Ney misâli vatanından koparılmış insan

İslâm düşünce geleneğinde “kendini bilmek” çok önemlidir ve hayat, kendini bilmek ile doğru bir istikamete evrilir. İnsan, kendisinin “bizâtihî göçebe” olduğunu anladığı takdirde yani “büyük göçü” idrak ettiğinde, “küçük göç” yani dünya hayatı içindeki yer değiştirmelerin çok da önemli olmadığını kavramakta zorlanmayacaktır.

İSLÂM düşünce geleneğinde insan, dünyaya ait bir varlık olarak görülmez. Dünya, asıl vatanımıza kavuşmak için geri dönüş yolunda soluklandığımız bir duraktan başka bir şey değildir. Hicreti ya da konar-göçerliği bu mânâda düşündüğümüzde, dünyada bulunan herkes, zorunlu olarak “göçebe bir hayatın mahkûmu” konumundadır. Bu yüzden burayı sahiplenmemiz ve bulunduğumuz yer için “Aman kimse yaklaşmasın”1 dememiz doğru bir davranış değildir.

Kimilerine göre bu düşünce tuhaf karşılansa ve “Biz dünyayı çok sevdik” dense bile, insanı sadece biyolojik bir varlık olarak görmediğiniz, ölümü inkâr edilemez bir hakikat olarak kabul ettiğiniz ve yok olup gitmeyi hazmedemediğinizde, sığınacak başka bir düşünce limanı da bulamazsınız. Maddenin bizâtihî kendisini ezelî ve ebedî olarak gören materyalistlerin ölümü “yok oluş” olarak izah etmeleri ise bir çeşit ilkellik ve çelişik bir zihne sahip olmaktan başka bir şey değildir.

Biz bu yazıda Mesnevî’nin ilk beyitlerinde dile getirilen “kamışlıktan koparılma” metaforundan hareket ederek insanın dünyada “konar-göçer” olduğuna dair birkaç kelâm edeceğiz.

Ne tuhaf, bizâtihî kendisi bir konar-göçer olan insan, zalimler yüzünden yaşadığı mekânı değiştirmek zorunda kalan hemcinslerine karşı çok acımasızca davranabilmektedir.

Ashab-ı Uhdud gibi varil bombalarının altında can vermektense “Allah’ın arzı geniştir” diye yaşadığı mekânı değiştirmek için ülkesinden kaçan Suriyelilere karşı bazılarımızın acımasız tavrı, herhâlde “yerleşik hayata” geçtiği (yani ölümsüzlüğe kavuştuğu) zehabına kapılmaktan ibaret olsa gerek. Zaten kendisi de göçebe olan birinin başka göçebelere tepeden bakması sizce de çok garip değil mi?

Mevlâna’nın Mesnevî’si, bir şiir kitabı. Ama bildiğimiz şiir kitaplarından değil. Aynı zamanda bir irşad, psikoloji ve edep kitabı. Bunca zamandır yaşıyor olmasını insana ilişkin doğru tespitlerine borçlu. Çünkü insan en çok, kendinden bir şeyler bulduğu kitapları okur. Bütün kitaplar gibi Mesnevî de telif edildiği zamanın özelliklerini taşır.

Mesnevî, Mevlâna’nın icadı değil, daha önce de var olan edebî bir şiir türüdür. Mevlâna’nın Mesnevî’si, şöhretinden ötürü diğer mesnevîleri gölgede bırakmış, sadece kendisi anılır hâle gelmiştir. Hayvanları ve nesneleri konuşturma da Mevlâna’nın icadı değildir. Uzağa gitmeye gerek yok, Kur’ân-ı Kerîm’de meselâ karıncalar konuşturulmakta, bal arısına vahyedildiği söylenmektedir.

Bütün hikâyeciler gibi Mevlâna da mesellerinde bir benzeyen ile benzetilen vâsıtasıyla meramını anlatmaktadır. Ve en önemlisi, Mesnevî’nin konusu baştan sona “insan”dır. Bu yüzden orada konuşturulan her hayvan ya da nesnenin, gerçekte bir “insan tipi” ya da “insanın bir unsuru” olarak zikredildiğini unutmamak gerek. Meselâ Mevlâna, Padişah ile âşık olduğu Hizmetçi’nin hikâyesini anlattığında “rûh” ile “nefs”in hikâyesini anlatıyor demektir. Hizmetçinin âşık olduğu Kuyumcu ise “hevâ”dır. Uzak bir şehirde yaşayan Kuyumcu’yu ikna edip getirmek üzere gönderilen iki kişi de “akıl” ve “duyu”lardır.

Neyse, lâfı fazla dolandırmanın mânâsı yok. Biz, Mevlâna’nın bizzat kendi eliyle yazdığı Mesnevî’nin ilk beyitlerinde ne dediğine bir bakalım isterseniz: “(Bişnev!) Dinle bu ney neler anlatıyor, ayrılıktan nasıl dert yanıyor:/ ‘Beni kamışlıktan kestiklerinden beri feryâdımdan kadın-erkek inlemekte./ Ayrılık derdinden parça parça olmuş bir yürek isterim ki derdimi anlatayım/ Vatanından uzak düşen kişi, sıla hasretiyle yanar.’”

Mevlâna, Kur’ân’a saygısından dolayı kitabına besmelenin ilk harfini çağrıştırsın diye “be” ile başlayan “bişnev” kelimesi ile giriş yapıyor. Mevlâna’nın “bişnev” kelimesini seçmesinin sebeplerinden biri de “dinle” anlamına gelmesi münasebetiyle “oku” emri ile benzerliğidir. Dikkat ederseniz, her iki kelime de (oku ve dinle) insanın dikkat kesilerek bir şeyler öğrenmesini tembihleyen bir mânâ taşır.

Bilindiği üzere Kur’ân’ın inen ilk âyetleri, insanın Allah tarafından yaratılmış bir varlık olduğunu söyler (Alâk, 1-2). Kur’ân-ı Kerîm’de yazdığına göre insan, ilkin balçıktan yaratılmıştır (Hicr, 26). Mevlâna, insanı bataklıkta biten kamıştan yapılmış “ney” ile sembolize etmek sûretiyle fikriyatının temelinde Kur’ân’ın olduğunu daha işin başında dile getirmiştir. Bataklıktan koparılan kamış, mâhir bir ustanın elinde birçok evreden geçirilerek “ney” hâline getirilir. İnsan da tıpkı böyledir. İnsan, anasının rahminde bataklıktaki kamış gibi su içinde büyür. Rahimden çıkarıldığı (doğduğu) andan başlayıp da olgunlaşıncaya kadar pek çok evreden geçer. Eğer peygamberlerin eğitiminden geçerek olgunlaşırsa güzel fiiller, kötü ustaların elinde ifsat olursa çirkin fiiller işler.

Geçmişte olduğu gibi bugün de böyle olduğunu hep birlikte görmekteyiz. Karl Marx’ın dediği gibi, “insan (yaşadığı) tarihin ürünüdür”. Kendini vahiyden beslenen peygamberlere teslim edenler hâriç (müstesna)…

Mevlâna, Mesnevî’nin bu ilk beyitleri ile insanın dünyaya bir hatâsı yüzünden Cennet’ten gönderildiğini ve farkında olmasa bile mutsuzluğunun temelinde bu “ayrılık derdi”nin olduğunu söylemektedir. Hattâ başka bir beytinde, “Cezan buysa, mükâfatın nasıldır?”2 diyerek insanın Cennet’e olan özleminin, dünyayı sevse bile derinden ve derinden devam ettiğini dile getirmektedir. Yani o, insanın aslında Cennet’e ait bir varlık olduğunu, dünyaya geçici bir süreliğine gönderildiğini söyleyen Kur’ân’ın görüşünü (Bakara, 135-138) dile getirmektedir. İnsan, gençliğinde bunu kavrayamasa da ihtiyarladığında dünyanın geçici bir mekân olduğunu bi’t-tecrübe anlamaktadır.

İnsanın en önemli müteharriklerinden biri de kökenini bilme dürtüsüdür. Bunu, evlâtlık olduğunu öğrenen bir çocuğun gerçek ana babasını karşı konulmaz bir arzu ile öğrenmek istemesinde kolayca görebiliriz. İnsan asıl yurdundan ayrıldığını ve buraya ait olmadığını kavradığında da aynı şey gerçekleşecek ve karşı konulmaz bir arzu ile asıl vatanına özlem duyacaktır.

İşte Mesnevî, bizim dünyaya ait olmadığımızı kulağımıza fısıldayarak içimize bir kurt düşürmekle (ukde koymakla) işe başlıyor. Artık gerisi, sizin aslınızı öğrenmek isteyip istemediğinize bağlı olarak değişecektir.

İslâm düşünce geleneğinde “kendini bilmek” çok önemlidir ve hayat, kendini bilmek ile doğru bir istikamete evrilir. İnsan, kendisinin “bizâtihî göçebe” olduğunu anladığı takdirde yani “büyük göçü” idrak ettiğinde, “küçük göç” yani dünya hayatı içindeki yer değiştirmelerin çok da önemli olmadığını kavramakta zorlanmayacaktır. Ve elbette kendi büyük göçü esnasındaki bir “mola mekânı”nda yanı başına gelen küçük göçün muhacirlerine merhamet ve muhabbet ile muamele etmekten kaçınmayacaktır.


1-Kur’ân’da hikâyesi anlatılan bahçe sahipleri gibi.

2-Mevlâna, bu beyit ile dünyanın güzelliğini de kabul ediyor.