Nereden nereye?

Şurası hiçbir zaman unutulmasın ki, iktidar etme sürecinde “saltanat” sürmek isteyen güç sahiplerinin saltanatını “meşrû” kılan (!) şey, bilinçsiz insanların ve halkın saltanat sahiplerine körü körüne verdikleri gönüllü destek, omuz ve baş sayesindedir. Eğer bu omuz ve başlar olmasaydı, “sultanlar” da bu omuz ve başlara basarak saltanat süremeyeceklerdi.

BENİ bu makaleyi yazmaya sevk eden muharrik unsur, birkaç hafta önce güzel memleketimin ücra bir köşesinde vukû bulan ve bu vak’ada söylendiği iddia edilen bir sözün -ki gazetelere yansıdı- zihnimde çağrıştırdığı farklı düşüncelerin ortaya çıkma sebebidir.

Bu söz, gazetelere yansıdığı kadarıyla eskiden bakanlık yapmış ama şimdi bakan olarak muvazzaf olmayan bir siyâsetçinin bir vatandaşa (yerel siyâsetçi) hitâben, “Devletin bakanının yanında sen nasıl böyle konuşabilirsin?” şeklindeki ifâdesidir.

Burada beni ilgilendiren temel nokta, daha önceden bakanlık görevi deruhte etmiş olan sayın siyâsetçinin partisi, ismi ve muhatabına söylemiş olduğu sâir sözler değil, sarf edilen bu sözler arasında geçen “Bakan” kavramına yapılan atıf ve vurgudur. Hâlbuki sayın siyâsetçi el’an aktif bir bakanlık görevi ifâ etmemektedir ama her ne hikmetse görevde olan aktif bir bakanmış gibi eski “bakanlık” sıfatını rahatlıkla kullanabilmektedir.

Bu kullanım tarzı acaba bir kibirlenmenin, bir böbürlenmenin, bir büyüklenmenin mi ifâdesidir, bilemem(!). Ama bildiğim bir şey vardır ki, Sayın Cumhurbaşkanı’nın çeşitli vesilelerle onlarca kez söylediği “Kibirlenmeyin!” sözleri hâlâ kulaklarımda çınlamaktadır. Yoksa “Üzüm üzüme baka baka kararır” özdeyişi hâlâ her mekânda, her makâmda, her zeminde, her mecrada ve her yerde geçerliliğini muhafaza mı etmektedir, onu da bilemem(!).

Bahsettiğim bu durum, konuyla alâkalı farklı düşüncelerin zihnimde canlanmasına sebep olan ve eskiden bakanlık yapmış birisini ilzam eden birinci husûsiyettir.

İkinci husûsiyet, toplumda, bürokraside, siyâsette, medya dünyasında eskiden bakanlık, milletvekilliği ve sâir görevler ifâ etmiş olanlara karşı, sanki onlar hâlâ aktif görevde imişler gibi, “Sayın Bakanım, sayın milletvekilim” vesaire şeklinde muhataplar tarafından yapılan hitap tarzlarıdır.

Denilebilir ki, “Bunda ne var? Bu bir nezâket ve saygı gereği söylenmiş olan mâsum ifâdelerdir”.

Evet, zâhirî olarak ilk etapta durum böyle görünebilir ve böyle de yorumlanabilir ama aslında durumun göründüğü kadar mâsum olmadığı, üzerinde derin derin düşünülüp tefekkür edildiğinde meselenin çok daha ciddî boyutlarda olduğu rahatlıkla anlaşılabilir.  

Hele konu sosyolojik, psikolojik, kültürel ve yönetimsel açıdan incelendiğinde, yönetim felsefesi ve kitle psikolojisi algısına göre yönetilen her insana ve geniş halk kütlelerine karşı sistem tarafından subliminal olarak birtakım mesajlar verildiği, ne pahasına olursa olsun her zaman ve her durumda kurulu düzenin ihdas ettiği sürüleştirme politikalarının ilânihâye geçerli ve berdevam olmasının zemininin hazırlandığı ve zâten eskiden beridir de durumun böyle olduğunu yaşayan her insanın bildiğini bilmek bizim bilgimiz dâhilindedir.

Uygulanan bu politikalar nereden gelirse gelsin, kimden gelirse gelsin, hangi renkte olursa olsun hiç değişmiyor. İster laik-Kemalist çevrelerden, ister küreselci-liberal çevrelerden, ister Solcu-sosyal demokrat çevrelerden, ister Sağcı-milliyetçi çevrelerden, isterse de muhafazakâr-İslâmcı çevrelerden gelsin, hiç fark etmiyor. Çünkü sorun, sistem ve de güç devşirmek isteyen insan sorunudur.

İşte durum böyle olunca, yukarıda tartışılan konuyla ilgili olarak ortaya çok önemli bir mesele çıkmaktadır. Muvazzaf (görevde) iken yasaların kendisine tanıdığı yetki çerçevesinde makâmın gücünü alabildiğine kullanan kişi, deruhte ettiği o görevi sonlansa bile, yaşadığı sürece kendisine önceden tevdi edilmiş (verilmiş) olan o pâyeyi her zaman ve her yerde daimî olarak kullanmak ve bu pâyenin getirisinden de ilânihâye faydalanmak istemektedir. Aralarında fark olsa bile, bir nev’i 1961 Anayasası ile ihdas edilen “tabiî senatörlük” uygulamasında olduğu gibi…

Sistemin sahipleri pozitif ayrımcılık yaparak zamanında birilerini (darbeci subaylar ve eski cumhurbaşkanları) seçim olmadan ölünceye kadar tabiî senatör ilân etmiş ve devletin bütün imkânlarından alabildiğine faydalandırmıştır. Daha sonra bu uygulama 1982 Anayasası ile kaldırılmıştır.

Hâlbuki “bakanlık” görevi kazanılmış bir hak değil, bir irâde tarafından verilmiş olan bir “pâye”dir. Eğer böyle olmasaydı Sayın Cumhurbaşkanı kimi eski bakan, başbakan ve cumhurbaşkanı için “Sizi oraya getiren bir irâde vardır” diye hiç der miydi?

Konuyla alâkalı olarak bu menfî tutum ve yaklaşım biçimi sistemin sahipleri tarafından (siyâsetçiler ve diğerleri) üretilmiş olan sorunun birinci veçhesidir. İkinci veçhesi ise buna teşne olan halkın tutum ve davranışlarıdır.

Şurası hiçbir zaman unutulmasın ki, iktidar etme sürecinde “saltanat” sürmek isteyen güç sahiplerinin saltanatını “meşrû” kılan (!) şey, bilinçsiz insanların ve halkın saltanat sahiplerine körü körüne verdikleri gönüllü destek, omuz ve baş sayesindedir. Eğer bu omuz ve başlar olmasaydı, “sultanlar” da bu omuz ve başlara basarak saltanat süremeyeceklerdi. Ama şimdi nerede bulacaksınız saltanat sahiplerine körü körüne biat etmeyerek başkaldıran büyük imam (İmam-ı Âzam) Ebu Hanifeleri ve Hüseynî bir duruş sergileyen şehit İmam Hüseyinleri?

Yine şimdi nerede bulacaksınız “Ben doğru yoldan ayrılırsam ne yaparsınız?” diye cemaate (halka) soran şuurlu ve sorumluluğun farkında olan Hazreti Ömer’e karşı “Ya Ömer! Sen doğru yoldan ayrılırsan, seni şu eğri kılıcımla düzeltirim” diyecek kadar cesur, mert, şuurlu ve sorumlu Müslümanları?

Gördüğünüz gibi, durum nereden nereye geldi. “Doğru yoldan ayrılırsam ne yaparsınız?” anlayışından “Sen devletin bakanının yanında nasıl böyle konuşursun?” anlayışına…

Şu kibre, şu kibriyata bakınız, Allah aşkına!

Sanılmasın ki bu, bugünün sorunu. Yüzyılların sorunudur bu. Her devirde görülen ve görülecek olan temel bir sorun… Çünkü bu sorun, güç tutkusuyla yanıp tutuşan kadîm insanın kadîm bir sorunudur ne yazık ki!