MÜSLÜMANLAR olarak her türlü dünyevî ve uhrevî meselemizde müracaat edeceğimiz yazılı kaynak Kur’ân ve beşerî mâkâm Hazreti Muhammed’in (sas) Sünnet-i Seniyyesidir.
Fert
olarak aile hayatında karşılaştığımız problemlerin, toplum olarak âdil
olabilmenin, devlet aygıtının işletilmesinde karşılaşılan/ her türlü müşkülatın
hâlli, iktisadî problemin çözülmesinde başvurulan usûl, hukukî her türlü yol ve
şeriatın hedefine varıp hakkın yerini bulması için seçilecek metodu Hazreti
Muhammed’in (asm) uygulamalarında ve yaşadığı güzin hayatta buluruz.
İslâmî
hayat, sadece ibâdet değil, aynı zamanda beşeriyetin yaşama biçimine düzen ve
ritim veren İlâhî yoldur. Başka mahfillerin, lâdinî ideolojik tağutların kapılarında
beklemek, çâre aramak, müminin yapacağı şey değildir, olmamalıdır. Atalarımız
Selçuklu ve Osmanlı, Asr-ı Saâdet’ten sonra kurulan birçok İslâm devleti gibi, Hazreti
Muhammed’in (sas) Sünnet-i Seniyyesini baş tâcı bilmiş, böylece uzun süre
hayatiyet sahası bulmuştur. Bu Nebevî idarenin dışında kalanların beşeriyete
ettikleri zulmün, döktükleri masum kanı ve gözyaşlarının arş-ı â’lâyı
titrettiği cümlenin malûmudur.
Müstevlilerin
emperyalist istilâsından kurtulmanın çâre-i formülünün, yüz yıllık ihanet
çemberini parçalayıp kurtulmanın gücünün ve silkinip ayağa kalkmanın yolunun
aslımıza rücû etmek olduğunu söyleyenler hakkın yanındadırlar. Bu hakikati söyleyenlerin
devlet mekanizmasına hâkim olmaktan başka şansları bulunmamaktadır. Bunun adına
ister demokrasi, ister çok partili sistem densin, netîcede Devlet dediğimiz
müesses nizâmın mekanizmasını beşer idare ediyordur, edecektir.
Hâl
böyle olunca, günümüzde devlet mekanizmasının bütün kurum ve kurallarıyla
çalıştırılması, ülkede mer’i kanunlara göre kurulmuş bulunan siyâsî partilerin
kurdukları hükûmet veya şimdiki gibi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile idare
edilmesi tabiî hâldir. Her organizasyonda olduğu gibi, partilerde hükûmet
etmede görev mâkâmındakilerin beşerî zaaflarının olması ve önlenemez nefsânî
hırsların olduğu, fıtratın tabiatında mevcûttur.
Bütün
bunları niye mi arz ediyorum?
Gündemimizde
Koronavirüs, ABD Başkanlık Seçimi, AB’nin yerle yeksan olan ve insanlık
haysiyetini ayaklar altına alan uygulamaları, Türk devlet aklının Evlâd-ı
Fatihan coğrafyalardaki muvaffakiyeti ve can Azerbaycan’ın Karabağ Zaferi var. Bu
kadar yoğun gündem arasında muhteris bir politika cambazının hem tribünlere,
hem de isminden gayrı hiçbir yerli-millî tasavvuru olmayan ittifaklara göz kırpmasına
dair birkaç kelâm etmezsek, hem dostlarımız, hem de bu fakiri bilen
okuyucularımıza karşı nezaketsizlik etmiş olurum…
İbni
Selül’ü hatırlamak
Hani
şu Kürt kardeşlerimize zulmeden bir sergerdenin yazdığı kitapçığı (!) tavsiye
eden, Gezi Kalkışması’nın finansörü hakkında “masum” deyip “Serbest olması icap
eder” diyen, kendini tribünlere alkışlatan, demokrat gösteren hukukçu (!)
kisveli avukat... Hani Kobani katliamının azmettiricisi ve Yasin Börü’nün, 53
kardeşimizin katili, dokuz aylık Muhammed bebeğin, elleri kınalı Muallime Şenay
Aybüke ile Muallim Necmeddin’in şahs-ı mânevîlerinde nice öğretmenin katili bir
siyâset madrabazının tahliyesini isteyen… “Vay benim efendim, servi bülendim” türküsünün hoyratçısı…
Vefâsızlığın büyüğü, kendine
kıymet verip de Millet Meclisi Reisliğine seçilmesine vesîle olan Devlet
Başkanımıza olan bîedep yaklaşımı…
Unutulmamalıdır ki, bütün olup bitenler
göz önünde cereyan ediyor; teknolojinin geldiği nokta-i nazarda hiçbir şey
gizli kalmayacaktır.
Yazının başında arz etmiş idim,
her türlü beşerî ve devlet idaresi hususundaki problemde müracaat kaynağımız, Hazreti
Muhammed’in (asm) Sünnet-i Seniyyesidir ve gelin, bir misâli, Hazreti Peygamber’in
Devlet Başkanlığı döneminden, diğer misâlleri de tarihimizden vererek “servi bülendin”
herzelerine kıyas yapalım…
Abdullah
bin Übeyy bin Selül, münâfıkların reisi idi. Hazreti
Resûlullah’ın Aziz Şahsiyetini nazarlardan düşürmek, İslâmiyet’in inkişâfına
mâni olmak ve Müslümanları birbirine düşürmek için elinden gelen bütün gayreti
ömrü boyunca göstermekten geri durmamıştı.
Bu menhus, maksadını tahakkuk ettirmek için birçok
iftirada bulunmuştu. Müslümanların tesânüde en çok muhtaç olduğu bir zamanda,
bu adam, tesanüdü bozucu hareketlerde bulunurdu. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti
ve Resûlullah’ın tedbir ve himmeti ile bu teşebbüsleri hep sonuçsuz kalırdı.
Başında bulunduğu nifak şebekesinin yaptıklarından dolayı haklarında âyet-i
kerîmeler, hattâ “Münafıkûn” adında müstakil bir sûre nazil olmuştu. Bu
sebeple Hazreti Resûlullah bunlara karşı hep ihtiyatlı davranır, hâl ve
hareketlerini kontrol altında bulundurur, İslâm camiasının ittifak ve tesanüdünü
bozucu plânları karşısında hep tedbirli olurdu.
İşte İslâm camiasının birliğini bozmak için eline geçen
her fırsatı kullanmaktan geri kalmayan bu adam, günümüzde en çok kime benziyor
dersiniz?
Çandarlı’yı hatırlamak
Fatih Sultan Muhammed Han’ın vezirlerinden Çandarlı
Halil Paşa’nın tarihî serencâmı çok şüpheyle doludur…
İkinci Murad’ın tasavvufî hayata olan meyli/düşkünlüğü,
İstanbul’un Fethi için Hacı Bayram-ı Veli’nin Şehzade Mehmed’i işâret etmesi
nedenleriyle bir an evvel tahttan ayrılıp yerine oğlunu tahta çıkartmıştır. Osmanlı
Devleti’nin başına bu kadar genç ve tecrübesiz birinin geçmesini fırsat bilen
dışarıdan ve içeriden birtakım çevreler, Osmanlı’yı yıkmak için harekete geçerler.
Bilhassa Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın Osmanlı topraklarının bir kısmını
Balkanlarda ve Anadolu’da birtakım antlaşmalarla komşu ülkelere verdiği
söylenmektedir.
Balkan ülkeleriyle Karamanoğulları arasında Osmanlı’ya karşı
yakınlaşmalar oluşmaya başlar; Batı, yeniden bir Haçlı ordusu oluşturma
çabaları içerisine girer. Bu olumsuz durum, içeride de birtakım huzursuzluklara
neden olur; paşalar arasında ikilikler meydana gelir, birtakım ayaklanmalar baş
gösterir ve halk, başkent Edirne’den Anadolu’ya kaçmaya başlar.
İkinci Murad, saltanatı oğlu İkinci Mehmed’e bırakmakla birlikte,
idareyi ise Çandarlı Halil Paşa’ya bırakır. Ancak lalası Zağanos Paşa’nın
telkinleriyle hareket eden İkinci Mehmed, sürekli emirler vermeye başlar. Bu
durum ise Halil Paşa’nın bağımsız hareketlerine engel olur.
Balkanlarda ilerleyen Haçlı ordusu karşısında, kimin ordunun
başında bulunması gerektiği, vezirler arasında bir anlaşmazlığa neden olur.
Genç Padişah’ın saltanatını destekleyenler, bizzat onun düşman üzerine
gitmesinin gerektiğinde ısrar ederler. Sadrazam Halil Paşa ve çevresindekiler
ise sefere İkinci Murad’ın gitmesi, İkinci Mehmed’in başkentte kalmasının daha
uygun olacağı fikrindedirler. Bu noktada kısaca, Fatih’in etrafında kümelenen
iki ayrı grupta kimlerin olduğuna baktığımızda görürüz ki, (Halil İnalcık’ın
konuya ilişkin değerlendirmelerini özetlersek) İkinci Murad’ı destekleyenlerin
başında Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, Vezir İshak Bey ve Anadolu Beylerbeyi İsa
Bey sivrilmiş isimlerdendi. İkinci Mehmed’i destekleyenler arasında ise başta
lalası ve sonraki yıllarda kayınpederi de olan Vezir Zağanos Paşa olmak üzere,
İkinci Vezir Şehabettin Paşa ve Üçüncü Vezir Saruca Paşa gibi şahsiyetler
bulunmaktaydı.
Halil İnalcık’ın tâbiriyle bu iki grup, söz konusu iki başlı
saltanattan beslenerek ciddî bir iktidar mücadelesi sergilemektedirler. Birinci
grup, İkinci Murad iktidarının beraberinde statükoyu korumak için çaba
gösterirken, ikinci grup ise İkinci Mehmed’in gerçek padişah olduğunu
ispatlamak amacı güden bir politika izler. Dolayısıyla bu iki farklı grup,
sürekli bir çatışma hâlindedir.
Birçok üstad tarihçinin ortak kanaatine göre Çandarlı Halil Paşa ile Bizans ilişkisinin olduğu,
bilgi aktarımının yapıldığı yazılıdır. Hattâ İbni Kemâl’e göre Çandarlı, Bizans
İmparatoru ile dostluk edip hediyeleşme gerçekleştirmiş, sıkı bir diyalog
kurmuştur.
İstanbul’un alınması ile Halil Paşa’nın durumu
net olarak ortaya çıkarılır. Bizans’la tüm görüşme ve diyalogları ispatlanır.
Kendisi sorgulanıp Edirne’ye yollanır ve yargılama sonrası idam edilir…
Ahmet Paşa’yı hatırlamak
Yine tarihimizde, Hain Ahmet Paşa’nın serencâmı,
günümüze ibretlik bir vesika olarak gösterilebilir. Hırsın ve nefsin neler
yapabileceğine bir misâldir onun hikâyesi. Bülend ve benzerlerinin soyları
sanki bunlardan gelmiştir…
Tarihçi
Halil İnalcık Hoca’ya göre haris bir kimse olan
Ahmet Paşa’nın asıl emeli, vezir-i azam olmaktı. Nitekim Pîrî Mehmed Paşa’nın
görevden alınmasında rolü oldu. Fakat teamüle aykırı olarak bu mâkâma Has
Odabaşı İbrâhim’in getirilmesiyle büyük bir hayâl kırıklığına uğradı ve Mısır Valiliğine
tayinini istedi. O sırada Mısır büyük bir karışıklık içindeydi. Ahmet Paşa gayr-i
memnunları yatıştırdı ve Yavuz Sultan Selim zamanında Mısır Beylerbeyliğine
getirilen Hayr (Hayri) Bey’in ölümünden sonra büyük bir anarşi içinde bulunan
bedevî reislerin aralarını bularak ileriye dönük emellerini gerçekleştirmek
amacıyla çevresini güçlendirdi.
Onun ihanet hazırlıkları içinde olduğunu haber alan Vezîr-i
Azam Makbul İbrâhim Paşa, Padişah’a tesir ederek Kara Mûsâ’nın Mısır Valisi
olmasını sağladı.
Kara Mûsâ, aynı zamanda Ahmet Paşa’yı öldürmekle de
görevlendirilmişti. Bunu öğrenen Ahmet Paşa, “el-Melikü’l-Mansûr Sultan Ahmed”
unvanını alarak bağımsızlığını ilâna karar verdi. Önce Kara Mûsâ’yı öldürttü,
sonra Kahire Kalesi’ndeki yeniçerileri imha ederek kaleyi ele geçirdi; hattâ Hıristiyan
kuvvetlerle birleşmekten bile çekinmedi.
Kanûnî Sultan Süleyman, Mısır meselesini kökünden hâlletmek
üzere Ayas Paşa kumandasında bir ordu gönderdi. Ayrıca Ahmet Paşa’nın
birlikleri de ona karşı gizlice ayaklanmaya kışkırtıldı. Sonunda,
kumandanlarından biri olan ve kendisine vezir seçtiği Kadızâde Mehmed Bey, onu
hamamda yıkanırken öldürmeye teşebbüs etti. Ancak Ahmet Paşa, yaralı olarak
Benî Bekr Aşiretine sığındı ise de onlar tarafından yakalandı ve kafası
kesildi.
Sultan sıfatını kullanıp adına para bastırma ve hutbe okutma
cüretini gösteren Ahmet Paşa, Osmanlı tarih kayıtlarında “hain” sıfatıyla
anılmıştır. Tarihimizden buna benzer çok misâl vermek mümkündür.
Sonuç
Cihan Devleti kuran ecdâdımızın hâli güllük gülistan değildi.
Şehzâde, melik ve atabeylerin hırslarının nelere mâl olduğu, tarihin
sayfalarında kayıt altındadır ve bize ışık tutmaktadır.
Gelin, son yılların iktidar partisi içindeki “Murat Giray”ların
ve dıştaki hempalarının tezgâh ve kışkırtmalarına rağmen büyük başarılara imza
atan ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın başında bulundukları siyâsî partinin içinden
ayrılanlara, el’an içinde bulunup da o servi bülend gibi fitne çıkaranların
neden hâlâ Reis’in yanında olduklarına bakalım…
Osmanlı Cihan Devleti’nin son yıllarında Mekke Emirliğinin
mânevî gücünden istifade eden Şerif Hüseyin, Hâşimî Zevî Avn Sülâlesinden Şerif
Ali Paşa’nın oğlu ve Mekke Emîri Muhammed Bin Abdülmuîn İbn Avn’ın torunuydu. Veya
Mithat Paşa ile Sultan Abdülhamid Han arasındaki mesafe ve münasebet, günümüzde
Gülgillere, Babacan, Davudoğlu ve diğerlerine verilecek en yerinde cevap
olacaktır.
Devlet aklı ile hareket edenler, hisleri ile hareket
edemezler.
Gündeme mantar tabancası patlatması gibi dalış yapan zâtın birinci
hedefi, Okyanus ötesinden gelen rüzgâra göre Millet İttifakı’nı düştüğü “gizli
anayasa” kuyusundan çıkarmak, bununla beraber o meşhur (!) ittifaka “Beni Cumhurbaşkanı adayı yapabilirsiniz”
mi demektir?
Olur mu? Bu fakirin ki sadece masumane bir tahmin…
Allah-u Teâlâ kalplerin sarrafıdır.
Vesselâm…