
“İNSAN” denilen varlık çok
karmaşık ve komplike bir varlık olduğu kadar, aynı zamanda da çok duygusal bir
varlıktır.
Bu
mânâda insanı tanımak ve anlamak gerçekten zor bir iştir ve tanıdığını iddia
edenlerin de yanılarak zaman içinde hüsrana uğramaları yüksek bir ihtimâlle
mukadderdir.
Çünkü
insanoğlu yaşadığı müddet içerisinde birçok olayla karşılaşmakta ve yaşadığı
her olaydan şu veya bu biçimde etkilenerek duygusal dünyası şekilden şekle
girmekte, önemli değişim ve dönüşümler geçirerek hâlden hâle geçmektedir.
Bu
bakımdan insanı anlama ve insan tabiatını tanıma noktasında psikologlar ve
psikiyatrlar önemli çalışmalar yapmışlar ve bu meyanda birtakım eserler vücûda
getirerek insanlığın hizmetine sunmuşlardır. Bunlar arasındaki en meşhurları Alexis
Carrel, Carl Gustav Jung, Sigmund Freud gibi psikolog ve psikiyatrlardır.
İnsanın
çok boyutlu ve çok yönlü bir varlık olmasının yanında duygu yoğunluğuna ve
karmaşık duygulara sahip olması da inkâr edilemez bir gerçekliktir. İnsan
olarak bu, onun en temel özelliklerinden biridir; bundan kaçması ve kurtulması
asla mümkün değildir.
Duygular
müspet (olumlu) ve menfi (olumsuz) yönde olabilir. Aslında ilk yaratılışta duygular
potansiyel olarak nötr hâlde iken -ancak Sünnetullah gereği müspet duyguların
menfi duygulara nazaran ilk etapta ve ilk fırsatta öncelikli olarak harekete
geçebilme özelliğine sahip olması insan için bir avantajdır- sonradan çevresel
faktörlerin (ortamın ve şartların) etkisiyle olumlu veya olumsuz yönde ortaya
çıkması kaçınılmaz bir olgudur.
Dolayısıyla
insan duygularının müspet veya menfi mânâda oluşması ve gelişmesi tamamen
çevresel faktörlerle ilgilidir. Diğer bir deyişle, insanın yaşadığı çevre,
ortam ve şartlar, duyguların yanını ve yönünü etkileyerek şu veya bu şekilde
oluşmasını ve gelişmesini sağlamaktadır.
Bu
bakımdan duyguların müspet veya menfi yönde oluşması ve gelişmesinden tamamen
ferdin (bireyin) içinde yaşadığı toplum sorumludur. Bu sorumluluk, aileden
başlayarak ülke yönetimini de içine alacak şekilde interaktif bir zincirleme
etkisi gösterir.
İşte
bu duygulardan bir tanesi de “nefret” duygusudur.
Nefret
duygusu hiçbir insanda durup dururken oluşmaz ve gelişmez. Bu duyguyu muharrik
kılan (harekete geçiren, tahrik ederek tetikleyen) birçok sebep vardır.
Bu
sebepler sayılamayacak kadar çok olsa da, bir o kadar da girift ve karmaşık bulunsa
da, belki de bunların temelinde yatan en büyük sebep, insanların birbirlerini
aldatmaları, yalan söylemeleri, adâletsizlikler, zulümler, farklı inanç,
düşünce ve görüşlere saygı duymamak gibi insanın duygularını kökten sarsacak
olan unsurlar olabilir.
Hele
fırsatı ele geçirince intikam almalar, rövanşist davranmalar, yok saymalar,
görmezden gelmeler, ayrımcılık yapmalar işi hepten çığırından çıkarmakta ve
nefret duygusunu daha da körükleyerek meseleyi içinden çıkılamaz bir hâle getirmektedir.
Zaman
içerisinde bu durum “Gordion’un kör düğümü”ne evrilmekte ve meselenin çözümünü
bir hayli zorlaştırmaktadır.
Beşerî
münâsebetlerdeki fertler (bireyler) arası ilişkilerde meydana gelen nefret
duyguları bir tarafa, asıl tehlikeli olanı, toplumda ve toplumdaki sosyal,
siyasal ve dinsel gruplar arasında oluşan ve gelişen nefret duygularıdır.
Bu
tür nefret duyguları son derece tehlikelidir, uzun yıllara sâridir, gittikçe
yaygınlık ve genişlik kazanır, tahrike ve her türlü provokasyona açıktır,
toplumsal çatışmalara ve istenmeyen sonuçlara sebebiyet verebilir. Onun için
herkesin bu mânâda dikkatli ve teyakkuz hâlinde olmasında büyük faydalar
vardır.
İnsanlar
arasında nefret duyguları oluşturan, var olan nefret duygularını körükleyen,
topluma nefret duyguları aşılayan kesimler arasında en fazla ileri gidenleri ne
yazıktır ki siyâset bezirgânlığı yapan siyâsetçiler, aşırı partizanlık yapan
particiler ve dini çığırından çıkararak (akıl, mantık, iman, itikat, ilim,
tevhit, ahlâk, adâlet ve merhamet dini olan İslâm’ı) bir nefret objesi hâline dönüştüren
din tâcirleridir. Bu durum tam anlamıyla bir savrulmadır. Savrulmaların nerede
duracağı ve nasıl sonuçlanacağı da bir muammadır.
Hâlbuki
bizim şiarımız, nefret ettirmeden sevdirmek, zorlaştırmadan kolaylaştırmak
olmalıydı. Kindar insanlar ve kindar nesiller yerine seven ve sevilen insanlar
ve Müslümanlar olmalıydık. Ama ne yazık ki olamadık ve başaramadık!
Çünkü
İslâm, kindar olmayı değil, merhameti önceliyordu. İslâm, düşmanlık yapmayı
değil, affetmeyi öngörüyordu. İslâm, ahlâklı ve adâletli olmayı emrediyordu.
Ama heyhat, başaramadık!
Onun
için “Zararın neresinden dönülürse kârdır” anlayışından hareketle,
bugünden tezi yok, yeniden tüm insanlığa “İslâm insanlık medeniyeti
projeleri”ni sunmak zorundayız. Bu, Allah’ın bize yüklediği bir
mükellefiyettir. Bundan kaçmak asla mümkün değildir.
Tabiî
ki öncelikli olarak nefret duygularımızı terbiye ve tezkiye etmek şartıyla…