Nefislerini putlaştıranlar

Gündeme mantar tabancası patlatması gibi dalış yapan zâtın birinci hedefi, Okyanus ötesinden gelen rüzgâra göre Millet İttifakı’nı düştüğü “gizli anayasa” kuyusundan çıkarmak, bununla beraber o meşhur (!) ittifaka “Beni Cumhurbaşkanı adayı yapabilirsiniz” mi demektir?

MÜSLÜMANLAR olarak her türlü dünyevî ve uhrevî meselemizde müracaat edeceğimiz yazılı kaynak Kur’ân ve beşerî mâkâm Hazreti Muhammed’in (sas) Sünnet-i Seniyyesidir.

Fert olarak aile hayatında karşılaştığımız problemlerin, toplum olarak âdil olabilmenin, devlet aygıtının işletilmesinde karşılaşılan/ her türlü müşkülatın hâlli, iktisadî problemin çözülmesinde başvurulan usûl, hukukî her türlü yol ve şeriatın hedefine varıp hakkın yerini bulması için seçilecek metodu Hazreti Muhammed’in (asm) uygulamalarında ve yaşadığı güzin hayatta buluruz.

İslâmî hayat, sadece ibâdet değil, aynı zamanda beşeriyetin yaşama biçimine düzen ve ritim veren İlâhî yoldur. Başka mahfillerin, lâdinî ideolojik tağutların kapılarında beklemek, çâre aramak, müminin yapacağı şey değildir, olmamalıdır. Atalarımız Selçuklu ve Osmanlı, Asr-ı Saâdet’ten sonra kurulan birçok İslâm devleti gibi, Hazreti Muhammed’in (sas) Sünnet-i Seniyyesini baş tâcı bilmiş, böylece uzun süre hayatiyet sahası bulmuştur. Bu Nebevî idarenin dışında kalanların beşeriyete ettikleri zulmün, döktükleri masum kanı ve gözyaşlarının arş-ı â’lâyı titrettiği cümlenin malûmudur.

Müstevlilerin emperyalist istilâsından kurtulmanın çâre-i formülünün, yüz yıllık ihanet çemberini parçalayıp kurtulmanın gücünün ve silkinip ayağa kalkmanın yolunun aslımıza rücû etmek olduğunu söyleyenler hakkın yanındadırlar. Bu hakikati söyleyenlerin devlet mekanizmasına hâkim olmaktan başka şansları bulunmamaktadır. Bunun adına ister demokrasi, ister çok partili sistem densin, netîcede Devlet dediğimiz müesses nizâmın mekanizmasını beşer idare ediyordur, edecektir.

Hâl böyle olunca, günümüzde devlet mekanizmasının bütün kurum ve kurallarıyla çalıştırılması, ülkede mer’i kanunlara göre kurulmuş bulunan siyâsî partilerin kurdukları hükûmet veya şimdiki gibi Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi ile idare edilmesi tabiî hâldir. Her organizasyonda olduğu gibi, partilerde hükûmet etmede görev mâkâmındakilerin beşerî zaaflarının olması ve önlenemez nefsânî hırsların olduğu, fıtratın tabiatında mevcûttur.

Bütün bunları niye mi arz ediyorum?

Gündemimizde Koronavirüs, ABD Başkanlık Seçimi, AB’nin yerle yeksan olan ve insanlık haysiyetini ayaklar altına alan uygulamaları, Türk devlet aklının Evlâd-ı Fatihan coğrafyalardaki muvaffakiyeti ve can Azerbaycan’ın Karabağ Zaferi var. Bu kadar yoğun gündem arasında muhteris bir politika cambazının hem tribünlere, hem de isminden gayrı hiçbir yerli-millî tasavvuru olmayan ittifaklara göz kırpmasına dair birkaç kelâm etmezsek, hem dostlarımız, hem de bu fakiri bilen okuyucularımıza karşı nezaketsizlik etmiş olurum…

İbni Selül’ü hatırlamak

Hani şu Kürt kardeşlerimize zulmeden bir sergerdenin yazdığı kitapçığı (!) tavsiye eden, Gezi Kalkışması’nın finansörü hakkında “masum” deyip “Serbest olması icap eder” diyen, kendini tribünlere alkışlatan, demokrat gösteren hukukçu (!) kisveli avukat... Hani Kobani katliamının azmettiricisi ve Yasin Börü’nün, 53 kardeşimizin katili, dokuz aylık Muhammed bebeğin, elleri kınalı Muallime Şenay Aybüke ile Muallim Necmeddin’in şahs-ı mânevîlerinde nice öğretmenin katili bir siyâset madrabazının tahliyesini isteyen… “Vay benim efendim, servi bülendim” türküsünün hoyratçısı…

Vefâsızlığın büyüğü, kendine kıymet verip de Millet Meclisi Reisliğine seçilmesine vesîle olan Devlet Başkanımıza olan bîedep yaklaşımı…

Unutulmamalıdır ki, bütün olup bitenler göz önünde cereyan ediyor; teknolojinin geldiği nokta-i nazarda hiçbir şey gizli kalmayacaktır.

Yazının başında arz etmiş idim, her türlü beşerî ve devlet idaresi hususundaki problemde müracaat kaynağımız, Hazreti Muhammed’in (asm) Sünnet-i Seniyyesidir ve gelin, bir misâli, Hazreti Peygamber’in Devlet Başkanlığı döneminden, diğer misâlleri de tarihimizden vererek “servi bülendin” herzelerine kıyas yapalım…

Abdullah bin Übeyy bin Selül, münâfıkların reisi idi. Hazreti Resûlullah’ın Aziz Şahsiyetini nazarlardan düşürmek, İslâmiyet’in inkişâfına mâni olmak ve Müslümanları birbirine düşürmek için elinden gelen bütün gayreti ömrü boyunca göstermekten geri durmamıştı.

Bu menhus, maksadını tahakkuk ettirmek için birçok iftirada bulunmuştu. Müslümanların tesânüde en çok muhtaç olduğu bir zamanda, bu adam, tesanüdü bozucu hareketlerde bulunurdu. Fakat Cenâb-ı Hakk’ın inâyeti ve Resûlullah’ın tedbir ve himmeti ile bu teşebbüsleri hep sonuçsuz kalırdı. Başında bulunduğu nifak şebekesinin yaptıklarından dolayı haklarında âyet-i kerîmeler, hattâ “Münafıkûn” adında müstakil bir sûre nazil olmuştu. Bu sebeple Hazreti Resûlullah bunlara karşı hep ihtiyatlı davranır, hâl ve hareketlerini kontrol altında bulundurur, İslâm camiasının ittifak ve tesanüdünü bozucu plânları karşısında hep tedbirli olurdu.

İşte İslâm camiasının birliğini bozmak için eline geçen her fırsatı kullanmaktan geri kalmayan bu adam, günümüzde en çok kime benziyor dersiniz?

Çandarlı’yı hatırlamak

Fatih Sultan Muhammed Han’ın vezirlerinden Çandarlı Halil Paşa’nın tarihî serencâmı çok şüpheyle doludur…

İkinci Murad’ın tasavvufî hayata olan meyli/düşkünlüğü, İstanbul’un Fethi için Hacı Bayram-ı Veli’nin Şehzade Mehmed’i işâret etmesi nedenleriyle bir an evvel tahttan ayrılıp yerine oğlunu tahta çıkartmıştır. Osmanlı Devleti’nin başına bu kadar genç ve tecrübesiz birinin geçmesini fırsat bilen dışarıdan ve içeriden birtakım çevreler, Osmanlı’yı yıkmak için harekete geçerler. Bilhassa Sadrazam Çandarlı Halil Paşa’nın Osmanlı topraklarının bir kısmını Balkanlarda ve Anadolu’da birtakım antlaşmalarla komşu ülkelere verdiği söylenmektedir.

Balkan ülkeleriyle Karamanoğulları arasında Osmanlı’ya karşı yakınlaşmalar oluşmaya başlar; Batı, yeniden bir Haçlı ordusu oluşturma çabaları içerisine girer. Bu olumsuz durum, içeride de birtakım huzursuzluklara neden olur; paşalar arasında ikilikler meydana gelir, birtakım ayaklanmalar baş gösterir ve halk, başkent Edirne’den Anadolu’ya kaçmaya başlar.

İkinci Murad, saltanatı oğlu İkinci Mehmed’e bırakmakla birlikte, idareyi ise Çandarlı Halil Paşa’ya bırakır. Ancak lalası Zağanos Paşa’nın telkinleriyle hareket eden İkinci Mehmed, sürekli emirler vermeye başlar. Bu durum ise Halil Paşa’nın bağımsız hareketlerine engel olur.

Balkanlarda ilerleyen Haçlı ordusu karşısında, kimin ordunun başında bulunması gerektiği, vezirler arasında bir anlaşmazlığa neden olur. Genç Padişah’ın saltanatını destekleyenler, bizzat onun düşman üzerine gitmesinin gerektiğinde ısrar ederler. Sadrazam Halil Paşa ve çevresindekiler ise sefere İkinci Murad’ın gitmesi, İkinci Mehmed’in başkentte kalmasının daha uygun olacağı fikrindedirler. Bu noktada kısaca, Fatih’in etrafında kümelenen iki ayrı grupta kimlerin olduğuna baktığımızda görürüz ki, (Halil İnalcık’ın konuya ilişkin değerlendirmelerini özetlersek) İkinci Murad’ı destekleyenlerin başında Sadrazam Çandarlı Halil Paşa, Vezir İshak Bey ve Anadolu Beylerbeyi İsa Bey sivrilmiş isimlerdendi. İkinci Mehmed’i destekleyenler arasında ise başta lalası ve sonraki yıllarda kayınpederi de olan Vezir Zağanos Paşa olmak üzere, İkinci Vezir Şehabettin Paşa ve Üçüncü Vezir Saruca Paşa gibi şahsiyetler bulunmaktaydı.

Halil İnalcık’ın tâbiriyle bu iki grup, söz konusu iki başlı saltanattan beslenerek ciddî bir iktidar mücadelesi sergilemektedirler. Birinci grup, İkinci Murad iktidarının beraberinde statükoyu korumak için çaba gösterirken, ikinci grup ise İkinci Mehmed’in gerçek padişah olduğunu ispatlamak amacı güden bir politika izler. Dolayısıyla bu iki farklı grup, sürekli bir çatışma hâlindedir.

Birçok üstad tarihçinin ortak kanaatine göre Çandarlı Halil Paşa ile Bizans ilişkisinin olduğu, bilgi aktarımının yapıldığı yazılıdır. Hattâ İbni Kemâl’e göre Çandarlı, Bizans İmparatoru ile dostluk edip hediyeleşme gerçekleştirmiş, sıkı bir diyalog kurmuştur.

İstanbul’un alınması ile Halil Paşa’nın durumu net olarak ortaya çıkarılır. Bizans’la tüm görüşme ve diyalogları ispatlanır. Kendisi sorgulanıp Edirne’ye yollanır ve yargılama sonrası idam edilir…

Ahmet Paşa’yı hatırlamak

Yine tarihimizde, Hain Ahmet Paşa’nın serencâmı, günümüze ibretlik bir vesika olarak gösterilebilir. Hırsın ve nefsin neler yapabileceğine bir misâldir onun hikâyesi. Bülend ve benzerlerinin soyları sanki bunlardan gelmiştir…

Tarihçi Halil İnalcık Hoca’ya göre haris bir kimse olan Ahmet Paşa’nın asıl emeli, vezir-i azam olmaktı. Nitekim Pîrî Mehmed Paşa’nın görevden alınmasında rolü oldu. Fakat teamüle aykırı olarak bu mâkâma Has Odabaşı İbrâhim’in getirilmesiyle büyük bir hayâl kırıklığına uğradı ve Mısır Valiliğine tayinini istedi. O sırada Mısır büyük bir karışıklık içindeydi. Ahmet Paşa gayr-i memnunları yatıştırdı ve Yavuz Sultan Selim zamanında Mısır Beylerbeyliğine getirilen Hayr (Hayri) Bey’in ölümünden sonra büyük bir anarşi içinde bulunan bedevî reislerin aralarını bularak ileriye dönük emellerini gerçekleştirmek amacıyla çevresini güçlendirdi.

Onun ihanet hazırlıkları içinde olduğunu haber alan Vezîr-i Azam Makbul İbrâhim Paşa, Padişah’a tesir ederek Kara Mûsâ’nın Mısır Valisi olmasını sağladı.

Kara Mûsâ, aynı zamanda Ahmet Paşa’yı öldürmekle de görevlendirilmişti. Bunu öğrenen Ahmet Paşa, “el-Melikü’l-Mansûr Sultan Ahmed” unvanını alarak bağımsızlığını ilâna karar verdi. Önce Kara Mûsâ’yı öldürttü, sonra Kahire Kalesi’ndeki yeniçerileri imha ederek kaleyi ele geçirdi; hattâ Hıristiyan kuvvetlerle birleşmekten bile çekinmedi.

Kanûnî Sultan Süleyman, Mısır meselesini kökünden hâlletmek üzere Ayas Paşa kumandasında bir ordu gönderdi. Ayrıca Ahmet Paşa’nın birlikleri de ona karşı gizlice ayaklanmaya kışkırtıldı. Sonunda, kumandanlarından biri olan ve kendisine vezir seçtiği Kadızâde Mehmed Bey, onu hamamda yıkanırken öldürmeye teşebbüs etti. Ancak Ahmet Paşa, yaralı olarak Benî Bekr Aşiretine sığındı ise de onlar tarafından yakalandı ve kafası kesildi.

Sultan sıfatını kullanıp adına para bastırma ve hutbe okutma cüretini gösteren Ahmet Paşa, Osmanlı tarih kayıtlarında “hain” sıfatıyla anılmıştır. Tarihimizden buna benzer çok misâl vermek mümkündür.

Sonuç

Cihan Devleti kuran ecdâdımızın hâli güllük gülistan değildi. Şehzâde, melik ve atabeylerin hırslarının nelere mâl olduğu, tarihin sayfalarında kayıt altındadır ve bize ışık tutmaktadır.

Gelin, son yılların iktidar partisi içindeki “Murat Giray”ların ve dıştaki hempalarının tezgâh ve kışkırtmalarına rağmen büyük başarılara imza atan ve Sayın Cumhurbaşkanı’nın başında bulundukları siyâsî partinin içinden ayrılanlara, el’an içinde bulunup da o servi bülend gibi fitne çıkaranların neden hâlâ Reis’in yanında olduklarına bakalım…

Osmanlı Cihan Devleti’nin son yıllarında Mekke Emirliğinin mânevî gücünden istifade eden Şerif Hüseyin, Hâşimî Zevî Avn Sülâlesinden Şerif Ali Paşa’nın oğlu ve Mekke Emîri Muhammed Bin Abdülmuîn İbn Avn’ın torunuydu. Veya Mithat Paşa ile Sultan Abdülhamid Han arasındaki mesafe ve münasebet, günümüzde Gülgillere, Babacan, Davudoğlu ve diğerlerine verilecek en yerinde cevap olacaktır.

Devlet aklı ile hareket edenler, hisleri ile hareket edemezler.

Gündeme mantar tabancası patlatması gibi dalış yapan zâtın birinci hedefi, Okyanus ötesinden gelen rüzgâra göre Millet İttifakı’nı düştüğü “gizli anayasa” kuyusundan çıkarmak, bununla beraber o meşhur (!) ittifaka “Beni Cumhurbaşkanı adayı yapabilirsiniz” mi demektir?

Olur mu? Bu fakirin ki sadece masumane bir tahmin…

Allah-u Teâlâ kalplerin sarrafıdır.

Vesselâm…