Neden sever ki insan?

Eksiklikleri yoktur sevgilinin. Eksikliği görmez olur sevenin gözü. Her şeyiyle güzeldir sadece. Sevmiştir yalnızca. Herhangi biri değildir artık sevilen. Sevilen, “o” olmuştur artık. Her an o düşünülür, her şey ona benzetilir, her şey onunla güzelleşir, onda her şey güzeldir. Artık değerini bilmeye başlar hayatın insan. Farkına varır kendisinin ve çevresinin. Her şeyde bir mutluluk bulur…

“İNSAN neden sever?” Bu soruyu biraz açsak fena olmaz…

Neden sever ki canlı? Biz Anadolu insanının günlük yaşamından bir parça olan gerçeklik, günümüzde bilimsel olarak da kanıtlanmış bulunmaktadır. Sevgi sözcükleriyle büyütülen, bakılan hayvanlar, hatta bitkiler bile farklı oluyorlar büyüdüklerinde.

Annem, çiçeklerini hep “kızım, nazlım” diye sever sularken, diplerini temizlerken. Kırmızısı bir başka kırmızı, moru bir başka mor oluyor açtıklarında. Tarihini hatırlamıyorum, bir Pazar günü Bursa’dan bir gül alıp gelmiştim anneme Anneler Günü’nde. Meğer yediveren imiş adı. Kaç senedir her seferinde yeniden yepyeni bir kırmızılıkla, sevgiyle açıyor hâlâ. Bir zaman dallarında 12-13 tane açmış gül saydığımı hatırlıyorum.

Bir de bunu en şerefli varlık olarak yaratılmış olan insanoğlu için düşünecek olursak… Sanırım İskender Pala hocanın kitaplarından birinde okumuştum; Yaradan, dünyayı ve içindekileri yüce bir sevgiyle yaratmıştır, hamurumuzda sevgi damlacıkları vardır.

Sevme ve sevilme ihtiyacı, her insanın, her canlının ekmek-su gibi temel ihtiyaçlarından birisidir; her ne kadar günümüzde birçok ilişki çıkar ilişkisine döndüyse de…

Öyle büyüktür ki “sevgi”nin gücü, kötü adam olarak bilinen, kalbinde hiç iyilik kalmamış gibi görülen insanları bile yeri-zamanı geldiğinde birer meleğe çeviriyor, kendilerinden hiç de beklenilmeyecek davranışlarda bulunmalarına, ağızlarından çıkması beklenmeyen sözler söylemelerine sebep oluyor.

Öyle büyüktür ki “sevgi”nin gücü, çölü yeşertiyor, çöl gibi olmuş yürekleri birer vahaya çeviriyor.

Öyle büyüktür ki “sevgi”nin gücü, tamamen değiştiriyor insanın hayatını.

Öyle büyüktür ki “sevgi”nin gücü, dünyada cenneti yaşatıyor insana.

Öyle büyüktür ki “sevgi”nin gücü, öyle büyük…

Peki, neden sever insan? Sevdiren nedir ona?

“Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr/ Şöyle mest oldum ki gayrın merhabasın bilmedim” der Fatih’in vezirlerinden Ahmet Paşa. Yani, “Ezel gününde sevgilinin gözü bana bir merhaba lütfetti; o gün bugündür, o bakışın mestliğiyle (sarhoşluğuyla, mutluluğuyla) başka birinin merhabasını hiç tanımadım” der.

Ezelde yani ruhlar âleminde gördüğünü dile getiriyor sevgiliyi Ahmet Paşa ve bu dünyada da onu aradığını belirtiyor. Öyle ya, birçok kez sever insan. Aradığını bulduğunu sanır hep; bazen olur, bulmuştur daha ilk seferinde. Bazense arar da arar, sevmelerin arkası gelmez o “Kalu: Belâ”daki sevgili bulunana dek…

Herkes ilk olmak ister; hâlbuki son olmaktır aslolan, asıl sevilmek. Kendisinden başkası olmayacaktır, bilmesi gerekir insanın, kendisi sondur ve kendisi “O”dur, kendisi cânandır, kendisi anlamıdır hayatın. Aranandır. Sevgilidir.

Birkaç defa duymuştum telefonda tanışıp birbirlerine âşık olan çiftlerin hikâyelerini. Birbirlerini görmeden bağlanıveriyorlar. Bir ateştir düşüveriyor yüreklerine. Görmeden seviyorlar. Yüreklerini koyuyorlar ortaya. Aradıklarını, sevgiliyi, diğer yarılarını buluyorlar. Önceleri hayret etmiştim ama sonra büyük bir saygı duydum onların büyük aşklarına.

“Bebek doğduğunda dahi kendisinde sevme hissi mevcuttur” demiştik bir yazımızda.

***

Evet, daha birkaç günlük bir insan yavrusu, dünyadan haberi yok ama küçücük kalbinde dünyaları sarmalayabilecek bir sevgi ile doğmuştur. Annenin ilk defa kucaklaması yavrusunu, bağrına basması, günler, hatta aylar öncesinden odasını, giyeceklerini dizmesi tarif edilemez bir heyecanla… Dünyaya bir sevgi daha katmış olmanın mutluluğu… Hayatın anlamı…

Dedik ya, insanın temel ihtiyaçlarından biridir sevgi… Nasıl ki bir insanın günlük hayatını sürdürebilmesi için yemek, içmek, değişik tatlar almak gibi fizikî ihtiyaçları varsa, bir de bunun manevî yanı, ruhsal tarafı vardır. Sevme ve sevilme ihtiyacı, fizikî olarak rahatlayan insanın ruhsal olarak da rahatlama ve tamamlanma ihtiyacı vardır. Yarımdır insan bir başına, eksiktir bir yanı, bütünlenmeye ihtiyaç duyar.

Özellikle bahar ayları gelmeye başlayınca, gençliğin kanında bir kaynama başlar. Bir arayış içine düşer her yeni yetme bile, bırakın yetişkinleri. Bir eksikliği tamamlama arayışındadır insanlık. Farkında olmadığı bir arayıştır bu. Kimse demez “Ben yarımım, bütünlenmek istiyorum, sevmeye, sevilmeye ihtiyaç duyuyorum” diye. Sevgili aradıklarını da nadiren telâffuz ederler dilleriyle ama gönüller bas bas bağırır baharla birlikte. Fıtrat gereği, biri sevsin ister kendisini, birini sevmek ister kendisi. Ve o biri çıkar ansızın karşısına. Bir hoş olur yürek, yanardöner olur. Ne yaptığını, ne yapacağını bilemez olur. Kadın erkek fark etmez, her iki taraf da kapılabilir bir Yûsuf’a ya da bir âhu gözlü Züleyha’ya. Nedenini sorgulamaz kimse. “Çünkü”sü yoktur sevmelerin, hele hele pişmanlığı hiç yoktur. Sebepsiz sever insan, çıkarsız kapılıverir. Alır sevdiğini, başköşesine koyar gönlünün. Sorgulamaz hiç.

Eksiklikleri yoktur sevgilinin. Eksikliği görmez olur sevenin gözü. Her şeyiyle güzeldir sadece. Sevmiştir yalnızca. Herhangi biri değildir artık sevilen. Sevilen, “o” olmuştur artık. Her an o düşünülür, her şey ona benzetilir, her şey onunla güzelleşir, onda her şey güzeldir. Artık değerini bilmeye başlar hayatın insan. Farkına varır kendisinin ve çevresinin. Her şeyde bir mutluluk bulur. Bir güzelliktir, girmiştir hayatına. Acısından hiç bahsetmiyorum, çünkü acı yoktur esasında sevgide…

Dîvan edebiyatında çok karşılaşırız “azap” kelimesi ile. Hep “acıdan, ayrılıktan, felâketten, üzüntüden kaynaklanan” durum olarak algılamışızdır bu sözü. Hâlbuki “azap” kelimesi mânâ itibarı ile iki zıt anlamı da karşılamaktadır. “Üzgünlük, yeis, mahzunluk, dert” ve bununla birlikte “haz, zevk, mutluluk” gibi anlamları karşılar. Bu yüzden edebiyatımız üstatlarının çoğu, şiirlerinde sevgiliden gelen dert, mutluluk olarak işlenmiştir. İki anlamını da katmışlar şiirlerine ve “berceste beyitler” (zekâ sıçraması ile söylenebilen seçkin, lâtif, ince anlamlı sözler) kullanmışlardır.

Tarihimiz kahramanlıklarla dolu olduğu gibi, binbir gece masallarında rastlanabilecek sevdalarla da doludur. Dilden dile günümüze ulaşmıştır ölümsüz aşklar ve kim bilir daha kaç yüzyıl anlatılacaklardır. Her okuyan, her dinleyen kendisinden bir şeyler bulur, kendisini âşıkın ya da maşukun yerine koyar, gizli gizli de kıskanırlar -bana kalsa- onların aşklarını. Dîvan şiirinde anlatılan aşklar, bu devirde gerçek dışı görülebilir birçok kişiye. Amma velâkin şairin işlediği aşk, kendisinin bile ulaşamadığıdır aslında. Sürekli bir isteme sürecindedir. Olması gerekeni ister, olmuş olan değildir istediği. Üstat Nazım Hikmet, “En güzel şiir, henüz yazılmayandır” der. Ben de naçizane, “En güzel aşk, henüz yaşanmamış olandır” desem, üstatla bir anlamda aynı fikirde buluşmuş olur muyum acaba?

***

Sever insan. Karartır gözünü, sever. Kimi zaman Ferhat olur âşıkın adı, dağlar deler. Kimi zaman Züleyha olur maşukun adı, aklından olur Yusuf için. Deliliklerin ardı arkası kesilmez; bir ihtimâl uğruna kilometrelerce süren bir yolculuğa çıkar insan. Dağlar, dereler, koca koca yaylalar aşar. Bir kez olsun sevgilinin cemâlini görmektir amacı. Konuşmak bir yana, daha görmeden yolda erimektedir yürek. Samanlıkta iğne aramak gibi olacaktır sevgilinin cemâlini görebilmek. İhtimâldir ve ihtimâli bile güzeldir.

Ateş düşmeyegörsün yüreklere bir defa…

Velhâsıl, nedeni yoktur sevmelerin. Yalnızca sever insan, sebepsizce sever.

Sevgiyle kalın efendim…