
GEÇTİĞİMİZ günlerde bir
oyuncak dükkânında bir anne ile çocuğunun konuşmasına şahit oldum.
Çocuk
bir oyuncak kutusuna sarılmıştı ve bırakmıyordu. Annesi, elindekinin
benzerinden evde olduğunu söylüyordu. Çocuk sadece omuz silkeleyip, “Ama anne, benim bundan hiç yok ki” diyordu.
Anne almamakta, çocuk ise bırakmamakta kararlıydı. Aralarındaki bu gergin mücadele
bir müddet sürdü. Sonunda isteksiz, biraz kırgın, biraz da üzgün bir şekilde
elindeki kutuyu bıraktı. Daha sonra bu oyuncağı alabileceklerine dair
annesinden bir söz almıştı.
Çocuğun
kurduğu “Bundan hiç yok ki” cümlesi
zihnime takıldı. Bazen bir cümle, bazen bir kelime ve olay, insanın zihninde
farklı açılımlara veya farkındalıklara neden olabiliyor. Benim için de öyle
anlardan biriydi. Ne kadar da tanıdık ve bizim hâlimize benziyordu. Bizler de
yetişkin görünümlü çocuklar olabilir miydik meselâ? Aslına baktığımızda küslüklerimiz,
kırılganlıklarımız, bir şeyin hakkımızda hayır mı, yoksa şer mi olduğunu
bilmeden aşırı ve ısrarlı isteyişlerimiz, kontrol edemediğimiz öfkelerimiz en
nihayetinde bunun bir göstergesi değil miydi?
Her
şeyden çok fazla ve hatta üç beş tane olmasına rağmen bir türlü doyuramadığımız
isteklerimize benzemiyor muydu bu istek? Acaba bu müsrifliğimiz, bizim de bir
türlü doyuramadığımız çocuk yanımızın yani nefsimizin bir tutturması olabilir miydi?
Yoksa çoğumuz yetişkin görünümlü birer çocuk muyduk?
Bütün
bunlar aklın nefse söz geçirememesi olmalıydı, “Şimdi bu istek mi, yoksa
ihtiyaç mı?” sorusunu göz ardı edişimizdi. Aslında cevabını bildiğimiz bu
soruya ve cevabına kulak tıkayışımızdı. Ömür geçip giderken, çoğumuzun çoluk çocuğumuzu
dahi büyütmüşken, içimizde bir yerlerde büyütemediğimiz, büyütüp de
olgunlaştıramadığımız bir yerimiz olmalıydı. Akıl melekesi tam olgunlaşmamış
bir çocuk için bu inat ve tutturmalar anlayışla karşılanabilirken, yetişkin bir
insan için mazur görülebilir miydi?
Bir
çocuk için amaç, yetişkin birinin kontrolünde tüketmek, bir yetişkin içinse her
anlamda üretmek olmalı. Beden almakla, ruh ise vermekle doyar. İnsan tuzlu su
içtiğinde nasıl hararetleniyorsa, tükettikçe tüketesi gelen, ürettikçe de
üretesi gelen bir varlıktır. Yapılan iyi veya kötü her eylem, yapıldıkça ve tekrarlandıkça
alışkanlığa dönüşüyor. Yoksa bu hâllerimizin izahını başka nasıl ve neyle
açıklayabiliriz?
İnsanın
zaaflarını bizden çok daha önce keşfetmiş modern dünya ve kapitalist sistem, duyu
organlarımız aracılığıyla bizlere her bir tarafımızdan saldırmaktadır. Tüketmezsek
mutlu olamayacağımız, hatta bir hiç olabileceğimiz mesajları her yerden
veriliyor. Bütün bunlara dayanmak için bile güçlü bir irade ve şuur gerekiyor. İşimiz
hiç kolay değil.
Uzun
seneler önce bir arkadaşımın ısrarı üzerine eve bir elektrikli süpürge satıcısı
gelmişti. Adam bütün pazarlama stratejilerini öyle iyi kullanıyordu ki sanki evde
süpürge yokmuş gibi o süpürgeyi alma ihtiyacı duyduğumu hatırlıyorum. Süpürgeyi
almadığım hâlde, satıcı bir müddet kendimi kötü hissettirmeyi başarmıştı. Çünkü
en son kurduğu cümle, “Böyle toz toprak
içerisinde yaşamaya devam mı edeceksiniz?” olmuştu. Hayır, tabiî ki
etmeyecektim. Dediğim gibi, zaten benim bir süpürgem vardı. Tükettikçe mutlu
olan, gerçekte ise tükenen yanımızın bir şekilde törpülenmesinin zamanı geldi
de geçiyor. Zaten törpüleyemediğimiz yanlarımız için Rabbimizin, gönderdiği
imtihanlarla bizi bir şekilde olgunlaştırdığını görmekteyiz.
Ağacın
zekâtından akla gelenler
İnsan
neden veremez? Veremez, çünkü verdiği zaman oluşacak boşluğun veya eksikliğin
tekrar Rabbi tarafından doldurulacağıyla ilgili imanı ve Rabbine olan güveni
eksiktir. İnsanın bütün hesapları bu dünyalık olup, diğer tarafa bir şeyler
götürmekle ilgili bir amacı yoktur. Veremez, çünkü her şeyi kendi kazanmıştır.
Yaptığı ve yaşadığı hiçbir şeyde Rabbinin dahlinin olduğunu görüp idrak edemez.
Vermek, aynı zamanda razı olmak ve Rabbine minnetin ve teşekkürün de bir
tezahürüdür.
Bilirsiniz,
her mevsim ağaçlar budanır gençleşip taze sürgünler versinler diye. Görünüşte
ağaç küçülür, ufalır ama hiçbir bahçıvan demez ki “Bu sene budama işini
yapmayayım”. Budamanın kendisinin ve ağacın faydasına olduğunu bilir. En
nihayetinde de Rabbinin o ağacı büyütüp geliştireceğine ve ürün verimini arttıracağına
olan imanı tamdır. Hiç şüphe ve tereddüdü yoktur. Bütün bunları düşünen aklımız,
konu para veya başka şeyler olunca nedense afallar. Her şeyi âdeta bir çocuk
gibi tutar, biriktirir, yapışır ve bırakamaz. Bir testi misali dolmamışızdır veya
doymamışızdır da belki bu nedenle taşamıyoruzdur.
Modern
dünya bize başarı ve başarısızlık odaklı bir hayatı dayatmaktadır. Başarılı
olmaktaki kıstas ise maddî olarak bir şeylerin sahibi olmak veya bir yerlere
erişmek. Çoğu zaman bu rekabetin içerisine kendi hırslarımız nedeniyle çoluk
çocuğumuzu da sokup onların küçük dünyalarını da kararttığımızın farkında bile
olmayız. Durum böyle olunca, bir yarışa dönüştürdüğümüz şu hayat, rekabet ve
kıskançlık dişlilerinin altında ziyan olup gitmektedir. Başarılı olmak ve bir
şeylere sahip olma isteğimizin tek ilacı kanaattir. Yetinmek, olandan razı
olmaktır.
Kendi
istek ve ihtiyaçlarımızı bitiremediğimizden olacak, başkalarına vermek ve
dağıtmak konularında da sıkıntı yaşıyoruz. Maslow, meşhur ihtiyaçlar
hiyerarşisi piramidinde insanın kendini gerçekleştirme seviyesine ulaşabilmesi
için temel ihtiyaçlarımız olan giyinme, beslenme ve barınma gibi ihtiyaçların karşılanmış
olması gerektiğini savunur. Bu sistem bize “daha iyisi ve daha yenisi”
söylemleriyle bu çarkın içinden çıkmamıza müsaade etmemektedir. Dolayısıyla
daha iyi, faydalı ve üretken olmanın önü de bu yollarla kapatılmış olmaktadır.
Böyle olunca, ulaşmamız gereken maddî hedefler, ömür bitse de bitecek gibi
görünmemektedir.
Vermek
ve cömertlikle ilgili olarak dünyevileşmiş zihinlerimizin ilk akla getirdiği
tek kaynak para pul yani maddî kaynaklardır. Hâlbuki cömertlik, hayatımızı
kuşatan her şeyi rahatlıkla paylaşabilmektir. Bu da çoğu insanda şöyle bir algı
oluşturuyor: “Yok ki, neyi vereyim?”
İnsan
her konuda olduğu gibi bu konuda da kendine bir çıkış yolu bulmakta oldukça
mahir. Hâlbuki burada murat, var olan neyse onu vermektir. Zamanından vermek,
ilminden vermek, ahlâkından vermek… Güler bir yüzün, tatlı bir dilin ve bunun
gibi birçok küçük gibi görünen şeyin sadaka hükmünde olduğunu bilmeyenimiz
yoktur. Maddî değeri olmayan şeyleri bile vermekte cimri davranan insan,
anlaşılan o ki, paraya kavuşsa onu da veremeyecektir. Dinimizde şehitlik
mertebesinin bu kadar yüceltilmesi ve Cennet’le müjdelenmesinin bir hikmeti de
buradan geliyor olmalı. Verilebilecek son ve en kıymetli varlığı olan canını
feda edebilmek…
Her
nimetin zekâtı kendi cinsindendir. İslâm hiçbir konuda insanı zorlamadığı gibi,
yapamayacağı ve gücünün yetmediği hiçbir şey için de mükellef tutmamıştır.
Yetiştirdiği sebze ve meyvede konu komşunun hakkı olduğu kadim kültürümüzde
gözetilirken, ağaçların tepelerindeki
meyveler kuşların hakkı olarak bırakılmıştır. Diyeceğim o ki, verebilmek, olgun
insanın ulaşabileceği en doygun evredir. Hiçbir beklentisi yoktur. “Neden?” diyecek
olursanız, çoğu zaman şunu görüyoruz: Vermiş ama arkasında dünyalık bir sürü
plânı, projesi var. “Cömert” desinler, kendisini sevsinler, önemli kılsınlar,
değer versinler diye verir. Çünkü başkalarının gözünde oluşturacağı imaj, onun
için önemlidir. Ya da verdiklerinden dolayı kendisine karşı -hâşâ- Tanrı gibi
davranılmasını bekler. Hakikatte ise bütün davranışlarımızın gayesi, Allah’ın
rızasını kazanmak olmalıdır. Hiç bir amaç ve niyet gütmeden O’nun verdiğini
sadece O’nun için vermek… Bu duygularla veren insanda vermenin kibri olmadığı
gibi, alan insanda da alıyor olmanın ezikliği olmaz. Her iki taraf da aracı
olduğunun bilincinde ve ikram edenin kim olduğunun farkındadır. Esas olan,
yapmak ve unutmaktır. “Sağ elin verdiğinden sol elin haberi olmasın” dediğimiz
şeydir bu. Mülkiyet duygusuna sahip olmayan, her şeyin bir emanet olduğunun
bilincinde olan insanların bu işi daha kolay yaptıklarını görüyoruz.
Bir
Müslümanda olması gereken en önemli özellikler samimî, dürüst, cesur ve cömert olmaktır.
Başkalarına göre değil, mihenk olarak Kur’ân’ı ve Sevgili Peygamberimizin (sav)
hayatını örnek almalıyız. Bütün bu gücü Yüce Yaratıcı ile kurduğumuz bağ ve
güvenden almalıyız. İnsan nasıl ki suyun kaldırma kuvvetine inanıp güvenerek
denize dalabiliyorsa, Allah’ın varlığına inanarak aynı oranda cesur olabilir. O’nun
kendini koruyup kollayacağına olan güveni tamdır Müslümanın.
Her
şeyde olduğu gibi cömertlikte de bir ölçü olmalıdır. Kendisini ve ailesini
mağdur etmemek kaydıyla kişi, istediği kadar cömertlikte bulunabilir. Ancak
okuduklarımız, gördüklerimiz ve öğrendiklerimiz neticesinde gözlerimizi etrafa
çevirip “Bunlar kimde var, kimde yok?” diye bakmak yerine, kendimize dönüp bakma
cesaretini gösterebilmeliyiz. Sadece bu yolla kusurlarımızı kabul edebilir, o
zaman değişmek ve düzelmek için bir gayretimiz olabilir. Bütün büyük değişimler,
önce insanın kendinden, kendi içinden başlar.
Sözlerimizi
merhum Sezai Karakoç’un sözleriyle bitirelim: “Ot gibi var olacağına, öl ve
yeniden diril!”
O
zaman niyet edelim: Er/hatun kişi niyetine, daha olgun ve kâmil bir insan
olmaya…