Neden yalan, niçin her zaman yalan?

Erzurum’u bir kenara koyup diğer illere bakacak olursak, Türkiye’nin diğer illerinde yaşayan insanların yüzde kaçı olayın aslını öğrenmiştir sizce? Veya bir kısmı olayın aslını öğrense bile, kaçta kaçının umurunda olur olayın aslı? Siz olayın aslını araştırıp bulmakla uğraşırken, bu insanlar acaba kaç yalanı daha topluma servis etmişlerdir?

YANILMIYORSAM 1983 veya 1984 yılıydı. Yer, Erzurum Atatürk Üniversitesi kampüsünün arkasındaki çamlık alan… İhtilâlin kudretli paşalarının astığı astık kestiği kestik… 1980 İhtilâli’nden birkaç yıl sonra, aylardan Ramazan… Telefonun sadece belli yerlerde olduğu, bilgisayarların yaygın olmadığı, cep telefonu, sosyal medya ve internetin de olmadığı yıllar…

O zamanki en büyük gazetelerden birinde, bir gün sekiz sütuna manşet şöyle bir haber vardı: “Oruç tutmadığı için dövüldü!”

Bir üniversite öğrencisinden bahsediyor adını vererek. Benim şimdi ne öğrencinin adını hatırlamam mümkün, ne de tam manşeti ve haberin içeriğini. Ama konu Erzurum Atatürk Üniversitesinde falanca şahsın Ramazan’da oruç tutmadığı için muhafazakâr öğrenciler tarafından dövüldüğünden bahsediyor.

Haberin devamında ağır hakaretler, savcıları göreve çağırmalar vesaire var.

İhtilâl döneminde Erzurum’un ve Türkiye’nin nasıl çalkalandığını hayâl edin. O dönemi bilenler bu haberin o zaman nelere mâl olduğunu çok iyi bilirler. Ben de o yıllarda Atatürk Üniversitesi İşletme Fakültesinde öğrenciyim. Gazetenin manşetini görünce ben bile, “Hem Erzurum gibi muhafazakâr bir il, hem Ramazan, hem de alenen, açıktan, milletin gözü önünde yemek yersen döverler” diye içimden geçirdim. O zamanlar Erzurum’da bütün lokantalar Ramazan’a hürmeten gündüz vakti kapalı olurdu. Hasta olsanız bile yemek yiyecek lokanta bulamazdınız.

Aşağı yukarı bir hafta veya on gün Türkiye bu haberle çalkalandı. İhtilâlin kudretli generallerinden, siyasilerden, STK’lardan ve aklınıza gelebilecek o dönemki etkin insanlardan değişik açıklamalar yükseldi. Ve bu konu üzerine köşe yazarlarından onlarca yazı ve daha neler neler…

Düşünün bir kere, Anadolu’nun temiz insanları haberi okur ve geçer, kimisi “İyi olmuş! Hem Ramazan’da, hem de Erzurum’da, milletin içinde alenen yemek yersen olacağı budur” der, kimi de “Erzurum bile olsa Ramazan’da oruç tutmadı diye insan mı dövülür? Başka bir yöntem mi bulamadınız? Bu ihtilâl döneminde muhafazakâr insanları zor duruma düşürdünüz böylece” diye yorumlar. Genellikle görüşler bu ve buna benzer minvalde olur ve herkes işine gücüne döner. Bu haberin aslı nedir, gerçekten böyle bir olay olmuş mudur, olmamış mıdır, araştırılmaz. Zaten araştıracak ne imkân, ne de fırsat vardır.

Ben birkaç günümü haberin gerçekliğini araştırmakla geçirdim. Sonunda haberin detayına ulaştım. Olayın aslı şöyleydi: Atatürk Üniversitesinde iki üniversite öğrencisi bir kız meselesi yüzünden tartışmış ve kavga etmişlerdi…

Ne eksik, ne fazla; olayın tamamı bundan ibaretti! Olayın ne Erzurum’la, ne Ramazan’la, ne de oruçla alâkası vardı. Şimdi geriye yaslanın ve olayı salim bir kafa ile iyice bir düşünün. Ben Erzurum Atatürk Üniversitesi öğrencisi olmama rağmen araştırma ihtiyacı hissettiğim için birkaç gün sonunda ancak olayın aslına ulaşabildim. Üniversitede o zaman olayın aslına kaç kişi ulaşmıştır? Bu olaylardan binlerce üniversite öğrencisi bile haberdar olamamışken, Erzurum’da bu olayın aslını kaç kişi öğrenebilmiştir?

Erzurum’u bir kenara koyup diğer illere bakacak olursak, Türkiye’nin diğer illerinde yaşayan insanların yüzde kaçı olayın aslını öğrenmiştir sizce? Veya bir kısmı olayın aslını öğrense bile, kaçta kaçının umurunda olur olayın aslı? Siz olayın aslını araştırıp bulmakla uğraşırken, bu insanlar acaba kaç yalanı daha topluma servis etmişlerdir?

Sen olayın aslını öğrenene kadar, bunu plânlayanlar onlarca daha yalan ortaya atıyorlar ve muhafazakâr insanlar üzerinde ciddî bir baskı oluşturuyorlar. Olayın aslı çoğunlukla ortaya çıkmaz; çıksa bile ülke insanının çoğunun bundan haberi olmaz. Bir kısım insanın haberi olsa da artık ne anlam ifade edecektir? Olan olmuş, atı alan Üsküdar’ı geçmiştir. Olayın plânlayıcıları da kulakları üzerine yatıp büyük başarılarını sinsi sinsi kutlamışlardır.

O dönemde de, bu dönemde de bu haberi bilerek böyle yazan, söyleyen ve bu haberin yalan olduğunu bildiği hâlde gazete ve televizyon ekranlarında tepe tepe kullanan ne kadar insan mevcuttur sizce?

Bu ülkenin en zarif, en beyefendi, vatanını ve milletini en çok seven Başbakanlarından Sayın Adnan Menderes’e atılan bir sürü yalandan sadece birini alıntılayalım burada.

“Eskişehir Örfî idare Komutanlığı Tebliği”nde şu ifadeler yer alır: “Ankara’da bütün hükümet erkânı ve Demokrat Parti başkanları yabancı memlekete kaçarken yakalanmışlardır. Beraberlerinde 12 uçak dolusu altın, mücevherat ve parayı kaçırmakta iken yakalanmışlardır. Sabık Başbakan Adnan Menderes ve sabık Cumhurbaşkanı Celal Bayar, askerî kumandanlık tarafından tevkif edilmiştir. Eskişehir’de matbaası olan herkes bu havadisi basıp yayınlamalıdır. (Eskişehir Örfî İdare Komutanı Tuğgeneral Bedi Kireçtepe)”

Bu yalanla bütün Türkiye’yi basın-yayın yolu ile aylarca kasıp kavurmuşlardı. Menderes türlü eziyetler sonrasında asılarak idam edilmişti. İdam sehpası ile idam ipinin parasını da ailesinden istemişlerdi.

Gelelim 28 Şubat’a… Orada da ülkemizin en zarif, en beyefendi, vatanını ve milletini en çok seven, en zeki, ömrü bu memleket için mücadele etmekle geçmiş Başbakanlarından Sayın Necmettin Erbakan’a atılan yalanlardan birkaçı şöyleydi: “Uyuşturucu kaçakçısı”, “vergi kaçakçısı” ve “Kayıp Trilyon Dâvâsı”... Bir İstanbul beyefendisi olan Necmettin Erbakan ile bu iftiraları yan yana getirdiler. Olacak şey mi? Ancak oldu. Kayıp Trilyon Dâvâsı ile iftira atanlar, 26 bankanın içini boşaltıp bütün yükünü bu milletin sırtına yüklediler ve gittiler!

Tabiî olan, yine bu necip millete oldu.

Özellikle Kayıp Trilyon Dâvâsı’nı birinci şahitlerinden dinledim. Mühürleri bile açılmamış onlarca çuval belgenin olduğu, açılan çuvallardan da keyfe keder istedikleri belgeleri doğru, istemediklerini yok saydıklarını ve hiçbir kriter tanımadıklarını, çoğu belgeyi hiç incelemeden “Yap!” denileni yapan bir ekip tarafından hazırlanan ısmarlama bir rapor ve o rapora istinaden mahkemeden mahkûmiyet kararının çıkartıldığını aktardılar.

Dönemin Maliye Bakanı Sayın Masum Türker’in bile, “Böyle saçma bir suçlama mı olur?” diye işleme koymadığı garip bir olaydan ibarettir o dâvâ. 

O günden bugüne hayatı yalan olan insanlar, her alanda daha profesyonelce, daha plânlı ve daha programlı yalanlar söylüyorlar topluma. Değişen sadece bu! Yalana başvuranlar azalmadı, arttı. Utanma ve arlanmayı hak getire!

Şunu da öğrendik bu ahir ömrümüzde bir hanımefendiden(!): Goebells dermiş ki, “Kitleleri yönlendirmek ve etkilemek için ortaya kocaman bir yalan atın. Ama çok büyük bir yalan olsun! İkinci kriter, çok basit bir yalan olsun. Sonrasında çok büyük ve çok basit olan bu yalanı sürekli tekrar edin ve ardından kitlelerin o yalanı nasıl gerçekmiş gibi kucakladığını oturun ve seyredin”.

Tabiî bizler böyle teknikler ve eğitimlerin olduğunu yeni yeni duyuyoruz. Meğer yıllardır bu eğitimleri alan, bu prensipleri uygulayan ne çok insan varmış memleketimizde de bizim haberimiz yokmuş.

Sürekli yalan söyleyip, yalanları mahkemelerde tescillenip tazminata mahkûm olan kaç siyasetçi insan içine çıkamaz oldu bu memlekette. Yoksa daha şevkle, daha büyük ve basit yalanlar söylemeye devam mı ediyorlar gözlerimizin içine bakarak?

Yalan neye yarar?

Şimdi geçmişten günümüze, özellikle bazı siyasi figürlerinin, bazı medya unsurlarının ve diğer aparatların neden sürekli yalan ortaya atıp durduklarını hep beraber düşünelim…

Öncelikle bu insanların memleket ve millet için yaptıkları ve insanların önüne koyacakları işe yarar, milletin takdir ettiği, bugüne kadar yaptığı elle tutulur bir icraatları mevcut değildir.

İkinci olarak, bu insanların bu memleketin geleceği ve bekası için çalışmak diye bir dert ve gayeleri yoktur. Daha elle tutulur, daha gözle görülür emelleri mevcuttur.

Üçüncüsü, bu insanların adları Ahmet, Mehmet, Ayşe de olsa onlar gerçekten bu memleketin insanları değillerdir. Onların gizledikleri başka kimlikleri, bildiğimizden daha derinlerde taşıdıkları çok daha farklı ajandaları mevcuttur.

Dördüncüsü, yalan bu insanların hayat felsefesidir. Söyledikleri ne ilk yalandır, ne de son yalan olacaktır.

Beşincisi ve belki en önemlisi ise şu: Elinizi vicdanınıza koyun ve bu yalanlar onlar açısından işe yarıyor mu, yaramıyor mu, ona bakın! Bu ve benzeri yalanlar geçmişte kimlere ne seçimler kazandırdı, kimleri nerelere çıkardı, kimleri ne makamlardan etti? Maziyi şöyle bir tararsanız, çok fazla örnekle karşılaşırsınız. Pazarda satılan her şeyin mutlaka bir alıcısı bulunur.

Bu maddelerin yüzlercesini sıralayabiliriz. Ancak gereği yok. Ne kadar sıralarsanız sıralayın, pek bir şey değişmeyecektir.

Yalan söyleyenlerin yalan söylemeye devam edeceği aşikâr. Yalan veya doğru olup olmadığını araştırma ihtiyacı olmayan insanların sayısınınsa azımsanamayacak boyutta olduğu ortada. Neden yalan söyleyip dünyalık kazanmaktan vazgeçsinler ki? Pazar bu kadar müsait olduğu müddetçe bu devam edecek. Ancak hiç aklımızdan çıkarmayacağımız bir gerçek var: Bütün plânlar üzerinde plânı ve bütün hesaplar üzerinde hesabı olan bir Rabbimiz var. Elhamdülillah! Kalın sağlıcakla…