Necipçe bir gözle bugün

“Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes!/ Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!” diyen Üstad Necip Fazıl’dan bugüne çok şey değişti. O günkü beklentiyle bugünün hüsranı arasında durup “Biz ne zaman boşladık bu gençliği?” diye sorasım var. Böylesi bir başıboşluk içinde, yönsüzlük içinde koşan, keşmekeşine müptela bir gençlikle hangi yüzyıllık sıçramayı düşleriz?

BİR gençlik… bir gençlik… bir gençlik...  “Zaman bendedir ve mekân bana emanettir” şuurunu en ufak bir biçimde anlayamamış bir gençlik...

Devleti ve milletinin asırlar geçen hayatında, herhangi bir dönemde dahi ne aşkından, ne vecdinden, ne fethinden, ne de hâkimiyetinden haberdar olan, kendini harem romantizmine sıkıştırıp Batı’ca tütsülenmiş haram arabeskine taklitçi kalmış, İstanbul’un fethini bile Hıristiyan bir Macar’ın mahareti sanan, kendindeki ilmî ve ahlakî tüm değerleri boş laftan öteye götüremeyen ve faydasız cefa olarak akletmiş, ruh dünyasını şarhoş, üfürükten kof bir mekâna sıkıştırmakla Batılı sanatkârların çizdiği ufku kendine ufuk bellemiş bir gençlik...

Gökleri çökertmek şöyle dursun, benliğini, enaniyetini göğe diklenmek için cesaret noktası bilen, cemiyeti ve mukaddes emaneti umursamayacak kadar ona yabancı bir gençlik...

Dinine heyecansız, diline küçümser, ilmine kâfi, ırzına sıradan, evine umumî gözle bakan, kavgasız, dertsiz, tasasız bir gözle aynadaki yüzüne bakakalan hülyalı bir gençlik...

Ne halktan anlayan, ne Hakk’a inanan, meclisinin ve mescidinin duvarlarına  bakmaktan ziyade, çektirdiği fotoğraflarla sosyal medyada krallığını ilan eden, hâkimiyeti bu sanal âlemin hakkına pay eden, gerçeği ve adaleti bir türlü algılayamayan, algılarını ise gerçek sanan, sosyal medyada twit köleliği ile öz hakkına hizmet etmekten öteye gidemeyen bir gençlik...

Emekçiye “Çalışsaydın, çalsaydın, uyanık olsaydın… Boşa kürek çekip duruyorsun! Senin hakkını ben mi koruyacağım? Başının çaresine aklın varsa bakardın be hey adam!” diyecek kadar emeğe duyarsız, ahlaksızlığı muteberleştirmeye açık; kapitaliste ise, “İşte aklı olan böyle yapar, takdir ettim! Kariyer planlamanı akıllıca yapmışsın” diyecek kadar Allah’ın buyruğu ve Resul ölçüsünden uzak, bu ölçüyü de kalbinin ve kasasının içine almaktan ziyade, bundan köşe bucak kaçarak şeytanın aklıyla akıllanan, rekabete girerek vahşileşen bir gençlik...

Ne kökü ezelde, ne de dalı ebedde bir sistem bilen; irfanı dumandan, idraki taştan bir gençlik...

Asırlardır yanıp kavrulan, bunca keşfine ve oyuncağına rağmen buhranından kurtulamayan, kurtuluş içinse Doğu ilmine sarılan Batı dünyasını kör bir şevk ile takip eden, örnek alıp kendi buhranını kendi eliyle inşa eden bir gençlik...

O mübarek oluş sırrını çözmek için kafa patlatacak vakti dahi olmayan, her sistemi deneyip her mezhebi birbirine düşürecek kadar kutuplaşan, birçok hastalığa tutulup her birini kanıksamış, şifanın akılda olduğunu zanneden, hakikî devanın İslam’la elde edileceğine inanmamak adına direnen, cemiyetin hastalıklarına çözüm bulamayan, her an ateş alan, her ateşle küle dönen bir gençlik...

“Kim var?” diye seslenilince, bir adım geri atıp sağına ve soluna bakınan, “Ben varım!” demek yerine mesuliyeti başkalarında arayan, “Bu kadar insanın olduğu yerde bana ne gerek var?” diyecek kadar, davasında fedakârlık yerine kârlılığı arayıcı bir gençlik...

Can taşıma bencilliği ile can vermek için sebepsiz kalan, bireysellik namına minnetsiz olan, gözü kara her ferdi “enayilik” yaftası ile suçlayıp kurnazlığı strateji ve taktik sanan bir gençlik...

Büyük bir tasavvuf adamının benzetişiyle, zifirî karanlıkta ak sütün içindeki ak kılı fark edecek kadar gözü keskinlerin mazide kaldığı, sap ile samanı birbirine karıştıran bir gençlik...

Bugün, üniversitesi komik, profesörü lafazan, örnek alınacak hali kalmamış hocasıyla ders kitabından uygulama çıkaramamış, şehrin yerini kent ruhunun aldığı, sokakları zevk ve dünyevî neşeden öteye gidemeyen, kitle iletişim olmaktan ziyade toplumları aldatan ve modüle ederek kandıran gazetelerle, şaşkın ailelerle, kendisine bile faydası olmayan cemiyet müesseselerinden de fayda görememiş, zehri şerbet sanan, duyarlılığı kaybolmuş bir gençlik...

Öz talim ve terbiyesine ne verilirse alan, telkin ve telbiyesine sahip çıkacak kimsesi kalmamış, nefsine rehber edindiği tek gözü kör, bir ayağı topal şeytanlara emanet edilmiş, tek başına titreyen ottan farksız ve hiçbir çetin savaşa girmeyecek kadar kaçak, korkak bir gençlik...

Annesi, babası, ninesi ve dedesi içinde olsa bile, gelmiş geçmiş bütün eski nesillerin hiçbirinden haberi olmayan, Müslümanlıkla Batılı markasını birbirinden ayırmasını bilemeyen, hiçbir felaket sonrası özeleştiri yapabilecek tefekkür derinliğine sahip olamamış bir gençlik...

Bu gençliği karşımda görüyorum… “Mayası bozulsun” diye yıllardır uğraşan Batılı akrobatların, şato efendilerinin viski kokan kazaklarını giyinen, palyaçolarla kavga ede ede yorulduğum bu devrin tanıkları karşısında ben de başımı secdeye koyup, “Beterin beteri var!” diye Rabbime şükredecek durumdayım...

Genç adam! Bundan böyle senden beklediğim fazla bir şey yok… Maneviyatını, davanı bilmenden gayrı ne beklerim ki?

“Surda bir gedik açtık mukaddes mi mukaddes!/ Ey kahbe rüzgâr, artık ne yandan esersen es!” diyen Üstad Necip Fazıl’dan bugüne çok şey değişti. O günkü beklentiyle bugünün hüsranı arasında durup “Biz ne zaman boşladık bu gençliği?” diye sorasım var. Böylesi bir başıboşluk içinde, yönsüzlük içinde koşan, keşmekeşine müptela bir gençlikle hangi yüzyıllık sıçramayı düşleriz? Mazur görün, ama bunu da sorasım var.

Rabbim ikram etsin!.. Hafızasını hıfz edecek, imanını kandillerin en şereflisi edinip yolunu sırat-ı müstakimden ayırmayacak bir nesli ikram etsin… Ne de olsa “Yol O’nun, varlık O’nun, gerisi hep angarya!/ Yüz üstü çok süründün, ayağa kalk Sakarya!”…