
İNSANIN var olduğu günden
bu yana dünya hayatı karşısında verdiği bir mücadele vardır. Bu mücadele bir
zaman sapanla olurken bir zaman kılıçla, bir zaman ilimle, bir zaman ise en
güçlü, en donanımlı nükleer/biyolojik silahlar veya insanın aklına ve bedenine
hükmeden bilişim araçları ile olmuştur.
Günden
güne elinde tuttuğu malzeme değişirken verdiği mücadele hiç değişmemektedir
insanın. Doğa ile kendine göre mücadele etmek ve dünya üzerinde biraz daha
fazla yer edinme çabası insan için hep aynı kalmıştır.
Hayat
öyle ya da böyle, bir şekilde bize verilecek olan son saniyeye kadar sürüp
gidecektir. Yaşamak da insan için ölüm gibi kaçınılmaz bir şeydir. Ne var ki,
bu süreci anlamlandırabilmek insanın iradesine ve nasibine göre
şekillenmektedir. Bizim inancımıza göre, “Hiç ölmeyeceğini zanneden
biri gibi çalış, yarın ölecek biri gibi de tedbirli ol” düsturu sabittir. O hâlde
insanın yaşamda yer edinebilmek için çabaladığı her şeyler, öyle ya da böyle
kendinden sonrakilere kalacak en kıymetli değerlerdir. Bunu sadece maddî
anlamda düşünmek veya bu beklentiye girmek, bugüne kadar bize kalan her değere
haksızlık etmektir. İnsandan insana kalan her tecrübe en değerli mirastır.
Şöyle bakın bir etrafınıza,
ne insan elinden geçmemiştir ki? Her nesne, değer, gelenek, görenek, hissiyat,
maneviyat ve dahi hâl bile insandan insana kalır. İnsan, anne ve babası
hayattayken bazen farkına varamaz onların kişiliğine neler kattığının. Eğer
bilirseniz, “hâl”, en değerli mirastır. Yalan söylememek, kitap okumak, muhtaç
olana vermek, hastayı ziyaret etmek, söz vermek ve verilen sözde durmak, hatta
bazen kimseden bir şey beklemeden öylece durmak bile mirastır.
İnsan hayatı her şeyi
öğrenme ve öğretme ile geçer. Kimi zaman farkında olarak, kimi zaman farkında
olmadan gördüklerini içselleştirerek davranışa dönüştürür bu süreçte. Nesilden
nesle geçip giden, durmaksızın süren bir akış vardır. Ne var ki, nesle
aktarılacak bu değerler gün geçtikçe kazandırılamaz bir vaziyete geliyor. Çok
önceleri farkında olmadan içselleşebilen bu değerler günümüze geldikçe
anlatılsa bile yerleşmiyor, görülse bile dikkate alınmıyor, hep bir yerlerde
tıkanıklık oluşuyor.
Yozlaşamaya meyilli
günümüz gençliğine özeneceği tüm davranışları en başta ailede, sonra eğitimle
ve en nihayet toplumsal yaşamın kendi ile verebiliriz. Çocuğa hayatın sırf
maddî koşuşturmaların ötesinde bir anlamı olduğunu, ona adeta kar beyaz kanaviçeyi
işler bir eda ile vermeliyiz. Nazikçe, bir disiplin üzere, severek ve sevdirerek
vermeliyiz. İtmeden, yok saymadan, gönülden temas kurarak, gönlüne dokunarak… Bunlar
birbirinden eksik olmadan, her aşama diğer birinin yerini bilerek verilebilir
ancak bu ruh. En kıymetli hazinenin ruha işlenen maneviyat olduğunu unutmadan
verebilmek ne kıymetlidir.
İnanın, manevî anlamı
olmayan hiçbir şey bir öteye geçemiyor. Bir şekilde ilerliyor belki ama tam “Oldu”
denilen yerde bir kırılma oluyor. Öyle bir kırılma oluyor ki, “Nerede ne yaptım,
nasıl oldu ki böyle bir sonuca vardım?” demekle baş başa kalıyorsunuz. Tüm
çabalara rağmen, kendinizden ne verirseniz verin, bazen o kadar güzel olmaz ki,
“Ancak bu kadar olmaz!” diyorsunuz. O yüzden maneviyat olmayan her şeyin içi
boştur. Geçici, anlamsız, duygusuz ve boşa geçen zamandan geriye bir şey kalmaz
elde.
En büyük sorun ailededir.
Aileler çocuklarına en son teknolojik cihazlarla en çıkmaz sokaklara
sokmaktadırlar. Hani haritası olmayan bir kişi bilinmeyen yerde nasıl şaşakalır
ise, günümüz gençliği de o vaziyettedir. Rotası olmadan, sağa sola savrularak,
nereye kadar gidebilirse o şekilde ilerlemektedir. Sadece diplomaları ile koca
hayatı omuzlayabileceklerini sanıyorlar. Ama hayat öyle zor bir yol ki, sağlam
bir iman ve ahlâk olmadan başa çıkamıyorsunuz. Bir yerde öyle bir kayıp ile baş
başa kalırsınız ki o boşluğu sağlam iman eden kalp dışında hiçbir şeyle telâfi
edemezsiniz.
Tüm bu sebepler bize
gösterir ki, içi boş, ruhu olmayan hiçbir davranış ötekine aktarılamıyor. Hele
severek yapın/yaptırın bir şeyleri, gönlünden dokunan bir insana, bir de sıcak
tebessüm koyun, arada mizacınıza ve doldurun ruhunu aşkla, Yaratan’ın
varlığıyla işte o zaman bir nesil ihya olacaktır.
Bir nesle her şey miras
kalır bu sebeple. Meselâ sıcak bir gülüş kalır, camiden çıkan dedelerin verdiği
küçük bir şekerin verdiği tat, komşunun eline verdiği bir parça kekin kokusu,
duraktaki insanın verdiği gönülden bir selâm, öğretmenin öğrencisine bir
tebessümü, eşlerin birbirine bir bakışı, babanın saçını okşarken verdiği
aidiyet duygusu ve aile olmanın verdiği huzur kalır. O yüzden, “Ben bu nesle ne
verebilirim?” diye soralım kendimize ve kendimizden kopan en değerli davranışı
bırakalım yarınlarımıza.