
İNSAN bu dünyadan ne götürür yanında? Sultan Süleyman kıssasını biliyorum elbette. Hiçbir şey götüremez Sultan Süleyman da olsa. Ancak, “İnsan bu dünyadan ne götürür yanında?” demek istiyorum götürdüğümüzden emin olarak. Geldiğimiz gibi gitmediğimize göre elimiz boş gitmiyoruz. Geldiğimiz gibi kalmadığımıza göre, peki, ne götürüyoruz?
Aklımızı kurcalayan paradoks bir soru bu, farkındayım. Fakat bu soruyu bir kişiye her yaşında yeniden sorsam, farklı cevapları olacaktır. Öyleyse o farklı cevapların bütününü götürüyoruz aslında. O farklı cevapların bütününe yaşanmışlık demek eksik kalıyor. Allah’ın huzuruna yirmi yaşımızda gittiğimizde anlatacaklarımızla kırk yaşında gittiğimizde anlatacaklarımızın farklı olduğu gibi, nasıl bir açıklama yapacağımız da farklı olsa gerek. Çünkü yirmi yılda çok şey alıp gideriz. Yirmi yılda çok servet kazanmış oluruz. Nereden baktığımıza göre değişir ancak yılların yalnızca kendisi dahi bir servet sayılır. Yirmi yıllık hüzün, yirmi yıllık sevinç ve yirmi yıllık şükür… Yirmi yılın sonunda “Keşke” demek ile “Elhamdülillah” demek arasında bir servet… Ne yaşanırsa yaşansın şükredebilmek ile ne yaşanırsa yaşansın “Keşke” demek arasında bir serüven… Ardından veyledilen ya da “İyi bilirdik” denilen bu uzun yolculukta heybemizi dönem dönem mümkün olduğunca boşaltıp yükümüzün türünü değiştirerek devam edişimizde bile bir ironi yok mu?
Yaşarken çok komik olmasa da hayatın kendisi bir mizah değil mi zaten? Geçen yıllar insanın yalnızca yaşını çoğaltmıyor. Gözlerinin kenarlarındaki çizgilere “kazayağı” demek ile “yaşanmışlık” demek arasındaki farkı katıyor. Yüzündeki kırışıklıklar, yerini yılların izlerine dönüştürüyor. Dedim ya, nereden baktığımıza bağlı olarak bir servet kazanıyoruz.
Kendime sorsaydım eğer beş yıl önce “İnsan bu dünyadan ne götürür?” diye, gayet anlamsız gelebilirdi. Ancak şimdi bu soru yüreğimde ince bir sızıya neden oluyor. Hatıralarım, sevinçlerim, bana insan olduğumu hatırlatan hüzünlerim, tutunduğum dallarım, sevdiklerim, sevemediklerim, güldüklerim ve bir türlü beğenemediğim izim… Mürekkebinin tam geçmediğini düşünüp defalarca bastığımız mührün izi gibi kalsın istediğim izlerim... Okunaklı ve çok kez üstünden geçilmiş, besbelli, dünyaya bırakmak istediğim izlerim…
Bu soru yıllar geçtikte beni incitmeye başlamış meğer. Dünyayı bırakmak insana ne kadar zor gelir şimdi. Avuçlarımın içinde sıka sıka taşıdığım çiçeklerin solduğunu düşünmek ne kadar zor gelir. İyi şeylere dair ne varsa bu dünyada, tattıkça ve yaşadıkça zorlaşıyor onları götürmek. Kalbimizin üzerinde dolaşıyor hülyaları ve veda etmek tasavvuru ürkütüyor ince ince. İnsan bu dünyadan götüremeyeceğini bildiği her şeye daha sıkı sarılıyor ve kaybetme korkusu yerleşiyor düşündükçe. Neye sarıldığımıza bir bakınca, fotoğrafımızı çekiyoruz aslında. Ömrümüzü adadıklarımızın fotoğrafı… Güzel bir çerçeveye koyuyoruz zihnimizde. Neresindeyiz o çerçevenin peki? Ne kadarında varız? Yahut şöyle sorayım: Bu fotoğrafın içinde ne kadar kendimiz gibi görünüyoruz? Sığıyor muyuz o kareye? Her şeyin sonunda kalmak istediğimiz şeyle beraber miyiz? Yoksa nesnelerin ortasında, her şeye sahip ve kendimizi yalnız gördüğümüz bir özçekim mi karşımızda?
İnsan bu dünyadan ne götürür, bilmiyorum henüz. Ancak götürmek istediğimiz her şeyle tanışarak büyüsek de önemli olanın çok olmak değil fotoğrafa sığmak olduğunu görünce, küçülüyoruz. Bu dünyadan götürmek istediğimiz her şeye sıkı sıkı sarılarak, kıymet bilerek, son defa tutmuş fakat götüremeyeceğimizin ve gittiğimiz yerde faydası olup olmadığının bilinciyle bir poz veriyoruz. Gülümseyerek… İnsan bu dünyadan götüremeyeceği şeyler için gittiği yerde de beraber olmak isteyeceklerini kaçırmamalı.