Netflix’in “Sosyal İkilem”i

İnternet çağında gelinen durum ne olursa olsun, insanın ayırt edici yetisi olan “irade” güçlendirilebilir ve bu konuda kitlesel hareketler oluşturulabilir. İyi ve kötü belki hiçbir çağda bu kadar çok insanı aynı anda etki altında tutan bir manipülasyonla insanların tercihine bırakılmadı. Ama irade ve ortak irade, bu durumun üstesinden gelebilir.

PANDEMİ ile birlikte gördük ki tüm oklar, “Eve git, evde kal” diyor; ancak evin içine mi, yoksa çevrimiçine mi işâret ediyor, anlamak zor. Bu süreçte, normalde dışarı çıkmayı gerektiren birçok işlem evden, daha doğrusu internetten yapılabilir hâle geldi. Öyle ki, pek çok iş kolu internet üzerinden çalışmalarını devam ettirmeye karar verirken, okullar da bundan nasibini aldı ve vakalar artınca tamamen uzaktan eğitime geçildi.

Ancak, hastalıktan korunmak için evlerine kapanan insanlara büyük bir imkân alanı oluşturan internet ağları, başka büyük sıkıntıları da beraberinde getirdi: Evde kaldıkça daha çok çevrimiçi olma durumu ve de zaman zaman bu durum rahatsız etse de bunu yapmaktan kendini alıkoyamama hâli...

Peki, nasıl oluyor da bir arama yapıp ya da bir mesaj atıp bırakma düşüncesiyle ele alınan telefonun başında farkında bile olmadan 20 dakika gidiveriyor? Bu yalnızca bir irade sorunu mu?

İşte Netflix’te yayımlanan “Sosyal İkilem” belgeseli bu sorulara yanıt arıyor ya da anlattıkları karşısında bu soruları sorduruyor. Doğrusu kendisi de bu ikilemin bir parçası olduğu hâlde, belgesel boyunca diğer internet plâtformlarının yanında adı hiç geçmeyen Netflix’ten yalnızca toplumsal fayda gözetilerek hazırlanmış bir içerik beklemek mümkün değil. Tabiî alanında uzman kişilerle yapılan röportajlarla çok güzel bilgilendirme yapıldığını ve belgeselin savunduğu tezin örneklemini hikâyeleştirerek izleyiciye sunmasının ayrı bir etki gücü oluşturduğunu söylememek haksızlık olur. Ancak ana tema şu: Yapay zekâdan korkuyordunuz ya “Robotlar bizi ele geçirecek” filan diye, geçmiş olsun, bu çoktan oldu!

Kulağa hoş gelmiyor, evet, ama belgeselin baştan sona işlediği konuların alt metni tam olarak bu!

İnternette gezen belgesel hakkındaki bazı geri dönüşlerse, ne amaçla böyle bir alt metin verildiğini gözler önüne seriyor. İlginç bir şekilde çoğu insan, bu belgeseli kendileri adına şöyle yorumluyor: “Ben aslında iradesiz değilmişim, benim yaşadığım sorunu herkes yaşıyormuş, sistem böyleymiş. Oh be!”

“Peki, o sistem, hakikaten tam olarak öyle mi işliyor? İrademiz bir işe yaramıyor mu? Ya da yalnızca basit bir irade sorunu değilse, bu çok yönlü sorunla nasıl başa çıkacağız?” diye soran bulmak zor görünüyor.

Belgeselden notlar

“Ölümlülerin hayatına giren tüm büyük olaylar, beraberinde lânet getirir” sözleriyle başlayan belgesel, daha önce ya da hâlen internet ağlarında üst düzey sorumlulukları olan teknoloji uzmanları ve bilim insanları ile yapılan röportajlar üzerine kurulu. Ayrıca belgeselde yer alan konuşmacıların söyledikleri, aile içinde farklı yaş gruplarından insan temsilleri, kurgusal bir anlatıyı canlandırıyor.

Konuşmacılardan Tristian Harris (Google Tasarım Etiği eski çalışanı, İnsan Teknolojileri Merkezi kurucusu ve başkanı), “Koca bir kuşağın tamamını rahatsız, yalnız, kararsız ve ürkek olduğumuzda dijital bir emziğimiz olduğuna dair eğitiyor ve koşullandırıyoruz. Ama bu, böyle durumlarla başa çıkma yeteneğimizi ne yazık ki köreltiyor” diyor. Sosyal ağların ve internet plâtformlarının kontrolünün bir avuç teknoloji mühendisinin elinde olduğunu vurgulayan Harris, insanların dikkati ve zamanı üzerinden para kazanıldığını belirtiyor.

İnternet plâtformları arasındaki rekabetin dikkat çekme yarışına dönüştüğünü ifade eden Harris, “Teknoloji şirketleri internetteki hareketlerimizi öngören modeller oluşturuyorlar ve en iyi modeli oluşturan kazanıyor” diyerek internet üzerinden insanlık üzerinde oynanan oyuna dikkat çekiyor.

Örneğin Google’da yapılan basit bir aramada her kesimden insana farklı öne çıkanlar sunulduğunu belirten belgeselde ayrıca, Harris’in bahsettiği hareketlerimizi öngören modellerin zaman içinde kendi kararlarını verir hâle geldiklerinin ve bu durumun uzmanların da anlayamadığı bir karmaşa yarattığının altı çiziliyor. Yani önce insanların hangi resme ne kadar baktığı, hangi kişilik tipine sahip olduğu, ne tür bozuklukları olduğu sürekli kayıt altına alınarak hareketleri öngören modeller oluşturuluyor ve sonra bu algoritmalar kendi içinde hızla gelişerek, onu üretenlerin kontrolünden çıkıyor.

Hatırlarsınız, yıllar önce iki yapay zekâ, kendilerine özel, anlaşılmayan bir dil geliştirerek birbirleriyle iletişim kurmayı başarmıştı. Bunu fark eden teknoloji uzmanları bu yapay zekâları imha etmişlerdi. Peki, neden apaçık bir şekilde imha edilen yapay zekâlara benzer özellikte kontrol edilemeyen algoritmalara kimse müdahale etmiyor ve üstelik bunları daha da geliştirmek için uğraşılıyor?

Belgesel bunun cevabının “para” olduğunu söylüyor. Buna göre, hareketleri öngörerek insanların dikkat ve zamanı karşılığında para kazanan şirketlerin üç temel hedefi var:

Meşguliyet hedefi: Kaydırmaya devam etmek için ekran sürenizi artırmak.

Büyüme hedefi: Teknolojiyi sürekli kullanarak olabildiğince çok arkadaşınızı davet etmenizi sağlamak.

Reklâm hedefi: Diğer hedeflerle birlikte reklâmlardan mümkün olduğunca para kazanmak.


Belgeselde, uygulamaların ekranı kaydırarak sayfa yenileme ve bilgilere ulaşma özelliği, kumar makinelerine benzetiliyor. Küçük paralarla çalışan kumar makineleri, sahiplerine çok para kazandırıyor; çünkü az miktarda para karşılığında daha fazlasını kazanmak vaat ediliyor. Bu yüzden, kazanamasa bile çok para harcamadığına inandırılan insanlar, ne olduğunu bile anlamadan kumar salonlarından cepleri boş, hattâ borçlanmış olarak çıkıyorlar.

Sosyal medyanın vaadiyse, insanın ilişki kurmanın yanı sıra takdir edilme isteğini anlık tatmin etme karşılığında dikkat ve zamanını almak. “İki dakika bakıp çıkarım” diye girilen sosyal ağlar öyle bir düzen içinde ki o 2 dakika, bir anda 20 dakika oluveriyor. Bu konuda “Sosyal Medyayı Silmek İçin On Neden” adlı kitabın yazarı Jaron Lanier’in söyledikleri dikkat çekici: “İnternet bağlantısının özellikle genç nesil için öncelikli olduğu bir dünya yarattık. Bununla birlikte, bu dünyada ne zaman iki kişi bağlantı kursa, bunun finanse edilmesinin tek yolu, sinsi bir üçüncü kişinin iki insanı manipüle etmek için ücret ödemesidir. Yani dünya çapında öyle bir nesil yarattık ki, bu insanların içinde büyüdükleri ortamda iletişim ve kültür dedikleri şey, tamamen manipülasyondan oluşuyor. Yaptığımız her şeyin tam merkezine aldatma ve sinsilik koyduk.”

Bu sözler, internette insanların karşısına çıkanların tesadüf olmadığını, açık bir manipülasyonun varlığını gözler önüne seriyor. Reklâm sektörünün pastanın büyük payını aldığı internet sitelerinden, örneğin arkadaşının kendisini etiketlediği fotoğrafa bakmak için giren bir genç, spor ayakkabı alıp çıkıyor. İlk seferinde almasa bile, oluşturulan mekanizma, beğeninin dozunu her geçen gün artırarak insanları ihtiyaç dışı alışverişe yönlendiriyor.

İnsanların yalnızca alışveriş alışkanlıklarına değil, siyâsî tercihlerine de yön verildiği ifade edilen belgeselde, bu durum, “Algoritmalar ve manipülatif politikacılar bizi tetiklemeyi öğrenmekte, gerçekmiş gibi algıladığımız sahte haberleri yaratmakta ve bizim bu yalanlara inanmamız için kafamızı karıştırmakta uzmanlaşıyorlar. Öyle ki, kimliğimiz ve inandıklarımız üzerindeki kontrolümüzü kaybediyoruz” sözleriyle vurgulanıyor.

Belgeselin, tüm bu söyledikleri karşısında elle tutulur bir çözüm önerisi sunduğu söylenemez. Öyle ki, bu algoritmaların yaratıcılarından biri, bir plâtforma olan bağımlılığından kurtulmak için kendisine özel bir yazılım geliştirmiş. Ancak bu bağımlılıklar, yerini başka bağımlılıklara bırakarak devam ediyor.

Devlet politikası ile duruma müdahale edilmesi gerektiği söylense de sosyal ağların politikacıların da çıkarlarını gözetmesi nedeniyle gözetim kapitalizminde köklü değişikliklere gitmenin çok da mümkün görünmediği sonucuna varılıyor.

Belgeselde, söz dönüp dolaşıp belgesel boyunca hükümsüz bir yerde duran ortak iradeye geliyor ve “Gelişmeyi tetikleyenler, eleştirmenlerdir. Eleştirmenler gerçek iyimserlerdir” söylemiyle izleyiciye, içi boş bir farkındalık oluşturma amacı güdüldüğü mesajı veriliyor.

Sonuç

Netflix’in Sosyal İkilem’i, internet çağının getirdiklerini şöyle özetliyor: “Hayatlarımızı bu mükemmeliyet algısının çevresinde düzenledik; çünkü bu kısa süreli sinyallerle, kalplerle, beğenilerle ödül alıyoruz. Sonra bunu değerle, gerçekle bağdaştırıyoruz. Ama bu aslında sadece kısa süren, sahte ve kırılgan popülarite. Bu sizi öncesinden daha terk edilmiş ve boş hissettiriyor. Çünkü sonrasında sizi o korkunç döngüye sokuyor. ‘O hissi geri almak için ne yapmalıyım? Bana tekrar lâzım’ diyorsunuz. Bunun iki milyar insan tarafından yaşandığını düşünün… Sonra insanların diğerlerinin bakış açılarına nasıl tepki verdiğini düşünün… Gerçekten çok kötü!”

Yapılan araştırmalar, sosyal medyada aşırı doz dopamine maruz kalan insanların, daha fazla doza ihtiyaç hissetmeleri nedeniyle yalnızca internet bağımlılığının değil, başka bağımlılıklarının da arttığını gösteriyor. Belgeselde uyuşturucu bağımlılığına benzetilen sosyal medya bağımlılığı, özellikle genç kullanıcılarda dikkat ve odaklanma sorunu yaşanmasına neden oluyor. Bu durumu Edward Tufte, çarpıcı sözlerle özetliyor: “Müşterilerine ‘kullanıcı’ diyen yalnıza iki sektör var: Yasadışı uyuşturucu ve yazılım sektörü...”

Belgesel, sosyal medyanın erken ergenlik dönemindeki çocukların üzerindeki etkisini de bir aile üzerinden hikâyeleştirerek izleyiciye aktarıyor:

İnternetin yaygınlaştığı, sosyal ağlar vâsıtasıyla iletişim kurmaya ortaokulda başlamış 1995 ve sonrası doğumlu çocuklar olduğu için henüz internetin insanlık üzerindeki etkisinin nelere sebep olduğuna yönelik uzun vadeli bir çıktı alınmadı. Ancak “Z kuşağı” olarak da bilinen, Jean Twenge’nin “İ-nesli” olarak tanımladığı 1995 ve sonrası doğan çocukların ortak özellikleri, gelinen noktanın iç acıcı olmadığını, internet çağına adapte olma ümidinin giderek yitirildiğini gösteriyor.

Twenge, Türkiye’de Kaknüs Yayınları’ndan çıkan “İ-Nesli” adlı kitabında, ergenlik çağının başlarında internetle iç içe olmaya başlayan neslin 10 eğilimi olduğunu ifade ediyor ve bunları bilimsel araştırmalar çerçevesinde şöyle aktarıyor:

“Acelesi yok: Yavaş yavaş büyümek… Çocukluğun ergenlik dönemine taşması…/ İnternet: Telefonlarıyla gerçekte harcadıkları zaman ve bunun yerini aldığı şeyler…/ Yan yana değil: Yüz yüze sosyal etkileşimin azalması…/ Güvensiz: Akıl sağlığı sorunlarında kesin artış…/ Dinsiz: Dindeki gerileme…/ Yalıtılmış ama iç güdümlü değil: Güvenliğe verilen önem ve katılımcı yurttaşlıktaki düşüş…/ Gelir güvensizliği: Çalışmaya yönelik yeni tutumlar…/ Tanımsız: Cinsellik, ilişkiler ve çocuk sahibi olma konularında yeni tutumlar…/ Kapsayıcı: Onaylama, eşitlik ve ifade özgürlüğü tartışmaları…/ Bağımsız: Siyâsi görüşler…”

Amerika’da yaptığı araştırmalar üzerinden İ-neslinin ortak özelliklerini ortaya koyan Twenge, “Bu çocuklar son senelerin en kötü psikolojik krizi ile karşı karşıyalar. 2011’den itibaren kaygı, depresyon ve intihar oranları patlamış durumda. 2011-2012, ABD’de akıllı telefonların yaygınlaşmaya başladığı tarih!” diyor ve daha önceki araştırmalarında buna benzer bir durumla karşılaşmadığının altını çiziyor.

Sonuç olarak, “Sosyal İkilem” belgeseline göre bir avuç teknoloji mühendisi, kurguladıktan bir süre sonra kontrolünü kaybettikleri algoritmalarla insanların hayatlarına yön veriyor; yönetilebilir algoritmalarsa, reklâm verenler tarafından pazar oluşturmakta kullanılıyor ve bu durum, “Ücret ödemiyorsanız, ürün sizsiniz” sözleriyle aslında bir tür insan ticâreti yapıldığını ifade ediyor.

Lacan, “İmgesel evrende çocuk, daha bebeklik çağında kendisini annenin, aynı zamanda dünyanın uzantısı olarak görür. Sonra aynada kendini görünce bireyin kendini algılaması başlar. ‘Dünyadaki her şeyden farklı biriymişim’ düşüncesinden hareketle simgesel evrene geçilir. Orada simgelerin, dilin içine girdiği evren başlar” der. Sinemanın bu süreçte ayna işlevi gördüğünü, aşırı alışveriş ihtiyacının da insanın evrenin bir uzantısı olma, evrenle bütünleşme ihtiyacından kaynaklandığını ifade eden Lacan’ın sözleri, âdeta dev bir alışveriş merkezini andıran internetin getirdiklerinin belgesel vâsıtasıyla ekrana aktarılmasının ne anlama geldiğini ortaya koyuyor.

Gerçekliğe en yakın film türü olması beklenen belgeseller de post-truth çağından nasibini almış durumda. Bu yüzden görüntü ve sesi insanın alt benliğindeki korku, cinsellik, şiddet gibi eğilimlerini uyaracak şekilde kullanma işinde ustalaşılmış bir çağda hiçbir filmi, gerçeğin temsili olarak görmemek gerekiyor.

İnternet çağında gelinen durum ne olursa olsun, insanın ayırt edici yetisi olan “irade” güçlendirilebilir ve bu konuda kitlesel hareketler oluşturulabilir. İyi ve kötü belki hiçbir çağda bu kadar çok insanı aynı anda etki altında tutan bir manipülasyonla insanların tercihine bırakılmadı. Ama irade ve ortak irade, bu durumun üstesinden gelebilir.

Her dönemde, çağın koşulları içinde savrulan, fikri ve zikri başkaları tarafından yönlendirilen insanlar çoğunluğu oluşturmuştur. Mühim olan, rüzgâra kapılıp gitmeyecek cesareti göstermek, gücünü diğer insanların kabulü ya da beğenisinden değil, ilke ve değerlerin değişmez yasalarından almaktır.

Hiç kuşkusuz, dünyanın genel gidişatından bağımsız, ilkeleri olan başka türlü bir özgürlüğün peşine düşenler, en ufak bir rüzgârda savrulup gidenler değil, rüzgârı dinleyen ve ona rûhundan üfleyenlerdir.


Kaynakça

Sosyal İkilem Belgesel Filmi/ Jeff Orlowski

İ-Nesli/Jean Twenge

Belgesel Sinema Dersi/ SDÜ İletişim Fakültesi Radyo, TV ve Sinema Bölümü Öğr. Gör. Dr Serdar Gezer

Beyhan Budak/ Dopamin Detoksu İle Beynini Güçlendir: https://youtu.be/mDAO_vHOjXs