Neleri paylaşmayı unuttuk?

Sıra arkadaşlıklarımız vardı bizim; şimdiki gibi tek tek oturulan, sandalyeden uyarlanmış sıralar değildi o günkü sıralar. Bazen ders sırasında fısıldaşıp teneffüslerde ne yapacağımızı konuştuğumuz, bazen de silgi, kalemtıraş alışverişi yaptığımız sıralardı onlar.

EĞER tadını bilirseniz, ekmeği paylaşmak, ekmekten daha lezzetlidir…

Geçtiğimiz Kurban Bayramı, kendi açımdan hüzünlü bir bayramdı. Bayramdan birkaç gün önce kadim bir dostumu kaybettim. Bakmayın tek kelimede “Dostum” dediğime, aslında yılların yaşanmışlığını kaybettim.

Sadece toplamda bir ay süren bir hastane süreci sonrasında, sanki her şey oldubittiye gelmişçesine oluverdi. Öncesinde sapasağlam olan bir vücûdun geçirdiği basit bir ameliyat netîcesinde kapmış olduğu hastane enfeksiyonu nedeniyle sönen bir hayattı dostumunki. 44 yaşında her şeyi geride bırakarak gitti. Geriye, henüz okul çağında iki evlât bıraktı. Sağlığında gözünden bile sakındığı iki evlât…

Üzüntümü kısaca özetledikten sonra asıl gelmek istediğim konu şu: “Biz neyi paylaşamıyoruz?” sorusuna cevap bulabilmek… Daha doğrusu, neleri paylaşabiliyorken neleri paylaşamaz olduk da “mutsuzluk” kavramına bir tuğla daha ekledik?

Ömür dediğimiz ve ne zaman nokta konulacağını bilmediğimiz bir akışta o kadar hızlı yol alıyoruz ki birbirimizin gözlerine bile bakamadan gündelik telâşede kayboluyoruz. Hayatımız “Daha sonra!” ya da “Sonra”lara emanet...

Kurban Bayramı’nda babaannem (şimdi de annem aynını yapıyor), kurban kesildikten sonra etleri pay etmek üzere keserini ve kütüğünü önüne alır, bizden önce “Bu kurbanda hakkı olanın hakkını teslim etmek gerekir” derdi. Pay etmek, “bölüşmek ya da bölüştürmek” gibi anlamları barındıran bir ifade. Burada söz konusu, sadece kurban etinin paylaşılması değil, bu hakkın hak sahiplerine bir an önce ulaştırılmasını sağlayarak sanki aynı sofraya oturmuşçasına mutluluk ve bayram neşesinin paylaşılması, ihtiyaç sahiplerinin bayram sevincine dâhil edilmesiydi.

Küçük bir çocuğun cebine bayram harçlığı koyarak ya da bayram ziyaretine gelenlere kurulan yer sofralarında paylaşımlar olurdu. O günlerden, “Ne gerek var bütün bunlara? Gerek var mı?” sorusunun sorulduğu günlere geldik.

Sıra arkadaşlıklarımız vardı bizim; şimdiki gibi tek tek oturulan, sandalyeden uyarlanmış sıralar değildi o günkü sıralar. Bazen ders sırasında fısıldaşıp teneffüslerde ne yapacağımızı konuştuğumuz, bazen de silgi, kalemtıraş alışverişi yaptığımız sıralardı onlar. Aynı odayı paylaştığımız kardeşliklerimizi hatırlıyorum; üzüntü ve sevinçlerimizi sabahın erken saatlerine kadar konuşarak geçirdiğimiz, çocukça da olsa sorunlarımıza hep birlikte çözüm üretmeye çalıştığımız odalardı.

Tıpkı bir ağacın toprak ve suya olan ihtiyacı kadar gerçek ve kaçınılmaz olan, insanın duygularına tutunacağı, kendisine güvenip sırtını yaslayabileceği birinin olması. “Paylaşmak” derken anlatmak istediğim, sosyal ağlarda paylaşılan resimler, havada uçuşan yerli yersiz bilgiler, ahkâm kesen mesajlar değil, birebir, göz göze, gönülden gönle, el ele ve candan paylaşımlar…

Şimdilerde hiç olmadığımız kadar yakın, lâkin bir o kadar da uzağız. Asırlar önce hayâl dahi edilemeyen aletlerle görüyor ve konuşuyoruz konuşmasına ama samîmi dileklerimiz camın arkasında hep. Aynı evi paylaştığımız nine ve dedelerimiz, halamız, amcamız, dayımızdan öğrenirdik örf ve âdetlerimizi. Dedelerimizden “er”, ninelerimizden “hatun” kelimesinin anlamını öğrenirdik. Hem de birebir yaşayarak, görerek... Kaydederdik ruhumuza ve aklımıza olanları. Her geçen gün uygulamaya konan yenilikler, ne yazıktır ki kültürümüzü, gelenek ve göreneklerimizi bir sonraki nesle aktarma noktasında yetersiz kalmaktadır.

Aynı mahalleyi, aynı sokağı paylaşırdık, gelip geçerken selâmlaştığımız komşularımız vardı. O gün selâmı alışındaki ses tonundan anlaşılırdı üzüntüsü, kaygısı, mutluluğu. Oyunlarımızı paylaşırdık. Eğlenceye ortak olduğumuz gibi, yapmışsak bir muzırlık, ona da ortaktık. Bu ortaklıklar, sonuçların ağırlığını alırdı üzerimizden, yıkılıp kalmazdık yaşananların altında.

“Bugün geldiğimiz noktada…” cümlesinin devamını ise sizin tamamlamanızı istesem, eminim hepinizin söyleyeceği bir çift söz vardır. Benim söyleyebileceğimse şu: Bırakın paylaşmayı, birbirimize değmeden yaşamaya meyilli bir şekilde gün geçtikçe araya duvarlar örüyoruz. Aynı otobüsü, dolmuşu paylaşır, varacağımız yere gidene kadar sohbet ederdik ve belki de bu yüzden agresif değildik. Daha hoşgörülü, daha güleçtik.

Sıkça duyduğumuz “Ne yaparsam yapayım mutlu olamıyorum, yaptığım hiçbir şeyden zevk almıyorum” cümleleri, “Kendimi sürekli mutsuz hissediyorum” cümlesinin tamamlayanları. Bütün bu cümleleri kurmamızdaki ana sebep, “paylaşma” kelimesini lügatimizden çıkarmak için ekstra çaba sarf etmemizden sanki. Bazen de “paylaşmak” kelimesin anlamına sadece maddiyat penceresinden bakıyoruz. Oysa insan, mutluluğu, huzuru, değerlerini ve gücünü, başkalarıyla paylaşımda bulunarak elde eder.

Hepimiz yaşadığımız toplumun birer üyesiyiz ve farklı yeteneklere sahibiz. Bu nedenle her daim birbirimize ihtiyacımız var. Hayatı anlayabilmek, dışa dönük bir yolculuk gerektirir. Yaşadığımız hayatı başkaları ile paylaşmak, bize bu yolda farklı edinimler, bilgi, tecrübe ve yeni bakış açıları kazandırır.

Yazımın başına eklediğim Üstad Necip Fazıl’ın cümlesindeki gibi, ekmeği lezzetli kılan, aslında içine katılan paylaşma duygusu. İçinde bulunduğumuz dünyada maddî-mânevî sahip olduklarımızı paylaşırken, bu dünyada yolcu olduğumuzu unutmayalım derim.

Güzelliklerle bezenmiş, paylaşımlarla süslü, mânevî değerlerle yüklü uzun bir yolculuk diliyorum…