4 Şubat 2020’de yayınlanan yazıma, “Korku tünelinde son figür: Yeni Tip
Coronavirüs” diye bir başlık atmıştım. Henüz Türkiye olarak Kovid-19
ile tanışmadığımız, dünyanın bu virüsle mücadelenin başında olduğu bir dönemdi.
Dünya çapında bir salgına dönüşmemiş ve dolayısıyla henüz pandemi olarak
adlandırılmamış olsa da elimizdeki veriler bize birtakım ipuçları veriyordu
Korona ailesinin bu yeni üyesiyle ilgili.
Bundan tam bir yıl önceki yazımda verdiğim, virüsün
ölümcüllüğü ile ilgili veriler bugün de değişmiş görünmüyor. Çin’de başlayıp
Avrupa’ya yayılan Kovid-19, bir yıl önce de vücuduna girdiği her yüz kişiden
ikisinin hayatına mâl oluyordu, bugün de. Salgın hastalığa sebep olan birçok virüsten
daha az ölümcül olduğu hâlde daha hızlı ve kolay bulaşıyor olmasının ölüm
sayılarını yükselttiği gerçeğiyle karşı karşıyayız şu anda. Ve bu gerçek, bizi
2,2 milyon vefata kadar getirdi.
Dünya Sağlık Örgütü (DSÖ) verilerine göre her yıl gripten
ölenlerin sayısı 650 bin kişi olsa da bağımsız araştırmacılar grip ve gribin
sebep olduğu ölümlerin yıllık 7 milyon civarında olduğunu söylüyor bize.
Gerçekten, bugüne kadar ölüm sebebi grip olarak gösterilen kaç vaka
hatırlayabiliriz ki? Zira bizim grip olarak tanıdığımız influenza virüsü
taraması diye bir uygulama yaygın değil. Oysa son bir yıl içinde Kovid-19 taraması
için yapılan test sayısı 1 milyarın üzerinde!
O hâlde DSÖ verilerinin bizi ne kadar doğruya
götüreceği konusunda da biraz daha düşünmek zorundayız. 7 milyon olarak
düşünülen sayıların yüzde yüz abartılmış olduğunu varsayalım. Bu durumda bile
her yıl grip yüzünden ölen insan sayısının, aşısı bulunmamış, ilâcı netleşmemiş,
hattâ her gün yeni bilgilerle tanımaya çalıştığımız bir virüsten daha çok ölüme
sebep olduğunu görebiliriz.
Öyleyse bu korku niye?
Virüs nasıl çıktı, nasıl bu kadar yayılabildi,
üretildi mi, yoksa tabiî yollardan mı girdi hayatımıza, bilmiyoruz. Ancak şunu
çok net biliyoruz ki, birileri bu virüsü bir korku malzemesi olarak kullanıyor.
Yaşayarak test ettik ki, onlarca komplo teorisi içinde bugün için en akılcı
olanı, küresel oyun kurucuların, dünyanın otoriter rejimlerle yönetilmesiyle
daha çok nemalanacağı teorisi. “Kork!” diyecekler, korkacağız; “Evde otur!”
diyecekler, oturacağız; “Alışverişini internetten yap!” diyecekler, yapacağız… Öyle
olmadı mı?
Son bir yılda günden güne artan bir yasaklar furyası
ile zapturapt altına alınmaya çalışılmadık mı? Bu yasaklardan kurtulmanın tek
yolu, pozitif vaka sayılarının azalmasından geçiyor.
Dikkat ediniz, Kovid-19’un bitmesi değil, bağışıklık sisteminin artarak yayılım hızının göz ardı edilebilecek seviyenin altına inmesi bütün amaç. Bunun için de elimizdeki tek şans, aşı olarak görünüyor.
Küresel sistemin bütün dünyaya dayattığı
“Korkacaksın!” emrine uyarak korktuk şimdiye kadar. İster turizmi, ister
sportif faaliyet ya da uluslararası ticareti ele alın, her konuda birbirine
muhtaç bir dünya düzeni içinde, hiçbir ülkenin genel kurallara aykırı hareket
etmesi düşünülemezdi. “Biz Kovid-19’u sizin kadar tehlikeli bulmuyor ve sizin
tedbirlerinizi almıyoruz” desek, ne ticâret yapabilir, ne iş seyahatlerine
gidebilir, ne de turist ağırlayabilirdik ülkemizde. O yüzden biz de herkesin
yaptığını yapıp okullarımızı, işyerlerimizi, arada yollarımızı ve sınırlarımızı
kapattık. Kapattıklarımızı açmak için aşıya bel bağladık hepimiz. Zira dünya,
belki de bir yıl sonra Korona aşısı olmayana vize vermeyecek. Uçak şirketleri
aşısız yolcu taşımayacak. Sisteme adapte olmaya çalışan AVM’ler aşısız müşteri
almayacak kapısından içeri belki…
Yani o aşı olunacak!
Bunun için ilk şart ise o aşıyı satın almak. Şu anda
hiçbir ülke kendine yetecek aşıyı üretebilmiş değil. Zaten ülkeler değil, şirketler
üretiyor aşıları ve o şirketler parayı kim verirse aşıyı ona satmakta özgür. Bu
konuda AB ülkelerinde büyük bir kavga çıktı bile. Zira üretici şirketlerin
bazıları, sebebini açıklayamadıkları bir biçimde taahhütlerinin tamamını yerine
getiremeyeceklerini açıkladılar.
Aşı konusunda, ülkeler ülkelerle değil, şirketlerle iş
birliği yapmak zorunda. Bu da şu anda öne çıkan markalar için akıl almaz bir
servetin habercisi.
Her ne olursa olsun, geç de kalsak, erken de davransak,
aşı teminine ve uygulamaya mecburuz. Yerli aşımızı bir an önce sahaya sürmek
ise ekonomik bir mecburiyet. Virüsten korktuğumuz için değil, küresel oyunda
oyun kurucuların oyuncağı olmaktan bir an önce kurtulmak ve ekonominin
dinamiklerini tekrar hayata geçirmek için mecburuz aşıya.
Burada aşıya güvenmek ya da güvenmemek gibi bir
durumun hiçbir önemi yok bence. Zira tüm prosedür kurallarını hızlandırarak
elde edilmiş aşıların güvenliği konusunda kim güvence verebilir ki? Aşının altı
ay koruyucu olduğu söylenirken, uygulamadan itibaren henüz altı aylık bir test
imkânı olmamasına rağmen bu süreyi kim garanti edebilir ki? Belki üç ay
koruyacak bu aşı bizi, belki üç yıl; bunu şu anda kim kesin olarak bilebilir
ki? Altı aylık sürenin, aşı üreticileri tarafından ticârî sebeplerle ortaya
atılmadığını kim ispat edebilir ki?
Yeni dünya düzenini, ABD’ye, Çin’e, Rusya’ya, AB’ye
rağmen, kendi menfaat çarklarını döndürmek için kurmak isteyenlerin son oyunu
olmayacak bu. Bundan sonrakilere daha hazırlıklı olmak için daha güçlü olmak
zorundayız.
Daha güçlü almak için daha büyük bir ekonomiye ihtiyaç
var. Daha büyük bir ekonomi için dünya ekonomisinin küçüldüğü bugünleri fırsata
çevirmemiz gerek. Bu fırsatı ortamını oluşturmak için -şimdilik- Kovid-19
konusunda güvenli bir ülke olmalıyız. Bunun için de aşı, olmazsa olmazımız! Ve
şimdilik iyi gidiyor gibiyiz…