Nesimî’nin melâmet hırkası

İnsan, güzel sesine güvenip söylediği klasik bir eserin sözlerindeki anlamı merak etmez mi? Bakıp öğrenmez mi? Bilmeyebilir insan. Öğrenmekse iki üç saniyelik iş. Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp. Yanlış söyleyince, sesin güzelliği de kayboluyor, eserin anlamı ve kalitesi de.

NESİMÎ’ye sorsalar ki “Üstat, şu eserini memlekette kaç kişi doğru söylüyor?”, katılana kadar güler mi, yoksa üzüntüden gözyaşı mı döker, bilinmez.

Şu dediğimiz, meşhur “Haydar Haydar”. Diğer adıyla “Melâmet hırkası”.

Hatasız söyleyebilen pek az nedense.

“Ben melâmet hırkasını” diye başlar ama me’yi, lâ’yı, met’i bir araya getirip “melâmet” diyebilen kaç kişi?

Kiminin dilinde bu “melânet” oluyor. Anlam bakımından belki de en uzağındaki kelime.

Melâmetin anlamını düşünmeden söyleyince melânet de olur, merhamet de.

İnsan, güzel sesine güvenip söylediği klasik bir eserin sözlerindeki anlamı merak etmez mi?

Bakıp öğrenmez mi?

Bilmeyebilir insan. Öğrenmekse iki üç saniyelik iş.

Bilmemek ayıp değil, öğrenmemek ayıp.

Yanlış söyleyince, sesin güzelliği de kayboluyor, eserin anlamı ve kalitesi de.

*

Melânet, “lânetli olmak, lânetlenmek”.

Aynı zamanda “ilenilecek iş, büyük kötülük”.

Melâmet ise bambaşka ve derin mi derin bir anlama sahip.

Bakalım…

Melâmet, “kınamak, ayıplamak ve kötülemek” anlamına gelen bir kavramdır. Tasavvufta, “kınayanların kınamasına aldırmadan doğru yolda yürümek” demektir. İhlâsa önem vererek riyadan kaçınmak, hayrı izhâr, şerri izmâr etmemektir.

İzhâr: Açığa vurmak, belirtmek, göstermek.

İzmâr: Kalpte gizlemek, saklamak, belli etmemek.

*

Biraz merak etmek yeter.

Kütüphanelere koşmak gerekmiyor eskisi gibi.

Herkesin elinde bulunan ve parmak kaydırarak, iki tık tık yaparak, her şey hakkında bilgi edinmek mümkün.

Az buçuk vakit ayıran, kaynaklara ulaşabilir. Tabiî pek çok konuda yanlış bilgiye de rastlanır doğruların yanında.

Çok zahmete girmeden şu açıklamalara rastlarız:

9’uncu yüzyılda Merv, Herat, Belh ve Nişâbur şehirlerini içine alan Horasan’da ortaya çıkıp özellikle Nişâbur’da yaygınlık kazanan ve etkisini günümüzde de sürdüren bu tasavvuf anlayışını benimseyenlere “ehl-i melâmet”, “melâmî”, “melâmetî”, bu akıma da “Melâmetiyye”, “Melâmiyye” (Melâmetîlik) denilmiştir.

*

Melâmet ehli, kendilerini zahitlikle, irfanla, iyilikle göstermeyi de bir kayıt, hatta bir kendini beğeniş ve beğendirme çabasına düşüş bilirler. Bu yüzden kendilerini herkesten aşağı görmek ve göstermek, yapılan hayrı, iyilikleri gizlemek isterler. Kötülükleri, işledikleri günahları ve şerleri ise gizlemeye uğraşmazlar.

*

“Melâmet hırkası” somut bir hırka değil, bir semboldür. Dünya nimetlerinden vazgeçmek, kendini yüksek mevkilerde görmemek ve olgunlaşmak anlamındadır. Dini istismar edenlere karşı kullanılmıştır.

*

“Eğnime” ise “sırtıma” demektir. Eğin, “sırt” anlamında Anadolu’nun pek çok yöresinde kullanılır. Diğer anlamı da “beden, vücut”.

Bilmeyip de “elime” diye söylemek, epeyce komik bir duruma dönüştürüyor eseri. “Yahu ele giyilen eldiven olsa gerek, hırka nasıl giyilebilir ele?” diye akıldan geçiren de olmuş mudur bilemeyiz.

İlk mısrada iki yanlış ile karşımıza çıkıp bu eseri söylediğini zannedenlerin bazıları, “Ben melâmet hırkasını kendim giydim eğnime” diyeceği yerde, “Ben melanet hırkasını kendim giydim elime” şeklinde söylediklerinde kaç çam birden devirmiş oluyorlar?

Saymak zor. İki çam gibi görünebilir. Aslında daha fazlası.

Gelelim sonraki mısrada ne denildiğine.

“Ar u namus şişesini taşa çaldım kime ne?”

Doğru olan budur ama kimi “Ar namus şişesini” diyor, kimi de “Arı namus şişesini”…

*

Leyla ile Mecnun’u hatırlayalım. Ya da Yusuf ile Züleyha’yı, Kerem ile Aslı’yı.

Eskiler “Leyla vü Mecnun” derdi.

Buradaki “vü” kelimesi “ve” anlamında.

İki kelime arasındaki “vü”, bazen “ü”ye veya “u”ya dönüşür. İlk kelimenin sonundaki harfin sesli veya sessiz olmasına bağlıdır bu dönüşüm.

Ar ile namus arasındaki kelime ikiye bölünür. “V”, “İşim çıktı” deyip gider, “u” tek kalır.

“Ar u namus” şeklini alır.

Bazılarının söylediği gibi “arı” ile hiçbir alâkası yoktur. O hayvancıklar bal yapmakla meşgul. Konumuzun dışında.

*

Bu kısa açıklamadan sonra, eserin aslına sadık kalınarak şöyle söylenmesi gerekir:

“Ben melâmet hırkasını kendim giydim eynime

Ar u namus şişesini taşa çaldım, kime ne

Haydar Haydar, taşa çaldım, kime ne

Kâh çıkarım gökyüzüne, seyrederim âlemi

Kâh inerim yeryüzüne, seyreder âlem beni

Haydar Haydar, seyreder âlem beni

Sofular haram demişler bu aşkın bâdesine

Ben doldurur, ben içerim, günah benim, kime ne

Haydar Haydar, günah benim, kime ne

Sofular secde ederler mescidin mihrabına

Yâr eşiği secdegâhım, yüz sürerim, kime ne

Haydar Haydar, yüz sürerim, kime ne

Kâh giderim medreseye, ders okurum hak için

Kâh inerim meyhaneye, dem çekerim aşk için

Haydar Haydar, dem çekerim aşk için

Nesimî’ye sorarlar ki o yâr ile hoş musun

Hoş olayım, olmayayım, o yâr benim, kime ne

Haydar Haydar, o yâr benim, kime ne.”

*

Son beyitte yer alan “sorarlar ki” kısmı da çok karıştırılır. Söyleyene göre değişir.

“Sormuşlar ki” olur, “sordular ki” olur, “sorsalar ki” olur…

En masum değişiklik, “kâh” kısımlarını “gâh” şeklinde söylemek. O tarafını kimse eleştirmez. İş oraya kalsın. Nesimî bile itiraz etmez. Zaten memlekette k-g karışıklığı yaygındır.

Dinlemek isteyenlere Ali Ekber Çiçek en başta gelen tavsiyemizdir.