Nefretsiz bir düşünmek eylemiyle hakikate, bilgiye ve gerçeğe yolculuk

Ömrünce İslâm’ı araştıran bir kindar, İslâm’la şereflenemez. Yani araştırmak ve öğrenmek, ancak gerçeklere sağır ve dilsiz olmadığımız sürece gerçeği yansıtır. Nefretin yer aldığı bir öğrenme süreci, hakikati kendi kalbinde bile çarpıtacak ve kendini hakikatten mahrum bırakarak kendine zulmedecektir. Hakikati çarptıran dilsiz ile gerçeği duymazdan gelen sağır, Allah indinde canlıların en aşağı derecede olanlarıdır.

“Allah katında canlıların en aşağı derecede olanları; sağır, dilsiz ve düşünemez olanlarıdır.” (Enfâl, 22)

DÜŞÜNEREK başlamalı işe...

Sanatı ve ilmi Batı’ya atfeden bir şahıs (!) ile zamanında bu tartışmayı yaşamıştım. Savunduğu şey, bilginin her şeyden önce geldiğiydi. Şimdi böyle bir cümle ilk duyuşta mantıklı bile gelebilir. Fakat bunun mesnedi yok yazık ki...

Akıl, bilginin ev sahibi... Öncelikle aklı bilgiye götüren bir dizi etkiden söz etmek lâzım gelir. Bunlardan ilki, “merak” duygusu...

İnsan; merak etmeden öğrenmeye, bununla birlikte bilgiye ulaşamaz. Karşılaştığı bilgi tohumları da akılda uzun ve derin bir yer edinemez. Bilginin insanda kalıcılığı, öğrenmeden önceki isteğin ve öğrendikten sonra üzerine düşünülen zamanın niceliğiyle eşdeğer.

Enfâl Sûresi’nin 22’nci âyetinde, gerçeği göremeyen, gerçeğe aklıyla erişemeyen ve doğru bilgiye kulaklarını kapatmış, doğru sözü dile getirmede dili tutulmuş ve tüm bunların sonucundaki hayrı muhakeme edemeyen bir canlı türünden bahsediliyor. Âyet-i kerîmenin farklı meallerinde “canlılar” yerine “hayvanlar” adlandırmasına da rastlıyoruz. Bir mealde de bu adlandırma “yerde debelenenler” olarak ifade ediliyor. Benim buradan anladığım; düşünen, anlayan ve anlatan bir canlıya “insan” deniliyor. Aklı kullanmayı reddeden ve doğruya kendini kapatmış bir canlı, Allah katında değer görmüyor.

Mezkûr şahsın Batı’yı överken yaptığı şey, Doğu’ya ve İslâm’a nefret kusmaktı. Nefretin olduğu bir ortamda gerçekçi verilerden ve bu verilerle elde edilen tespitlerden bahsetmek zaten mümkün olmaz. Böyle bir insan, menfi duygularla olayları yorumlayan ve kinle büyütülen fikirlerle tespitlerde bulunan kişinin, âyette de olduğu üzere, düşünmek ve akıl erdirmek gibi eylemlerle yakın bir teması bulunmuyor.

Bir bilgiyi alırken ve verirken içinde sevgi ve tarafgirlik olmasına gerek yok ama sevginin eşlik ettiği bir bilgi doğru olabilir. Fakat içinde nefret ve kin varsa, orada doğruluktan bahsedilemez. Doğru bilgi sevgiye ulaştırabilir, fakat kini büyüten ve besleyen ancak şahsî algılar olabilir. Mezkûr şahsın sergilediği Batı güzellemesi ile Doğu şathiyesi, şu an için dile ve kaleme gelemeyecek kadar geçersiz…

Fakat diğer konumuz olan, “bilginin her şeyden önce geldiği” tezine değinebiliriz. Her şeyden kastı; akıl, merak ve düşünme eylemi...

Bilginin insanı başka bilgilere ittiği doğrudur. Bir bilgi başka başka öğrenme telâşelerini meydana getirebilir. Edinilmiş ve sindirilmiş bir bilgi ile insan, daha fazla düşünmeye ötelenebilir. Fakat nasıl ki bilgi önce meraka ve düşünmek duygusuna itiyor ve böylece başka bilgilere ulaşmayı mümkün kılıyorsa, öncesinde de bu duyguların var olması gerekir ki kendine ulaşmak da mümkün olsun.

Bilginin öncesi ve sonrası...

Şayet inandığınız ve savunduğunuz bir kavrama düşünmeden, araştırmadan ve aklı meşgul etmeden ulaştığınızı savunuyorsanız, bu bilginin doğruluğu mesnetsiz kalır. Şöyle ki; ateşin kızgın ve yakıcı olduğu bilgisine sadece düşünerek varılmaz, doğru... Öncesinde de “Acaba ateş sıcak mıdır?” sorusuyla da başlamaz. Ama ilk tanışıklık sürecinde ateşin görüntüsü ile insan beynine giden bir uyaran olduğu da ayan beyan ortada...

“Ateş nedir, neden kırmızıdır, ateşe dokunmak iyi midir, kötü müdür?” minvâlinde sorular, bilginin oluşmadığı bir düşünme evresi için gayet akla yatkın görünüyor. Tabiî öncesinde bize soruları sormayı mümkün kılan bilgilerin de düşünme ve merak sonucu edinildiğini varsaymalı.

Dokunmak ile anlamanın ve tanımanın mümkün olduğu da, bir düşünme ile başlayan araştırma ve öğrenme programıyla tespit edilmişti. Ateşin yakıcılığını kitaplarda okumayan, geçmiş birikimlerden öğrenmeyen kişi, görmekle başlayan bu tanışıklıkta bir merak duygusuna nail olur. Merak, insanın düşünmesine ve bilgi edinebileceği yollar aramasına sebep verir. Bundan sonrası da inkâr edilemez gerçeklikleri deneyimlemek ve düşünerek sonuca ulaşmak olacaktır. Ateşe dokunarak ya da başka materyaller vasıtasıyla ateşin yakıcı etkilerine mazhar olan kişi, bundan sonrasında yeni öğrenmelerin de eşiğine gelir; “Ateş nasıl söner, ateş nasıl tekrar yakılır, bu ateşle neler yapılabilir?” gibi... Tüm bunlar da yeni araştırmaların, üzerine düşünmelerin ve içsel tartışmaların doğurganlığını üstlenir.

Sadece bir emsal üzerinden yola çıkınca bile olayın nasıl bir döngüyle devam ettiğini gözler önüne seriyor. Merak duygusu düşünmeye ve öğrenmeye götürürken; edinilen bilgi, yeni bir merak duygusuna ve yeni öğrenmelere yol açıyor.

İlk bilgi

Akılla erişilemeyecek bilgiler de var elbette... Bunlar yaratılıştan gelen ve yeni öğrenmelere insanı hazır hâle getiren olgular. En basitinden en kompleks olanına kadar, varoluşumuzla birlikte tereddüt etmeden kabul ettiğimiz bilgiler var kâinatta...

İnsanın konuşabilen bir varlık olması fakat bunun Allah tarafından bir zaman dilimine yayılarak başarılması da bu bilgilerden biri. İnsan doğar doğmaz tüm melekelere sahip olmuyor. Konuşmak, yürümek gibi en temel gereksinimler insana zamanla veriliyor. Fakat yürümeyi ve konuşmayı zamanla öğreniyor olmamız, bu bilgilerin İlâhî birer öğreti olduğu gerçeğini değiştirmez.

Yürümek ve konuşmak bir ihtiyaçtır. Bu, düşünülerek yapılan bir eylem nispetinde de değildir. İnsan bunun kaçınılmaz olduğu bir âlemde yaratılmıştır. Bu İlâhî bilgi, insan aklıyla edinilen ve öğrenilen bir bilgi değildir. Tıpkı konuşulan diller ve bu dillerin yayılış şekli gibi... Tüm bunlar, var olan bir bilgi ve mucizedir. Bunlar var olduğu için yeni yeni bilgilere ve düşüncelere itebilir. Ama hiç olmadıklarını varsaydığımızda, “Neden yok?” diyecek bir akla sahip değiliz. 

İnsanın varoluşuyla birlikte ilk bilgiler arasında, “tabiatla gösterdiğimiz uyum” sayılabilir. Bir toprak parçası üzerinde olmak ve bize verilen bedeni hissetmek, İlâhî olarak kodlanmış bir bilgi; düşünmek ve akıl erdirmekle edindiğimiz bilgiler kapsamında değil. Meselâ ilk insan Hazreti Adem ve Havvâ, yasak elmayı gördüklerinde bir ağacın ve elmanın varlığına şaşırmışlar mıdır?

Ya da bir çocuk, hayatı tanırken bunu akıl almaz bir hayretle mi yapar?

Hayır!

Sadece o yeni objenin ne olduğunu ve ne işe yaradığını anlamaya götüren bir merakla hemhâl olur…

Yoksa tüm bunların tabiatta varoluşu, insanda kodlanmış bilgilerdir. İnsan kendi vücûdunun da yaratıldığı şekline şaşırmaz. Elleri ve ayakları olması da olağandır. Sadece bu uzuvlarla yeni bilgilere ve yeni öğrenmelere doğru yol alır...

Yani ilk bilgi, Allah’ın insana verdiği bilgi ve donanımlardır. Bunlar bir merak ve düşünmenin sonucu değil, bir merak ve düşünmenin müsebbibidir. Fakat onun dışında kalan bilgilere ancak aklı kullanma gayreti, düşünme ve araştırma muhakemesi ve merak duygusunun itelediği hareketle ulaşılabilir.

Canlıların en aşağı derecede olanları kimler?

Allah’ın âyetinde bahsettiği bu zelil canlı tipi, gerçeği ve doğruyu duygusuyla inkâr edenlerdir. Bir duygu, insanda ne kadar güçlüyse aklı o kadar pasifleştirir. Hep söylendiği üzere, gözü kör olan aşk değil, daha ziyâde nefret ve kindir.

Müspet varsaydığımız sevgi ve aşk gibi duygular da elbette insanı çok zaman yanlışa götürebiliyor. Fakat insan bu duyguları götürdüğü yanlışlardan çok zaman bir tecrübe edinerek ayrılıyor, daha bilinçli bir şekilde hayatı idâme ettiriyor.

Nefretin ve kinin baskın olduğu bir ruhun gidemediği adres ise doğru ve hakikat... Bu sebeple gözü kör olan da, kulağı sağır olan da daha çok nefret ve kindir. Özellikle din düşmanları için bu durumdan bahsetmek mümkün.

Allah’ın gösterdiği doğruluk çizgisinde bulunmayı tümden reddeden bir şahıs, bunu sıklıkla akıl erdirerek yaptığını savunur. Hâlbuki bilen bilir; aklın kullanıldığı, düşünmek ve araştırmak eylemlerinin gerçekleştirildiği bir öğrenme evresinde insan, istemsiz olarak Allah’ın gösterdiği doğruluk çizgisinde bulur kendini. Akıl doğruyu bulmak üzere kullanıldığında, duymak da, görmek de mümkün olur!

İnsan öğrenmediği ve araştırmadığı sürece zalimdir. Dünyadaki tüm zulümler, bilmemek ve görmemekten gelir. Bir insana ya da hayvana zulmeden kişinin, diğer tüm bilgi birikimleri eksik kalacaktır. Çünkü insanın en büyük ilmi, insan olabilmek...

Fakat bilgisizliğin zulmü önce insanın kendine doğru gerçekleştirdiği bir şey... Doğruyu ve gerçeği inkâr eden bir akılsızlık, önce kendi yaratılışının gereksinimlerine karşı gelecek, kendini yok sayacak ve sonrasında da temas ettiği herkese ve her yere bu yokluk üzerine etki bırakacaktır.

Allah, akıl etmemiz ve öğrenmemiz üzerine bir yol gösteriyor. İçinde kinin ve nefretin yer almadığı bir merak duygusu, bu duyguyla çıkılan bir öğrenme yolculuğu, muhakkak insanı ilme ve hakikate götürecektir.

Ömrünce İslâm’ı araştıran bir kindar, İslâm’la şereflenemez. Yani araştırmak ve öğrenmek, ancak gerçeklere sağır ve dilsiz olmadığımız sürece gerçeği yansıtır. Nefretin yer aldığı bir öğrenme süreci, hakikati kendi kalbinde bile çarpıtacak ve kendini hakikatten mahrum bırakarak kendine zulmedecektir. Hakikati çarptıran dilsiz ile gerçeği duymazdan gelen sağır, Allah indinde canlıların en aşağı derecede olanlarıdır.

İnsan düşünmeden, öğrenmeden ve araştırmadan; dünyaya ve kendine yaptığı zulümden paçayı kurtaramaz!