Ney ve insan

Ney üflenirken ağızdan çıkan “Hû” sesi Allah’ı zikre nispet eder. Üflemenin müteheyyiç bir anlamı daha vardır ki o da Allah’ın insanı yaratırken ruhundan üflemiş olmasıdır. Allah ile kulun bir üfleme karşılığı içerisinde olmasının sese ve zikre uyum sağlaması, kulun “Rabbim” demesi, Rabbin de ona “Buyur kulum” demesi gibidir.

İNSAN duygu ve düşüncelerini sözle ifade edebildiği gibi, ses ve nağmelerle de ortaya koyabilir. Bu bağlamda güzel sanatların içerisinde müziğin her zaman bir yeri olmuştur. Sadece eğlence maksadıyla değil, manevî bir ihtiyaç gereksinimiyle de müziğin varlığı insanlık tarihi kadar eskiye uzanır.

Duyguları açığa çıkarır müzik; sevinci, hüznü, kederi, aşkı ve dindarlığı terennüm eder. Ordu içerisinde erleri yüreklendirir, motivasyon sağlar ve düşmana korku salar. Bir medeniyet hırkası olan mûsikî, hangi niyetle icra edilirse o yönde mânâ kazanır.

Mûsikişinas bir toplumun yaşadığı coğrafyada, tarih boyunca muhafaza edilen müzik değerleri arasında üflemek suretiyle icra edilen en değerli sazlardan biri “ney”dir. İnsanın kalbine ve ruhuna temaşa eden derunî sesiyle edebî sahada etkisini göstermiş ve irfan meclislerinin aranan sesi olmuştur. Sosyal hayatta yer edindiği kadar manevî şifa alanında da kullanılmıştır. Kavruk sesiyle yanık gönüllere bir sırdaş, dünya yokuşunda savruk adımlara bir yoldaştır. Sade bir hüzün, tadında ve yerinde bir neşe, sebatı ve tahammülü sırtlanan bir ruh eğitmenidir.

Özünde bir kamış olan ney, sıcak ve sulak bölgelerde yetişir. Öncelikle bu iklim özelliğini taşıyan coğrafyalarda icra kimliği kazanmıştır. Türkiye, İran, Mısır, Suriye, Lübnan ve Tunus gibi… Türkiye ve diğer ney icralarını karşılaştırdığımızda teknik açıdan, fizikî açıdan, üfleme şekilleri ve akort açısından farklılıklar olduğunu söyleyebiliriz. Göze çarpan ilk önemli detay ise baş parenin sadece Türk neyzenleri tarafından kullanılıyor olmasıdır. Bu farklılıklar her coğrafyanın kendi kimliğini yansıtmasındandır. Neyzenin parmak ve dudak hareketleri, ses devreleri arasındaki geçişleri ve müzikal nüansları için uyguladığı çarpma, stakato ve vibrato gibi ney icrasına yönelik teknik hareketler doğrultusunda neyzen, makam icrasının gerektirdiği teorik bilgi ile beraber kendi icra tarzını ve tavır-üslûp özelliklerini ortaya koymaktadır. Neyzenin tavır-uslûba dayalı yorum tercihi onun kalbi ve nefesiyle sese akseder. Kendi özgünlüğünü ve parmak izini gösterir.

Neyin tarihçesine baktığımız zaman mazisinin Sümerlere kadar dayandığını, kamıştan yapılmış müzik aletlerinin en eski örneklerine Mezopotamya’daki kazılarda rastlanıldığını görüyoruz. Ayrıca Uygurlar dönemine ait kazılarda bulunan bazı resimlerde dikey ve yatay tutuş şekliyle neye benzeyen üflemeli çalgı tutan insan figürlerine rastlıyoruz. Mısırlılar ve İbranilerden kalan çeşitli kabartma ve oyma resimlerde de ney benzeri bazı sazları görmek mümkün.

Kaşgarlı Mahmut, “Divan-ı Lugatü’t-Türk” adlı eserinde Eski Türkler tarafından askerî ve dinî etkinliklerde neye benzeyen enstrümanların kullanıldığına yer vermiştir. “Sagu” denilen, erler için düzenlenen, ölüm, erdem ve acıları anlatan törenlerde neyin kullanıldığını aktarmıştır. Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde neyzenlerin İstanbul’un fethinden sonra, Fatih Sultan Mehmet’in yaptırdığı hastanede tedavi amaçlı ney üfledikleri bilgisini vermiştir. Ve yine Evliya Çelebi, Seyahatname’sinde neyin dokuz boğumlu, içi oyulmuş bir kamış ile umumiyetle boynuzdan yapılan bir baş pareden oluştuğu bilgisini de vermiştir. Ön tarafta altı, arka tarafta bir deliği olmak üzere neyde toplam yedi adet delik bulunduğu da belirtilmiştir.

İbn Sîna, “Kitâbü’ş-Şifâ” adlı eserinde, Arapçada kamıştan yapılmış aletlerin ortak adı olan “yerâa” kelimesiyle içine nefes üflenerek çalınan ney sazından söz etmiştir. Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran Seferi sonucu İran’dan neyzenler getirdiği de bilinmektedir.

Ney, 13’üncü yüzyıldan itibaren Anadolu’da tasavvufun simgesi hâline gelmiştir. Büyük ârif, şair ve düşünür Mevlâna Celâleddin-i Rûmî, Mesnevî’sinin ilk on sekiz beytinde neye yer vermiştir. Bir Fatiha niteliğinde olan bu başlangıç Mevlevîlerce çok benimsenmiş, Mesnevî sırlarının özeti olarak bilinmiştir. Ney, Mevlâna’nın yüklediği mânâ ile birlikte Mevlevîliğin çatısı altında gerçek kimliğini bulmuş, gelişmiş ve tasavvuf mûsikîsinin önemli bir sembolü olmuştur.

Ney, insan-ı kâmile benzetilmiş olmasıyla da mütedeyyin bir duruşu, salim bir medeniyeti temsil eder hâle gelmiştir. Neyzen olmak bu kemâlâta talip olmakla ilişkilendirilir. Nasıl ki kâmil insan beşerî ve dünyevî arzularından nefsini temizliyor ise, içi boş olan ney de öyledir. Üfleyenin nefesi ilâhî bir terennüm yansıtır o vakit.

Ney üflenirken ağızdan çıkan “Hû” sesi Allah’ı zikre nispet eder. Üflemenin müteheyyiç bir anlamı daha vardır ki o da Allah’ın insanı yaratırken ruhundan üflemiş olmasıdır. Allah ile kulun bir üfleme karşılığı içerisinde olmasının sese ve zikre uyum sağlaması, kulun “Rabbim” demesi, Rabbin de ona “Buyur kulum” demesi gibidir.

Ney’in insanı simgelediği hususu İslâm kültür ve edebiyatında çokça işlenmiş, Mevlâna’dan önce de bazı şair ve ârifler tarafından dile getirilmiştir. Tasavvuf ekolünde neyin dokuz boğumu, insanın anne karnında geçirdiği dokuz ayla ilişkilendirilmiştir. Ruhun varlık âlemine gönderilmesi ve bebeğin dünyaya ağlayarak gelmesi, kişinin aslından bir kopuşu, bir ayrılığıdır. Belki bu yüzden sancılıdır ciğerlere dolan o ilk nefes. Bir Hira aranır ıstırabı göğüslemek için hayat boyu. Yahut vuslat takdir edilir aslına rücû etmek için. Neyin hikâyesi de böyledir. Önce kamış olarak bulunduğu sazlıktan ayrılır. İçi dağlanıp göz göz yaralar açılır. Düştüğü ateş, feryadına sebep olur. İnsanla aynı gurbeti paylaşır. Çileyle yoğrulan insan, riyazet, tefekkür ve İlâhî aşkla olgunlaşır. Ney, neyzenin nefesinden üflenen nefha ile inkişaf eder. Dinleyenlerin kalbine huzur verir. Ses rengi ve armonik zenginliğiyle hayrete erdirir, hikmeti yayar.

Yalnız, “Kem âlât ile kemâlât olmaz” demişler. Yani kötü söz ve terbiye ile bu melekeye varılmaz. Zahmetini çekmediğin yolun rahmeti de olmaz. Güzel vesilelere tutun ki hayır kapıları açılsın. Âlât ya içinde, sol yanında taşıdığın et parçası ya da elinde tuttuğun kamış. İnsan olmak sana, ney olmak nefesindeki vasfına kalmış...

İnsanlarla ortak kaderi paylaşan neyin ortaya çıkışı ve onlar tarafından keşfedilişi hakkında Mevlevî kaynaklarda şu temsilî hikâye nakledilir: Peygamber Efendimiz, Allah’ın kendisine ihsan ettiği esrar ve hikmet denizinden bir damlasını ilmin kapısı Hazreti Ali’ye de emanet eder ve “Bu sırları sakın ifşa etme!” diye sıkı sıkı tembihler. Hazreti Ali, kendisine tevdi edilen bu emanete tahammül edemez, altında iki büklüm olur. Sahralara düşer. Derûnunda sakladığı esrarı bir kör kuyuya döker. Kuyu suyla dolup taşar. Kuyudan taşan bu sular çevresini zamanla bir sazlık hâline çevirir ve burada kamışlar biter. Bu sazlığın rüzgârda hoş nağmeler çıkardığını fark eden bir çoban, bunlardan bir tanesini keser ve ondan “ney” yapar. Fakat neyden çıkan bu ses o kadar içli ve yanıktır ki herkes bu sesin derin, duygulu ve yakıcı nağmelerine meftun olur. Onunla ağlar, onunla gülmeye başlar. Çobanın ünü kısa zamanda yayılır ve Arap kabileleri bu çobanı dinlemek için etrafında toplanmaya başlarlar.[i]

Neye kulak verip sırlarını dinlemek için kadim medeniyetlerin perdelerini aralamalı ve ruh âlemine bir nefes yakmalı.

Parmaklarımın bolca sızladığı bir günden benim gibi nefessiz kalanlara şifa olması ümidiyle…

 


[i] (Ahmed Eflâkî, Âriflerin Menkıbeleri, II, 440)