerini toplar da hakikatli bir kulluk bulamaz
mazisinde. Bu yine ve yeni bir derttir; bu dertle kulluğun nurdan atmosferini
solumak üzere bir aşka düşer. İnsan ne olmadığının arayışında, sahip olmadığını,
âlim olmadığını, hiçbir şeyde en olmadığını ve “ben” olmadığını bulur. İnsan,
bunların hepsine eriştiğini sandığı uzun yıllar boyunca hiçbir şey olmadığını
bulduğunda afallar. Ne kıymetlidir kendine bakmanın verdiği bu şaşkınlık!
İşte artık, bütün
yaratılışa hürmetle bakmanın, kendini kimseden üstün görmeden yaşam sürmenin,
hırsları ve kinleri kaldırıp atmanın zamanıdır! Kalbin haset ve kibir yükünü
atar denizlere, hafifler, hiçliğin atmosferde narince süzülen varlığına bırakır
kendini.
İnsan, ne
olmadığına dair yığınla cevap bulur. Her cevap, insan olma yolunda değerli
uyanışları da beraberinde getirir. İşte şimdi “Neyim?” sorusunun cevabıyla
kavuşmak zamanı: Ne olmadığını anlayan insan, sadece Rabbinin kulu olduğunu
hatırlar.
Kul nerededir?
Kulluğu bir sıfattan ötede, henüz tanıştığı bu derinlikte yeniden tanımaya
çalışan insanın ikinci içsel sorusu: “Neredeyim?”
İnsan nerede
olmadığından yola çıkarsa, nerede durduğunu anlayabilir. Evvelâ yoklamalı!
Birinin hakkına göz dikildiği yerde mi, kırılmış ve hüzünle kararmış bir kalpte
mi, mazluma el kaldıranın gölgesi altında mı, konuşulacak yerde susulan, susulacak
yerde konuşulan bir mâkâmda mı, açların ortasında şatafatlı sofralarda mı,
yokluğun içinde varlık sarhoşluğunda mı? Bir insanı buralarda bulamıyorsak,
başka yerde aramalı. Bir insan savaşta değilse barıştadır. Zalimle değilse
mazlumladır. Gösterişli sofralarda değilse açlarla ekmek kavgasındadır. Birinin
gözyaşında bulamıyorsak o insanı, o muhakkak birinin tebessümündedir. Varlığın
sarhoşluğunda bulamadığını yokluğun yarasını sararken görürler.
İnsan haram
döşeklerde değilse helâl secdelerde baş eskitir. Kimsenin hakkında adı
geçmeyen, hakça bir ömür sürmenin derdindedir. İnsan nerede değilse onun
zıddındadır.
Bütün cevaplar
insanı kusursuzluk rüyasında bir uykuya yatırmaz ama kusurları örtecek bir
güzellikte var eder. Yanılsa da, düşse de yeniden ne olmadığını ve nerede
bulunmadığını hatırlar, rotayı yine olması gereken bir kimlikle bulunması
gereken bir kulluğa çevirir. Fakat insan bütün bu karmaşada nereye gidiyor?
Bir soru daha takılır
belleğin labirentlerine: “Nereye gidiyorum?”
İnsan bir yere
gitmez aslında. Bir yerden gelmiştir ve dönmektedir. İnsan doğduğu andan
itibaren bir dönüş yolundadır. Fakat nereye gittiğini anlamanın tek yolu,
nereye gitmediğinde gizlidir. Günaha, harama, zarara ve ziyana düşmeyenler,
düşseler de tövbe edip kalkanlar, Rabbin huzurlu Cennet’ine dönüyorlardır. Kul
ve insan olarak yaratılan bizler, kul ve insan kalma mücadelesiyle bezeli
ömürde Cennet’e ya da Cehennem’e yol almış durumdayız. Bu dönüş bütün uzun
yollardan daha zorludur. Ne olduğunu ve nerede durduğunu sorgulamadan, arzu
edilen güzelliğe dönüş de mümkün olmayacaktır. Gidiş yoktur, sadece dönüş
vardır ve dönüş muhakkak O’nadır.
“Dönüşümüz ancak Sana’dır.” (Bakara, 285)