Nereden nereye?

Eğitim ve kültür, gelecek on yılları, gelecek yüzyılları etkileyecek uzun vadeli konulardır ve uzun vadeli yatırımlar gerektirir. Kitabı, dergiyi basite almamayı, desteklemeyi ve güçlendirmeyi gerektirir. Yalnızca KDV’yi indirmek yetmez, kâğıdında ve baskısında aynı yüksek oranla devam eden vergiler de gözden geçirilmeli, dağıtım hususunda kolaylıklar sağlanmalıdır.

ESKİ zamanların Türkiye’sinde hastaneler perişandı. Sağlık sistemi çökmüş, yerlerde sürünüyordu. Yerde sürünen sadece sağlık sistemi değildi, hastanelerdeki hastalar da aynı durumdaydı. Hastaneye ziyaret niyetiyle sağlam giren bile hasta çıkardı.

Uzun kuyruklar, sıra kapma yarışları sıradan görüntülerdi. Sabahın köründe gelmesine rağmen o güne sıra alamayan, bir sonraki gün geceden gelir, yorgan yastık getirerek hastane bahçesinde beklerdi. Doktorların başını kaşıyacak vakti olmaz, günde yüzlerce hastaya yetişmek zorunda kalır, sinir gerginliği içinde görev yapmaya çalışırlardı. Hemşireler ve diğer sağlık görevlilerinin de durumu farklı değildi. Sık sık patırtı çıkar, kavga edilirdi.

Güç belâ muayene olma fırsatı bulan, sıra ilâçları almaya gelince ayrı bir mücadeleye girmek zorundaydı. İlâçların üçü varsa, beşi yoktu çünkü.

Rahmetli Savaş Ay’ın yaptığı hastane röportajlarının efsane oluşu bu yüzdendir. Bu konular açıldığında, sağlık sistemini kalabalık konuk grubuyla tartıştığı sahneler gözümüzün önüne gelir.

Hastanelerin nasıl pis, nasıl kir içinde olduğuna dair görüntülere bugün bile bakmakta zorlanırız. Sanki ekrandan pis kokular yayılmaktadır.

Evet, tam olarak böyleydi! Hattâ bundan daha fazlasıydı. Bugünün Türkiye’sinde ise hastaneler pırıl pırıl. Randevu almak basit bir işlem. Hastane kalabalık olsa bile sıra bekleme, sıra için kavga etme gibi hâdiseler yok. Dünyanın en güzel, en büyük, en şık hastanelerine sahibiz artık. Bu yüzden yurtdışından tedavi olmak için gelenlerin sayısı azımsanmayacak miktarda. Sağlık turizminden kazanç sağlıyoruz.

***

Türkiye’nin eski zamanlarında yollar perişandı. Gidiş geliş, aynı dar yola sığmak zorundaydı. Hele yokuşlarda çekilen sıkıntıyı o yollarda direksiyon sallayan eski şoförlere sorun da anlatsınlar.

Öne bir kamyon denk gelir. İnleye inleye yokuşu tırmanmaktadır. Arkasında uzun bir kuyruk oluşur. Sabırlar tükenir. Sinir harbine dönen yolculuk sırasında, adım adım ilerlemekten fena hâlde sıkılan şoförlerden biri, öndekileri sollamaya kalkar… İşte o an, karşıdan kaptırmış gelen bir başka araçla burun buruna gelirdi!

Konvoy hâlinde ilerleyen araçların arasında boşluk bulabilirse, zorla da olsa araya girer. Bulamazsa, kafa kafaya çarpışır. Bazen üç ölü, beş yaralı…

Hele bazı yollar vardı ki, geceleri radyo ve televizyonun on bir haberlerinde mutlaka o yollardaki kazaların raporu verilirdi: “Şu kadar kişi öldü, bu kadar kişi yaralandı…”

Karadeniz’de, Toroslarda, doğu bölgelerinin belli noktalarında mimlenmiş yerlerdi bunlar. Her gün muhakkak birkaç kişi can verirdi.

Türkiye’nin eski zamanlarında yollar böyleydi. Bolu Dağı Tüneli kaç hükûmet, kaç bakan eskitti de bitmemişti. Hakkında efsaneler bile türetildi. Bir ara, “Madem bir türlü bitmiyor, o hâlde soğuk hava deposu yapalım, patates soğan saklayalım” fikri bile ortaya atılmıştı. Sonrasını biliyorsunuz. O tünel kısa zamanda tamamlandı, hizmete açıldı. Ardından nice tüneller açıldı, nice köprüler kuruldu. Gidiş ayrı, geliş ayrı yollar yapıldı. Adına “bölünmüş yollar” denildi. “Duble yollar” denildi.

Şimdi kimse “Karşıdan gelen var mıdır?” diye düşünmüyor öndeki aracı sollarken. Sadece aynaya bakmak yeterli. Dünya yüzünde yolları en kaliteli ülkeler arasında yerimizi aldık. Her biri sanat eseri gibi...

İstanbul Boğazı’nda eskiden yalnızca iki köprü vardı. Bugün üçüncü köprü var, denizin altından geçiş imkânı var. Raylısı, lâstiklisi… Sırada yenileri bekliyor.

Büyük emeklerle hazırlanan, ayakta durmaya çalışan bu dergiler, köşeyi dönmek maksadıyla yayınlanmamaktadır. Bin bir zorluğa rağmen hizmete devam etme gayreti içinde olduklarını görmek, o soylu hizmete destek vermek, yükünü hafifletmek, kısacası elinden tutmak millî bir vazifedir. 

***

Bir zamanların Türkiye’sinde askerin rolü, ülke savunmasından ziyâde, belli aralıklarla darbe yapmak sanılmaktaydı. Darbeler mutat hâle gelmişti. On yıl geçtiği zaman, birileri kıpırdanmaya başlar, “Nerede kaldı bu darbe?” diye beklentiye girer, huysuzlanırdı. “Genelkurmay binasının ışıkları dün gece sabaha kadar yandı, yakında bir şeyler olacak” diye yazanlar, konuşanlar yadırganmazdı bile. Hükûmeti hizaya sokmak gibi bir görevleri olduğu zehabına kapılmıştı asker milleti.

Daha harp okulunda öğrenciyken, kendi kafasından konsey kurmaya niyetlenenler olurdu; hatta askerî lisedeyken… “Filanca ile olur, falanca ile olur, ötekiyle olmaz” diye akıllarından geçenler ileri yıllarda muhtemelen şekil değiştirebilirdi ama anlayış hep aynı kalırdı.

***

Türkiye’de bir zamanlar teknoloji de ilkel seviyedeydi. Çuval yaptığımız zaman mutlu olurduk. Toplu iğne üretir, “yerli malı” derdik.

Üretimden anladığımız, domates, biber ve patlıcan gibi tarım ürünleriydi. “Şu kadar buğday ürettik, bu kadar zeytin yetiştirdik”… Helâl bize!

Ne kadar garip geliyor bugün bakınca. Çünkü insanımızın iyi niyetle giriştiği her hareketin önü kesilmişti. Evvelce yaptığımız uçaklar toprağa gömülmüştü. Yerli üretim otomobiller, benzini bitti diye terk edilmişti.

Sonra biraz daha akıllandık da bazı ciddî işlere tekrar giriştik. Bu defa yine büyük engellemelerle karşılaştık. ASELSAN mühendislerimiz bir bir öldürülüyordu. Gencecik mühendislerimizi koruyamıyorduk. Katillerinden hesabını soramıyorduk. O cinayetler kayıtlara “intihar” olarak geçiyordu.

***

Yurtdışından aldığımız silahların kullanma talimatı vardı. “Şurada kullanamazsın, burada kullanamazsın, şunlara karşı çalıştıramazsın” vs.

İHA’ları bir ülke vermez, diğeri arıza durumunda bakımını aksatır, kullanımı sırasında yanlış koordinatlar verirdi. Bize düşense oyuncak gibi havada ara sıra uçurmaktan ibaretti. Gerekli istihbaratı sağlamıyorsa, dahası yanlış istihbarat veriyor ve düzenli bakımı yapılmıyorsa ona İHA denmez, “OHA” denir.

Bugün ise büyük hamleler içindeyiz. Bakın, neler yapıyoruz: T129 Atak helikopteri… Altay millî tank… T-155 Fırtına obüsü… Bora-12 keskin nişancı tüfeği… TÜBİTAK akıllı bomba… Hürkuş eğitim uçağı… Pars zırhlı muharebe aracı… MPT piyade tüfeği… Kasırga TR-300 füze… TÜBİTAK Som füzesi… ROKETSAN Umtas tanksavar füze sistemi… İDA (insansız deniz aracı)… Gözcü mini insansız hava aracı… Anka insansız hava aracı… Göktürk millî keşif uydusu… Akya millî torpido… Kobra zırhlı tekerlekli araç… BMC Kirpi… Arma zırhlı muharebe aracı… Atmaca millî gemisavar… Milgem millî gemi…

Yeter mi? Şimdilik...

İleride yeni maddeler de ekleriz Cenâb-ı Allah’ın izniyle.

***

Eski Türkiye’nin üniversitelerinde başörtüsü en büyük problemdi. “İlimmiş, bilimmiş, araştırmaymış hepsi bir yana, başörtüsü bir yana” der, dekanı, rektörü bununla uğraşırdı. İş hayatında başörtüsü aynı şekilde yasaktı. Meclis’teki o çirkin tavırları hatırlayın! Bir parça bez ile ülkenin temelden yıkılacağını sanıyordu bazı akl-ı evveller.

Bugün artık öyle bir problem kalmadı. Başörtüsüyle öğrenciler okuyabiliyor, memurlar çalışabiliyor, her makamda yer alabiliyor ve ne lâiklik elden gidiyor, ne başka bir olumsuzluk yaşanıyor.

***

Bütün bunları niye saydık? Neredeeen nereye geldiğimizi hatırlatmak için. Peki, her şey bu kadar mı? Değil! Başka gelişmeler de var. Ya aksayan taraflar?

İşte zurnanın zırt dediği yer burası!

İki kelime ile özetlemek mümkün.

1: Eğitim… 2: Kültür...

Bu alanlarda ciddî sıkıntılar yaşadık ve yaşıyoruz. Ancak dile getirmek bile kolay değil. Kimsenin bu hususlara eğilmek gibi bir niyeti yoktu. Tâ ki günün birinde Reis bu zaafa temas etti, işte ondan sonra bazı mahfillerde zikredilir oldu.

Bu bir problemdir. Eğitim ve kültür, gelecek on yılları, gelecek yüzyılları etkileyecek uzun vadeli konulardır ve uzun vadeli yatırımlar gerektirir. Kitabı, dergiyi basite almamayı, desteklemeyi ve güçlendirmeyi gerektirir. Yalnızca KDV’yi indirmek yetmez, kâğıdında ve baskısında aynı yüksek oranla devam eden vergiler de gözden geçirilmeli, dağıtım hususunda kolaylıklar sağlanmalıdır.

Gençlerin ayrı bir dünyası var. Onların eline birer bilgisayar vererek ilerlemeyi ummak olmaz. Geçmiş ile gelecek arasında köprü olmayı başarmak zorundayız. Aksi hâlde yarına ümitle bakmak hayâl olur. Köprü sağlam olmazsa, geleceğe ne kalacak?

Kuşaklar arasındaki yaş aralığı eski dönemlerde yirmi yıl civarında iken, zaman içinde on yıla, sonra beş yıla indi. Şimdilerde ise aralarında iki üç yıl fark bulunanlar bile kuşak farkından bahsediyor. Sağlam ve güçlü kültüre sahip bir millet olarak, gençlerimizin aynı çizgide yürüdüklerini söylemek mümkün mü? Elli yıl önce yazılan kitapları anlamakta zorlanan yeni nesillere başka bir ülkede rastlayamayız. Ne Almanya’da, ne Fransa’da, ne İngiltere’de, ne Japonya’da, ne Çin’de, ne de Afrika’nın herhangi bir ülkesinde… Bu ayıp bize yeter! Daha fazlasına lüzum yok.

Burada anlaşıyorsak, bir şeyler yapmak gerektiğinde de aynı fikirde olmak zorundayız. Kültür ve sanatın yalnızca belli alanlarına yönelik değil, bütün dallarına müşfik davranmakla işe başlayabiliriz.

Kütüphanelerimiz dergi mezarlığıdır. Kitapla ilgili herkesin evindeki raflarda mevta olmuş dergiler saklanmaktadır. Hem de ne güzel, ne kaliteli yayınlardır onlar. Aralarına yenileri eklenmesin. Zira büyük emeklerle hazırlanan, ayakta durmaya çalışan bu dergiler, köşeyi dönmek maksadıyla yayınlanmamaktadır. Bin bir zorluğa rağmen hizmete devam etme gayreti içinde olduklarını görmek, o soylu hizmete destek vermek, yükünü hafifletmek, kısacası elinden tutmak millî bir vazifedir. Okuyan yazan gençleri pişman etmemek, küstürmemek millî bir vazifedir.

Eğitim, kültür ve sanat alanlarında çok kafa yormak, millî bir vazifedir. Bu konularda da ileride “Neredeeen nereye?” diyebilmeliyiz. Aksi hâlde, gelecek hepimize kötü gelecektir.