Nefes açlığı

Akşamları dakikalarca korku pompalanan pandemi haberlerinden gına gelmişti. O akşamlardan biriydi. Ölenler, iyileşenler, ağır vakalar, tedbirler, istatistikler, rakamlar, yasaklar ve de yasaklar derken birden soluksuz kalmış gibi istemsiz olarak derin nefes almaya yeltendim ama bir gariplik vardı. İçimde alışılmışın dışında bir tepki oldu.

YASAKLI günler uzadıkça masadaki kahvaltı çeşitleri de gün geçtikçe azalıyordu. Akşam yemekleri de üç çeşitten ikiye düşmüştü. Hatta bazı akşamlar makarna-ayran ikilisiyle karnımızı doyurmaya çalışıyorduk ki o zaman her lokmada kor yutmuş gibi olur, eşimin ve çocuklarımın bakışlarıyla karşılaşmamak için de yüzümü masadan kaldıramazdım.

Masaya oturmamak ise daha büyük problemlere sebep olurdu. Bu defa da yapılan yemeği beğenmemekle suçlanırdım. Suçlanmakla da kalmaz, daha iyisini sağlayamamaktan dolayı hafif, bazen ağır yollu hakarete varan eleştirilere maruz kalırdım. Böylesi zamanlarda kendimi bir köşeye çeker (ki bu genelde balkon olur), fırtınanın geçmesini beklerken düşünürdüm; insan dünyaya gelmeden nasıl bir kabahat işlemiş olabilir ki hayatını o suçun cezasını öder gibi yaşar?!

“Sağlık Bakanı Fahrettin Koca, gece yarısı yaptığı açıklamada, Türkiye’de ilk Coronavirüs vakasını açıkladı. Bakan Koca, ‘Coronavirüs şüphesi olan vatandaşımızın test sonucu pozitif çıktı. Hastanın virüsü Avrupa’dan aldığı tespit edilmiştir. Hasta bir erkektir ve genel durumu iyidir. Aile bireylerinin hepsi gözetim altındadır ve her biri şüpheli kabul edilmiştir’ dedi…” İşte bu haber birçok şey için milât oldu!

Mart, ilkbaharın ilk ayı… Doğayı saracak güzelliğin, çiçek açacak ağaçların, yeşerecek çimenlerin, soğuk aylardan sonra insanın kemiklerini ısıtacak sıcaklığın müjdecisi; kurdun kuşun, börtü böceğin uyanacağı, dünyanın gürültüsünü cıvıltıya çevirecek günlerin müjdecisi… İlkbaharla ilgili bu tasavvurumuz ilk vaka açıklamasından sonra yerini bilinmezliğe ve zamanla da endişeye bıraktı. Kastedilenin ne olduğunu tam olarak anlamasak da bilim adamlarının “yeni normal” dedikleri süreç başlamıştı. Yaşamaya başladığımız sürecin adı “yeni normal” idi ama bizim için pek de öyle olmadı. Yani yeni olduğu kesindi de normal kısmı uymadı bize…

Pandemi tedbirleri gereği çalıştığımız kafe kapanınca normal yerine anormal günler yaşamaya başladık.

Öyle bir hava oluşmuştu ki virüs, dokunduğumuz hatta baktığımız her yerdeydi. Hepimiz kirlenmiştik adeta. Herkes bir diğerine şüphe ile bakar olmuştu. Karşımızdakini potansiyel virüs taşıyıcısı olarak görmeye başlamıştık. Kimsenin eline, yüzüne dokunamıyorduk; dostlarımıza sarılmak ise yayılmayı sağlayan en büyük faktörlerdendi. Artık konuşurken bir metre uzakta durmak alışkanlık hâline gelmiş olduğundan hiç yadırgamıyorduk bile. Kapıları dirseğimizle açmak, çelme takarak kapatmak gibi yeni yetenekler kazanmıştık.

Dezenfektan kullanmaktan ellerimizin derisi incelmiş, yüzümüzdeki maske izleri kalıcı hâle gelmişti. Özellikle maske, gömlek ve pantolon gibi giysimizin bir parçası olmaktan öteye geçmişti. Meselâ gömleksiz dışarı çıkabilirdiniz ama maskesiz asla!

Göremediğimiz o düşmana karşı amansız bir savaş başlatmıştık. Söylenenlere bakılırsa herkesin özellikle nefesi ve eli bu düşmanın istilâsındaydı ve dokunduğu, üflediği her yere hastalık bulaştırıyordu. Ama zaman geçiyor, düşmanla savaşta süreç uzuyor, bizim sabrımız ise tam tersine kısalıyordu. Virüse yakalanma, hasta olma kaygısı, yerini başta geçim olmak üzere hızla başka endişelere bırakıyordu.


Amansız bu düşmanla mücadelede biz, savaşın bitmesini umutla beklerken, o ise mutasyona uğrayarak direniyordu. Bilim Kurulu üyeleri ise artık tek maskeyle dolaşmanın virüsü engellemek için yeterli olmadığını söylemeye başlamışlardı; yasaklar olanca katılığıyla devam etmeliydi onlara göre.

Akşamları dakikalarca korku pompalanan pandemi haberlerinden gına gelmişti. O akşamlardan biriydi. Ölenler, iyileşenler, ağır vakalar, tedbirler, istatistikler, rakamlar, yasaklar ve de yasaklar derken birden soluksuz kalmış gibi istemsiz olarak derin nefes almaya yeltendim ama bir gariplik vardı. İçimde alışılmışın dışında bir tepki oldu. Bu zamana kadar otomatik olarak hiç farkında olmadan gece gündüz, yirmi dört saat aralıksız aldığım nefesin ciğerlerime dolmadan yarı yoldan döndüğünü hissediyordum. İkinci kez, bu defa bilinçli şekilde denedim derin nefes almayı. Olmuyordu!

Neredeyse odadaki bütün havayı içime çekiyor olmama rağmen çektiğim hava boğazımdan aşağıya inemiyordu. Yavaş yavaş denedim, hızla denedim, burnumdan almayı denedim ama hiçbirinde zihnimi ve bedenimi tatmin eden o dolu dolu nefesi almayı başaramadım. (Ya da bana öyle geliyordu.) Akciğerimdeki hava keseciklerinin bir kısmının toprakla, kumla, her neyse herhangi bir şeyle doluymuş hissini yaşıyordum. Ya da nefes borumda ceviz büyüklüğünde bir yumru vardı, yolu tıkıyordu ve aldığım nefesin ciğerlerimin tamamına dolmasına izin vermiyordu. Korkunç bir durumdu. Nefes darlığı yaşıyorsun ama (iyi tarafı) nefessiz kaldığın için ölmüyorsun. Aldığın nefesin içinin derinlerinde bir noktaya yani finiş noktasına ulaştığını hissetmediğinden dolayı sanırım zihin bu eylemi nefes almış olmaktan saymıyordu. “Doktora gitsem nasıl tanımlayabilirim?” diye düşündüm: “Biliyorum doktor bey, saçma gelecek belki, ama nefes alıyorsun ama aynı zamanda almamış gibi de oluyorsun…”

Yarış gibi düşünün; koşucular hızla yarışa başlıyorlar ama bitiş çizgisine varmadan yolun yarısında yorulup geri dönüyorlar. Buna rağmen yarışı da bitirmiş sayılıyorlar…

Sakin kalıp paniklemeden düşünmeye başladım ve basit bir değerlendirme yaptım. Sigara içen biri değildim, son zamanlarda ya da daha öncesinde aşırı soğuğa maruz kalmış biri de değildim. Üst solunum yollarından kaynaklı geçirmiş olduğum bir hastalığım yoktu. Bu durumda bana dünyayı dar eden bu durumun ciğerlerimle bir ilgisi olmamalıydı diye düşündüm. Kumandayı elimden yavaşça bırakıp oturduğum koltuktan kalktım. İkinci adımımda eşim artık refleks hâline getirdiği alışkanlıkla “Nereye gidiyorsun?” dedi. Bugüne kadar nedenini bir türlü anlayamadığım bu soruyu onlarca kez cevapladığımı hatırlıyorum. Oturduğumuz ev, iki oda, bir salon ve çeyiz sandığı büyüklüğünde bir balkondan ibaret. Böylesi bir evin içinde nereye gidebilirdim? Kaç yüz alternatif cevabı olabilir ki bu sorunun, sahibi içinden çıkamayacak olsun cevapların… Nasıl gereksiz bir meraktır, bunca yıldır anlamış değildim. Dolayısıyla vereceğim cevap da en az sorulan soru kadar gereksiz olacaktı. Sessiz kaldım.

Salona geçip temiz havanın iyi geleceğini düşünerek balkona yöneldim. Oturduğum eski ahşap sandalye, gıcırtılarıyla “Hoş geldin” der gibiydi. Akşam dışarı çıkma yasağı başladığından olsa gerek, zayıf sarı lâmbaların aydınlattığı sokakta kimsecikler yoktu. Apartmanların arasından görünen yıldızlara doğru açtım ağzımı, içimdeki o duvar hissine rağmen karanlığın gizemli serinliğini çektim içime. Oluyordu da, olmuyor gibiydi de…

“Ölüm” dediğimiz o dünyayı terk ediş ânı kapı olarak benim nefes borumu kullanacaktı anlaşılan. Kendime bile komik gelecek bir şey düştü aklıma geceyi seyrederken; vasiyetimi söylemek… Kendime gülmem geçince, “Hiç değilse nereye gömülmek istediğimi söyleseydim” dedim yine kendime. (“Ailemin de tek duymak istediği şeyin bu olduğundan eminim” diye dalga geçtim kendimle.) Çürüyüp gidecek et ve kemik parçalarının nereye gömüleceğinin ne önemi vardı ki? Bu can bu bedenden ayrıldıktan sonra elbet altına saklayacakları bir toprak parçası bulunurdu. Hem, “Falanların şusu var, filanların busu, bizim hiçbir şeyimiz…” diyerek sürekli şikâyet eden eşimin, küpe diye kulağına geçirdiği halkalarla oğlumun (yeni nesil böyleymiş, ben anlamazmışım), burnu hızmalı (hızma demeyecekmişim, onun adı ‘piercing’ imiş, daha piercing demeyi bilmiyormuşum) kızımın da benim mezarımı türbe belleyip ziyaret edeceklerini hiç sanmıyorum.

Bütün bunları düşününce, aslında dünya değiştirmek fena bir şey de sayılmazdı ama yine de ne yapmam gerektiği konusunda emin değildim. Böyle devam ederse çıldırabilirdim bile. Aklıma gelen her şeyi denemeye başlamıştım. Meselâ sokağımızda bulunan apartmanların pencerelerini saydım. Onlar bitince bu defa bine kadar, sonra iki bine kadar durmadan saydım. Faydası olduğunu görünce zihnimi başka şeylerle meşgul etmeye devam edip içinde bulunduğum durumu unutmaya çalıştım. Bildiğim duâları okudum. (İtiraf edeyim, çok az duâ biliyormuşum, keşke zamanında daha çok duâ öğrenseymişim.)

Duâlar çabuk bitince, bu kez türkü mırıldanmaya başladım. Sonra yeniden sayı saydım, türkü söyledim, duâ okudum, pencereleri saydım, sayı saydım, türkü söyledim… Sayı say, türkü söyle, sayı say, türkü söyle… Mucizevî bir şekilde işe yaradığını anlayınca saymaya ve söylemeye devam ettim; tâ ki yorulup uykum gelinceye kadar…

Sabah kahvaltıyı beklemeden, hâne halkının sorularına muhatap olmamak için de kimseye görünmeden çıktım evden. Horhor’dan Macar Kardeşler Caddesi’ne, oradan da Saraçhane Parkı’na kadar yürüdüm. Sakin bir ortam bulup neredeyse sonsuz bilgi deposu hâline gelmiş sanal kütüphanemizden durumumla ilgili bilgi almaya çalıştım. Dispne, anksiyete gibi yabancısı olduğum kavramlarla birlikte bir tanımlamaya daha ulaştım: Nefes açlığı… Anlaşılan midesel açlık kaygımız, bizde başka tür açlıkların oluşmasına sebep olmuştu. Ama iyi haber mi bilmem, ölmeyecekmişim.

Bir de, yazıcı burada bu satırlara nokta koyabilir ama hikâye devam ediyor…