Nedenleri ve sonuçlarıyla depreme farklı bir bakış

İşini ve hâddini bilmez bazı ilâhiyatçıların deprem konusunda çizgi dışı, akıl ve vicdanlara ziyan açıklamaları gibi, bazı çevrelerin bunları bahane ederek doğrudan İslâmî kurallara saldırmaları da aynı derecede çirkin bir tutum değil midir? O bazı ilâhiyatçılar, İslâm’a saldırmanın ve hakaret etmenin bahanesi olabilirler mi?

TÜRKİYE’de ne zaman bir deprem olsa, depremin doğrudan nedenleri değilse de o nedenlerin yorumları hakkında yapılan tartışmalar kaldığı yerden yeniden başlamış oluyor.

41 kişinin hayatını kaybetmesi ve bin 500 kişinin de yaralanması ile sonuçlanan Elazığ (Sivrice) Depremi’nden sonra da bu durum değişmedi. Allah ölenlere rahmet, yaralılara ise acil şifâlar nasip etsin!

***

Tartışmanın isimleri değişti ama mâhiyeti, hattâ tarafları hiç değişmedi. Bazıları deprem gibi doğal olayları doğrudan İlâhî iradenin gazap hâlindeki bir tasarrufu olarak görmeye pek isteklidir. İlâhî iradenin gayr-i meşrû saydığı hangi iş var ise, oraya derhâl müdahale etmek için hazır ve nâzır bir durumda beklediğinden hareketle, “Bakın, yine deprem oldu! Çünkü işte şu haramlar meşrû görülür oldu, falanca helâller de yasaklandığı için oldu” demektedirler.

Önce şunu hatırlamalı ki, evrende hiçbir yer İlâhî iradenin tasarruf alanı dışında değildir. Haram denilen işlerin Müslüman toplumlarda yapılması hâlinde cezanın peşin olarak verildiği görüşünde olanlar, o haram denilen fiillerin yüzlerce yıldan beri yapılageldiği ülkelerde ve bölgelerde yapılmasına İlâhî iradenin neden hiç müdahale etmediğini, cezalandırmadığını açıklamıyorlar.

Oysa evrende egemen olan İlâhî yasalar işlerken, Müslüman olan-olmayan ayırımı yapmazlar. Yağmur yağdığında nasıl bundan herkes faydalanır ise, sel geldiğinde de yine herkes zarar görür. Yağmurun sadece Müslümanlar için yağması, selin de sadece Müslüman olmayanlar için zarar verici olması düşünülemez. Daha doğrusu, isteyen düşünür de, böyle bir düşünce doğru değildir.

***

Bir Müslüman niçin kanser olur ya da başka bir hastalığa yakalanır? Namaz veya oruç gibi bazı ibadetleri terk ettiği ya da haram olan bazı fiileri işlediği için mi?

Elbette hayır!

Kansere yol açan mikrop her ne ise, ondan korunmadığı içindir bu. Bir Müslümanın hastalanmasını, o hastalığın nedeni olan mikrop ya da virüsün bulaşması yerine bazı görevleri yapmadığı ya da bazı haramları işlemesi nedenine bağlamak asla doğru olmaz. Öyle olsaydı, Müslümanların yaşadığı ülkelerde sağlık sorunlarının ya hiç olmaması ya da çok az olması icap ederdi. Oysa fiilî durum böyle değildir.

Müslümanların yaşadığı ülkelerde pek çok ölümcül hastalık vardır. Her yıl sayısını bilmediğimiz kadar Müslüman da bu hastalıklar nedeniyle ölmektedir. Müslümanların bu hastalıklar nedeniyle ölmelerinin nedenini, sağlık hizmetlerinin yetersizliğinden başka bir sebebe bağlamak makul değildir.

Bir insana bulaşan mikrop ya da virüs de o insanın Müslüman olup olmamasına bakmaz. Koruyucu bir tedbir varsa bulaşamaz. Aksi hâlde bulaşır. Hepsi bundan ibarettir…

***

Deprem gibi doğal olayları da aslında hastalıklar gibi düşünmek icap eder. Depremin oluşumunu temin eden nedenler, doğrudan jeolojik nedenlerdir. Mikrop kapan bir bedenin hastalanması gibi, jeolojik nedenlere bağlı olarak yeryüzünün bazı bölgeleri sık depremlerin olduğu yerler iken, başka bazı bölgelerde deprem ya hiç olmaz ya da çok az olur.

Türkiye’de de Kırşehir’den Mersin’e uzanan hat üzerindeki alan, deprem bölgesi değildir. Bu yüzden de o hat üzerinde deprem olmaz.

Tanınmış bazı ilâhiyatçıların iddia ettiği gibi, Türkiye’de bazı haramlar serbest bırakıldığı için peş peşe depremler olmuş olsa, bu kuralın Kırşehir-Mersin hattında da işlemesi icap etmez mi? Çünkü aynı kanunlar, söz konusu hattaki illerde de uygulanmaktadır.

Oysa bu hat üzerinde depremin olmayışını doğrudan jeolojik nedenlerle açıklamak icap eder.

Deprem gibi doğal olayların jeolojik nedenlerle açıklanması, İlâhî iradenin tasarrufunu inkâr anlamına gelir mi? Gelmez. Çünkü jeolojik nedenlerin kendisi Sünnettüllah ya da Âdetüllah’tan başka bir şey değildir.

“Sünnetüllah” adıyla bilinen yasalarda ise değişiklik yoktur. Yani o yasalar toplumun Müslüman olup olmadığına, falanca haram fiili işleyip işlemediği durumuna göre yürüyen ya da yürümeyen yasalar değillerdir.

Müslüman bir akıl ise, zaten Sünnetüllah ile jeolojik nedenlerin birbiriyle çelişen ve çatışan kurallar olmadığını, bunların hakikatte bir ve aynı olduğunu bilir. Evreni de, evrende olup bitenleri de evrende egemen olana yani Sünnetüllah’a göre değil de başka nedenlerle açıklama çabası eğer bir cehaletin sonucu değilse, büyük ölçüde hâddini bilmezliktir. Çünkü Sünnetüllah ile jeolojik nedenlerin İlâhî iradenin dışında bir şey olamayacağını da teslim eder.

***

Düşünelim ki, Türkiye’deki depremlerden çok daha fazlası ve daha büyük ölçeklisi Japonya’da olmaktadır. Ancak Japonya’da can kayıpları, Türkiye’dekilerle kıyaslanmayacak ölçüde azdır. Japonya’da can kayıplarının azlığını, Japonların temiz ahlâkı ile dinleri ve imanlarıyla ya da Türkiye’de son yıllarda yaygınlık gösteren bazı haram fiillerin yaygın olmayışı ile açıklamak mümkün değildir. Japonya’da can kayıplarının azlığı, tümüyle alınan tedbirlere bağlıdır.

Teslim edelim ki, bizde depreme karşı yeterli tedbir yoktur. Binalar yapılırken sağlam zemin etütleri yapmayız. Bina yapımında gerekli olan sağlamlık ve donanımda malzeme kullanmayız. Deprem ânında ise ne yapacağımızı pek bilmeyiz.

Deprem ânında Japonların neden çatı katına doğru çıktıklarını, bizimse neden bahçe kapısına hücûm ettiğimizi bir türlü düşünüp gerekli sonucu çıkarmayız.

Binaları denetlemekle yükümlü olan kurumlar da üzerlerine düşenleri asla yapmazlar. O kurumlar ne doğru dürüst zemin etüt raporu arar, ne de malzeme denetimi yaparlar. Herkes kendi imkânlarına göre binasını istediği gibi yapar. Yönetenlerimiz de -sağ olsunlar- ara sıra imar affı çıkararak kurallara aykırı yapılan binaları yasal hâle getirmiş olurlar. Böylece hep birlikte kendi sonumuzu kendimiz hazırlamış oluruz.

Oysa Türkiye gibi sıkça depremin ve can kayıplarının olduğu ülkelerde inşaat faaliyetlerinin daha sıkı kurallar içinde yapılması gerekir. Bunu sadece yönetenlerin değil, hemen her ferdin üzerine düşen bir yükümlülük olarak bilmesi elzemdir. Ve herkes kendi sorumluluğunu yerine getirmelidir. Üstelik Türkiye, ağır kış şartlarının etkili olduğu bir ülkedir. Kış aylarındaki bir depremde sağ kalanların donmadan nasıl barınacakları, ayrı ve en az deprem kadar ciddî bir sorundur.

Her konuda görüş açıklamaya çok istekli davranan bazı ilâhiyatçıların, deprem konusunda ne kadar bilgi sahibi oldukları önemlidir. Bu değerli ilâhiyatçılar depremin nedenleri hakkında sözü jeoloji bilginlerine bırakmış olsalar daha saygıdeğer bir yol seçmiş olurlar.

Türkiye’de haram olan bazı fiilerin giderek yaygınlaşmasını eleştirmek için deprem sabahını bekliyor gibi olmak nasıl bir iştir? Herkesin can derdinde olduğu, bazı canların toprak altında kurtarılmayı beklediği bir zamanda, “Falanca haram fiillerin işlenmesi…” diye başlayan açıklamalar, zerrece doğruluk payı taşımamaktadırlar.

İşini ve hâddini bilmez bazı ilâhiyatçıların deprem konusunda çizgi dışı, akıl ve vicdanlara ziyan açıklamaları gibi, bazı çevrelerin bunları bahane ederek doğrudan İslâmî kurallara saldırmaları da aynı derecede çirkin bir tutum değil midir? O bazı ilâhiyatçılar, İslâm’a saldırmanın ve hakaret etmenin bahanesi olabilirler mi?

Yine bazı çevrelerin deprem konusunda duymak istemediği görüşlerin açıklanmasından büyük öfkeye kapıldıkları, ağır cezalarla susturulmasını haykırdıkları görülmektedir. Oysa düşünce özgürlüğü sadece doğru düşünceler için değil, doğru-yanlış ayrımı yapmadan her görüş için geçerlidir. Üstelik doğru görüşlere açıklanma özgürlüğünün verildiği, yanlış görüşlerin ise baskıyla susturulduğu düzende, özgürlük yok demektir. Hangi kurum, bir düşüncenin doğru olup olmadığına karar verme yetkisine sahip olabilir ki? Böyle bir kurumun varlığı ise, doğrudan düşünce özgürlüğü için en büyük tehdittir.

Deprem ve benzeri doğal olayların açıklanmasında hoşumuza gitmeyen, yanlış olduğunu bildiğimiz hususlar olabilir. Ancak o yanlışın da baskıyla susturulması değil, güven içinde konuşulabilmesi, doğru görüşler ve açıklamaların değerini arttırır.

Deprem gibi doğal olayların doğru açıklamasını bildiğini kabul edenlerin bu yüzden öfkelenmelerine, sağa sola saldırmalarına bir neden de yoktur. Doğruyu bilip anlamak, öfkenin değil, sükûnetin nedeni olmalıdır.