“İNSAN neden sever?” Bu soruyu biraz açsak fena olmaz…
Neden sever ki canlı? Biz Anadolu insanının günlük
yaşamından bir parça olan gerçeklik, günümüzde bilimsel olarak da kanıtlanmış
bulunmaktadır. Sevgi sözcükleriyle büyütülen, bakılan hayvanlar, hatta bitkiler
bile farklı oluyorlar büyüdüklerinde.
Annem, çiçeklerini hep “kızım, nazlım” diye sever
sularken, diplerini temizlerken. Kırmızısı bir başka kırmızı, moru bir başka
mor oluyor açtıklarında. Tarihini hatırlamıyorum, bir Pazar günü Bursa’dan bir
gül alıp gelmiştim anneme Anneler Günü’nde. Meğer yediveren imiş adı. Kaç
senedir her seferinde yeniden yepyeni bir kırmızılıkla, sevgiyle açıyor hâlâ.
Bir zaman dallarında 12-13 tane açmış gül saydığımı hatırlıyorum.
Bir de bunu en şerefli varlık olarak yaratılmış olan
insanoğlu için düşünecek olursak… Sanırım İskender Pala hocanın kitaplarından
birinde okumuştum; Yaradan, dünyayı ve içindekileri yüce bir sevgiyle
yaratmıştır, hamurumuzda sevgi damlacıkları vardır.
Sevme ve sevilme ihtiyacı, her insanın, her canlının
ekmek-su gibi temel ihtiyaçlarından birisidir; her ne kadar günümüzde birçok
ilişki çıkar ilişkisine döndüyse de…
Öyle büyüktür ki “sevgi”nin gücü, kötü adam olarak
bilinen, kalbinde hiç iyilik kalmamış gibi görülen insanları bile yeri-zamanı
geldiğinde birer meleğe çeviriyor, kendilerinden hiç de beklenilmeyecek
davranışlarda bulunmalarına, ağızlarından çıkması beklenmeyen sözler söylemelerine
sebep oluyor.
Öyle büyüktür ki “sevgi”nin gücü, çölü yeşertiyor, çöl
gibi olmuş yürekleri birer vahaya çeviriyor.
Öyle büyüktür ki “sevgi”nin gücü, tamamen değiştiriyor
insanın hayatını.
Öyle büyüktür ki “sevgi”nin gücü, dünyada cenneti
yaşatıyor insana.
Öyle büyüktür ki “sevgi”nin gücü, öyle büyük…
Peki, neden sever insan? Sevdiren nedir ona?
“Cânıma bir merhaba sundu ezelde çeşm-i yâr/ Şöyle mest oldum ki gayrın
merhabasın bilmedim” der Fatih’in vezirlerinden Ahmet Paşa. Yani, “Ezel
gününde sevgilinin gözü bana bir merhaba lütfetti; o gün bugündür, o bakışın
mestliğiyle (sarhoşluğuyla, mutluluğuyla) başka birinin merhabasını hiç tanımadım”
der.
Ezelde yani ruhlar âleminde gördüğünü dile getiriyor
sevgiliyi Ahmet Paşa ve bu dünyada da onu aradığını belirtiyor. Öyle ya, birçok
kez sever insan. Aradığını bulduğunu sanır hep; bazen olur, bulmuştur daha ilk
seferinde. Bazense arar da arar, sevmelerin arkası gelmez o “Kalu: Belâ”daki sevgili
bulunana dek…
Herkes ilk olmak ister; hâlbuki son olmaktır aslolan,
asıl sevilmek. Kendisinden başkası olmayacaktır, bilmesi gerekir insanın,
kendisi sondur ve kendisi “O”dur, kendisi cânandır, kendisi anlamıdır hayatın.
Aranandır. Sevgilidir.
Birkaç defa duymuştum telefonda tanışıp birbirlerine
âşık olan çiftlerin hikâyelerini. Birbirlerini görmeden bağlanıveriyorlar. Bir
ateştir düşüveriyor yüreklerine. Görmeden seviyorlar. Yüreklerini koyuyorlar
ortaya. Aradıklarını, sevgiliyi, diğer yarılarını buluyorlar. Önceleri hayret
etmiştim ama sonra büyük bir saygı duydum onların büyük aşklarına.
“Bebek doğduğunda dahi kendisinde sevme hissi
mevcuttur” demiştik bir yazımızda.
***
Evet, daha birkaç günlük bir insan yavrusu, dünyadan
haberi yok ama küçücük kalbinde dünyaları sarmalayabilecek bir sevgi ile
doğmuştur. Annenin ilk defa kucaklaması yavrusunu, bağrına basması, günler,
hatta aylar öncesinden odasını, giyeceklerini dizmesi tarif edilemez bir
heyecanla… Dünyaya bir sevgi daha katmış olmanın mutluluğu… Hayatın anlamı…
Dedik ya, insanın temel ihtiyaçlarından biridir sevgi…
Nasıl ki bir insanın günlük hayatını sürdürebilmesi için yemek, içmek, değişik
tatlar almak gibi fizikî ihtiyaçları varsa, bir de bunun manevî yanı, ruhsal
tarafı vardır. Sevme ve sevilme ihtiyacı, fizikî olarak rahatlayan insanın
ruhsal olarak da rahatlama ve tamamlanma ihtiyacı vardır. Yarımdır insan bir
başına, eksiktir bir yanı, bütünlenmeye ihtiyaç duyar.
Özellikle bahar ayları gelmeye başlayınca, gençliğin
kanında bir kaynama başlar. Bir arayış içine düşer her yeni yetme bile, bırakın
yetişkinleri. Bir eksikliği tamamlama arayışındadır insanlık. Farkında olmadığı
bir arayıştır bu. Kimse demez “Ben yarımım, bütünlenmek istiyorum, sevmeye,
sevilmeye ihtiyaç duyuyorum” diye. Sevgili aradıklarını da nadiren telâffuz
ederler dilleriyle ama gönüller bas bas bağırır baharla birlikte. Fıtrat
gereği, biri sevsin ister kendisini, birini sevmek ister kendisi. Ve o biri
çıkar ansızın karşısına. Bir hoş olur yürek, yanardöner olur. Ne yaptığını, ne
yapacağını bilemez olur. Kadın erkek fark etmez, her iki taraf da kapılabilir
bir Yûsuf’a ya da bir âhu gözlü Züleyha’ya. Nedenini sorgulamaz kimse.
“Çünkü”sü yoktur sevmelerin, hele hele pişmanlığı hiç yoktur. Sebepsiz sever
insan, çıkarsız kapılıverir. Alır sevdiğini, başköşesine koyar gönlünün.
Sorgulamaz hiç.
Eksiklikleri yoktur sevgilinin. Eksikliği görmez olur
sevenin gözü. Her şeyiyle güzeldir sadece. Sevmiştir yalnızca. Herhangi biri
değildir artık sevilen. Sevilen, “o” olmuştur artık. Her an o düşünülür, her
şey ona benzetilir, her şey onunla güzelleşir, onda her şey güzeldir. Artık
değerini bilmeye başlar hayatın insan. Farkına varır kendisinin ve çevresinin.
Her şeyde bir mutluluk bulur. Bir güzelliktir, girmiştir hayatına. Acısından
hiç bahsetmiyorum, çünkü acı yoktur esasında sevgide…
Dîvan edebiyatında çok karşılaşırız “azap” kelimesi
ile. Hep “acıdan, ayrılıktan, felâketten, üzüntüden kaynaklanan” durum olarak
algılamışızdır bu sözü. Hâlbuki “azap” kelimesi mânâ itibarı ile iki zıt anlamı
da karşılamaktadır. “Üzgünlük, yeis, mahzunluk, dert” ve bununla birlikte “haz,
zevk, mutluluk” gibi anlamları karşılar. Bu yüzden edebiyatımız üstatlarının
çoğu, şiirlerinde sevgiliden gelen dert, mutluluk olarak işlenmiştir. İki
anlamını da katmışlar şiirlerine ve “berceste beyitler” (zekâ sıçraması ile
söylenebilen seçkin, lâtif, ince anlamlı sözler) kullanmışlardır.
Tarihimiz kahramanlıklarla dolu olduğu gibi, binbir
gece masallarında rastlanabilecek sevdalarla da doludur. Dilden dile günümüze ulaşmıştır
ölümsüz aşklar ve kim bilir daha kaç yüzyıl anlatılacaklardır. Her okuyan, her
dinleyen kendisinden bir şeyler bulur, kendisini âşıkın ya da maşukun yerine
koyar, gizli gizli de kıskanırlar -bana kalsa- onların aşklarını. Dîvan
şiirinde anlatılan aşklar, bu devirde gerçek dışı görülebilir birçok kişiye.
Amma velâkin şairin işlediği aşk, kendisinin bile ulaşamadığıdır aslında.
Sürekli bir isteme sürecindedir. Olması gerekeni ister, olmuş olan değildir
istediği. Üstat Nazım Hikmet, “En güzel şiir, henüz yazılmayandır” der. Ben de naçizane,
“En güzel aşk, henüz yaşanmamış olandır” desem, üstatla bir anlamda aynı fikirde
buluşmuş olur muyum acaba?
***
Sever insan. Karartır gözünü, sever. Kimi zaman Ferhat
olur âşıkın adı, dağlar deler. Kimi zaman Züleyha olur maşukun adı, aklından
olur Yusuf için. Deliliklerin ardı arkası kesilmez; bir ihtimâl uğruna
kilometrelerce süren bir yolculuğa çıkar insan. Dağlar, dereler, koca koca
yaylalar aşar. Bir kez olsun sevgilinin cemâlini görmektir amacı. Konuşmak bir
yana, daha görmeden yolda erimektedir yürek. Samanlıkta iğne aramak gibi
olacaktır sevgilinin cemâlini görebilmek. İhtimâldir ve ihtimâli bile güzeldir.
Ateş düşmeyegörsün yüreklere bir defa…
Velhâsıl, nedeni yoktur sevmelerin. Yalnızca sever
insan, sebepsizce sever.
Sevgiyle kalın efendim…