Neye sevinip neye üzüleceğimizi fehmettiğimizde

Neye sevinip neye üzüleceğimizi fehmettiğimizde, neye hayret edip neye gayret edeceğimizi öğreneceğiz. Neye sevinip neye üzüleceğimizi hissettiğimizde, kalbimizin sesini gayrısından ayıracağız. Neye sevinip neye üzüleceğimize hükmettiğimizde, “Asıl Hükmedici”ye yakınlaşmaya yaklaşacağız. Neye sevinip neye üzüleceğimizin adını koyduğumuzda, “Bitti” dediğimiz yerin başlangıç olduğunu öğreneceğiz

HİSSE ve/veya hissetmeye dayalı unsurların hayatımızdaki yerini düşündüğümüzde, daha ziyade ilgili hisse sebep olan unsurlara odaklanırız. Genel olarak hissiyatı amaç veya araç boyutuyla -kendi odağından uzak şekilde- değerlendiririz. Hissiyatımız -bu bakımdan- fikrederek bir yere kadar anlaşılabilir olsa da, bihakkın anlaşılması da yine hissiyatımızın uygun zaman, mekân ve şartlar dâhilinde fikrimizi doğru harekete geçirmesiyle –teorik bağlamda- anlaşılır hâle gelir. Hâl bu iken, hissiyatımızın fikriyatımızı, fikriyatımızın da hissiyatımızı ne derece doğru anladığı, her iki alanın kesiştiği ve birleştiği yerlerin -hakikat ile örtüşerek- pratiğimize ne kadar yansıdığı, hayatın içinde geliştireceğimiz reflekslerin doğruluğu ve etkisel anlamdaki gücü ile paraleldir diyebiliriz.  

Olası bütün dünyevî yaşantılar ve bütün ideal düşünceler/plânlar/hukuklar içerisinde insanî yönümüzün her zaman bize ve yaşantımızın çeşitli süreçlerine galebe ettiğine -bir kez daha- şahitlik ederiz. İnsan olarak hayatın önümüze koyduğu tablolar bize yeni reçeteler yazdırsa da, biz -anî krizlerle/şoklarla- her an üzere bizi neyin beklediğini bilemediğimiz hayatın içinde doğru ya da yanlış yahut güzel ya da çirkin refleksif hareket etmekten kendimizi alıkoymakta zorlanıyoruz.

Neden “refleksif” diyoruz?

Zira ideal ve doğru bir zaman yönetimi ile hayatın/zamanın takibi zor akışı, -birbirine ters olmasa da- çok yakın olmayan süreçleri ve sonuçları ifade eder. Zira ideal olan, ister geleneksel, ister tecrübeye dayalı, isterse bilimsel olsun, her bir konuyla ilgili olarak durup düşünmeyi ve teoriye dökmeyi ifade ederken, her daim zamana ihtiyaç duyar. Oysa hayatın akışı söz konusu olduğunda buna her zaman fırsat yoktur. En iyi bildiğimiz/bildiğimizi zannettiğimiz konuda bile çoğu zaman pratiğe dökme safhasında el yordamını kullanır, dahası buna mecbur olabiliriz. Hayatın akışı ve günlük yaşamı giderek hızlandıran unsurların arttığı dikkate alındığında “refleksif” tabiri, yukarıdaki anlamını ve yerini daha iyi bulacak ve dolayısıyla bir realite olarak ehemmiyeti öne çıkacaktır.

 “Refleks” deyince, konumuz gereği bize daha yakın tabir olarak elbette ki “hayret”ten bahsetmemiz yerinde olacaktır. “Bir olay veya olaylar karşısında hayret yaşamadan gayrete düşen insanın hâli, sadece hayret yaşayandan daha zayıf bir cüsseye sahiptir” diyebiliriz. Zira hayreti yaşayan insan, yeri geldiğinde, diğer ifadeyle doğru zamanı ve şartları yakaladığında -kıvamını bulduğunda- gayretini de bulur şüphesiz. Bu açıdan hayret, bir aksiyon yahut bir gayret için bir çeşit aktivasyon kodudur. Bir enerjinin açığa çıkma hâlidir. Ne var ki enerjinin doğru şartlarda doğru işler ve elbette sahih niyetler için kullanılması, onu yapıcı, onarıcı veya baştan imar ve inşa edici bir konuma yerleştirir. Bu noktada hissiyat ve fikriyatın bulduğu denge ise hayretin öznesi için bir pusula olmasını sağlar.  

Hayretin hemen arkasından bize yaşattığı iki önemli his ise “sevinmek ve üzülmek”tir. Bir sonucun insana dair somut yanını ifade eden bu iki başlık “gülmek ve ağlamak” olarak daha somut bir şekilde gözlemlenebilirken, en küçük bir zaman diliminde yaşanır olsa bile hayatımızın kırılma anlarını göstermesi bakımından da son derece mühimdir.

“Sevinmek ve üzülmek, durup düşünerek bir karara varılıp yaşanacak hisler midir?” sorusu, bu çerçevede sorulacak önemli bir sorudur. Bu sorunun cevabı ise “Elbette değildir!” şeklindedir. Ve zaten hissiyatımızı ifade eden/hissiyatımıza etki eden bu iki kavramın yaşamaya çalıştığımız/azmettiğimiz hayatın içindeki en önemli boyutu da tam olarak burada tezahür etmektedir. Zira “durup düşünmek”, doğrudan zamanın akışı için değil, hayatın akışını bir lahza yönlendirmek için harcanmış bir emektir. Yine zikrettiğimiz “durmak” da, baktığımız pencereden bizi pekâlâ “hayret”e götürecektir.

Sevindiğimiz veya üzüldüğümüz unsurun evvelinde ve ahirindeki bakış açımızın detaylarına indiğimizde, -hayatımızın grafiğini değiştiren unsur olarak his ve fikir dünyamıza etkiyen başlığı görsek bile- hayata devam ettirici güç olarak bu noktada geriye sevinç ve üzüntülerimizin hissiyatımıza ve bize bıraktığı mirasın kaldığını rahatlıkla gözlemleyebiliriz. Bu noktada bir etkiye tepki olarak gördüğümüz ve değerlendirdiğimiz sevinmek ve üzülmek, etki sonrası davranışlarımızın seyrini tetiklerken, öncesi ve sonrasıyla -çoğunlukla farkında olmadan- hayata bakışımızı ve yaşantımızı yönlendirmesi bakımından –etkiye tepkinin çok ötesinde- en başta kendimize verdiğimiz önemli bir refleks olarak karşımıza çıkar.

Hülâsa, neye sevinip neye üzüleceğimizi fehmettiğimizde, neye hayret edip neye gayret edeceğimizi öğreneceğiz. Neye sevinip neye üzüleceğimizi hissettiğimizde, kalbimizin sesini gayrısından ayıracağız. Neye sevinip neye üzüleceğimize hükmettiğimizde, “Asıl Hükmedici”ye yakınlaşmaya yaklaşacağız. Neye sevinip neye üzüleceğimizin adını koyduğumuzda, “Bitti” dediğimiz yerin başlangıç olduğunu öğreneceğiz ve hayatın, gidişatımızın doğruluğuna dair onaylarını daha yakından duyacak ve yaşamaya devam ederken gerekecek hareket kodlarını bize özel mesajlarla gönderdiğine şahit olacağız.