
GEREK tarih
sayfalarında adını liste başı yazdıracak kadar kuvvetli şahsiyetler, gerek
düşüncenin akıl ve ilimle ulaşılabileceği zirvede bulunan fikir adamları
arasında her insanın kendine yakın bulduğu, ruhdaş olduğu prototipler, idoller
vardır.
Başka türlü anlatacak
olursak, her insanın rehber edindiği, kendine yakın bulduğu pişdârı, mürşîdi,
ihtiram gösterdiği kılavuzu, kendi kişilik ve düşünce yapısına yakın bulduğu
örnek şahsiyetleri vardır. Ben (haddim olmayarak) olaylar karşısındaki tepkisi,
fikrî yapısı, kızdığı meseleleri imtinâ etmeden, alenen söyleyen secaatiyle Hz.
Ömer’i kendime yakın bulurum. Şecaati, ufkunun açık olması ve yumruğun masaya
vurulması gerektiği demde gözünü budaktan sakınmadan, mertçe “Ben varım!”
demesi o kadar yerinde, o kadar doğru gelir ki, “Ne başka ifade, ne başka
hareket bundan daha doğru olmazdı” dedirtir. Zâlime göre çok sert gelen üslûbu,
mazluma göre çok yerli yerindedir.
Hz. Ömer gibi kendime
yakın bulduğum, yakın tarihimizde yaşayan bir isim daha var. Yazdıklarını
okudukça “Çok doğru
söylemiş, ne kadar bediî ifade etmiş, hiç çekinmeden ve korkmadan gerçekleri
haykırmış” dediğimiz bir isim… Ona karşı saygının ötesinde sevginin de
yüreğimde harmanlandığı, “Keşke daha çok yaşasaymış” dediğim bir isim…
Ülkemizin zor zamanlarında
zor işlere kalkışan, elini taşın altına koymaktan bir an bile imtinâ etmeyen,
hapishaneleri mesken tutan (ki yalnızlığı “Cinnet Mustatili”ni yazacak kadar
ürkütücü bulduğu hâlde defalarca o acı hapishane tecrübesini yaşayan) ve yine
de dâvâsından bir lâhza bile taviz vermeyen bir yiğit adam…
Söz ehli, kalem ehli ve
ülkemizde vatan sevgisi, dâvâ aşkı denilince ilk akla gelen, mertlik yarışında
ipi ilk göğüsleyenlerden olan bir isim…
Kendini “Sâbık Şâir”
diyerek eski günlerini, eski şâiri (kendini), hatalarını en acımasızca eleştiren
bir isim… Korkusuzca, haksızlık karşısında boğazı damar damar oluncaya kadar
haykıran bir isim… Sadece siyasî alanda değil, edebî alanda da ülkemize çok şey
kazandıran bir isim…
Evet, Necip Fâzıl
Kısakürek… Mert duruşu, derin düşünce yapısı, zor zamanlarda bütün ülkeye yön
veren nefesi ile ülkemizin kaderini belirleyen etkin kişiliklerden biri…
Mazlumların hakkı yenildiğinde, zayıflar ezildiğinde, istibdat kol gezdiğinde,
zâlimin karşısına çıkacak çelik gibi bir yürek ve vakarla dimdik duracak, mazlumun
yaslanacağı dağ olacak bir şahsiyettir Necip Fâzıl Kısakürek.
Mazlumun karşısında
merhametten iki büklüm olan Üstad, zâlim söz konusu olduğunda ise şecaati ön
plânda olan dev bir isimdir. Onu okudukça, insanları hem bir mürebbî disiplini,
hem bir baba şefkati ile esas duruşa geçiren saygın bir zât-ı şahâne hayâl
ediyorum.
Lise çağlarında onun
kitapları ile coşuyor, heyecanıma heyecan katıyordum. İlk “Aynadaki Yalan”ı
okumuştum. İlk gençlik dönemimde hak ile haksızlık arasındaki farkı onu
okuyarak öğrenmiştim. Sonra onu tanıdıkça onun hem şâir, hem hatip, hem yazar
kişiliğinin karşısında kâim, kavi duruşlu bir “düşünce adamı” olduğunu
anlamıştım. Ülkenin zor dönemeçlerden geçtiği günlerde haksızlıklar karşısında
“susmamak” gerektiğini ondan öğrendim.
Kutsalının alaşağı
edilmeye çalışıldığı demde bir sırtlan cevvaliyeti ile düşmana hâddini
bildirmeyi onun mısralarından, onun makalelerinden öğrendim. “Çöle İnen Nur”
ile Resûlullah aşkını tattım, “Bâb-ı Âli” ile o zamanki İstanbul’u, Bâb-ı Âli’yi,
en çok da kendisini tanıdım. “İslâm Tasavvufu ve Batı Tefekkürü” ile “ham
softayı, kaba yobazı” tanıdım; felsefenin ne olup ne olmadığını anladım ve yitiği
arayan felsefenin karşısına kâmil “Din-i İslâm”ı koyan Üstad’dan İslâm’ın
âlemşumûl olduğunu, İslâm’ın kâmil bir din olduğunu bir kez daha öğrendim.
“Büyük Doğu”nun büyük dâvâsı
olduğunu, maddî sıkıntılarla bir ara kapansa da arkasında koca yürekli insanlar
var oldukça aslında hâlâ yüreklerde basılıp yayıldığını gördüm. “Sakarya Türküsü”
ile mayışan gençliğin ayağa kalkışını, şahlanışını temâşâ ettim.
Arvasî’nin dizinin dibinde
tüm toyluklarını, nefsî hezeyanlarını törpüleyen Üstad’ın kitaplarının
gölgesinde, nefsimin başkaldıran kötü yanlarını törpülemeyi, kendimden geçip
erimeyi, eriyip yeniden neşv ü nemâ bulmak için yanmanın ne demek olduğunu
öğrendim.
Çok küçükken hayâl meyâl
hatırladığım, babamın da saklayarak okuduğu “Rapor” isimli küçük risâleleri
“sakıncalı kitap” diye bir ara darbecilerin kara listesinin başköşesinde olan
Üstad’ın kitaplarındaki ihlâslı duruşu okuyunca, o zor zamanlarda ancak gerçek
yiğitlerin milleti kendine getirmek için çalıştığını öğrendim. Bu yiğitlerin
liste başında da Necip Fazıl Kısakürek vardı.
“Çile” kitabı ile sevmeyi,
dâvâ aşkını ve ölüme farklı zâviyeden bakmayı öğrendim.
“Deryada sonsuzluğu
zikretmeye ne zahmet!/ Al sana deryâ gibi sonsuz Karacaahmet!/ Onda sırların
sırrı: Bulmak için kaybetmek…/ Parmakların saydığı ne varsa hep tüketmek…/ Ebedî
gençliğin taht kurduğu yer mezarlık…/ ‘Ebedî gençlik ölüm’ desem kimse inanmaz!/
Karacaahmet bana neler söylüyor neler,/ Diyor ki, ‘Viran olmaz tek bucak
viraneler’…”
Basîret sahibi insan neden
yaratıldığını düşünür; Üstad’ın bu konuda ne kadar kafa yorduğunu ve ölümün
künhüne erdiğini şiirlerinden öğrendim: “Öleceğiz, müjdeler olsun, müjdeler
olsun!/ Ölümü de öldüren Rabbe secdeler olsun!”
“Tohum”la, “Bir Adam
Yaratmak”la, “Reis Bey”le kendimi sorgulamayı öğrendim. “İdeolocya Örgüsü”yle
kirli düşünceleri ve o düşünceleri yeri geldiğinde hiç beklemeden irdeleyip
silkelemek gerektiğini öğrendim.
Ahlâkın, erdemin önemini Üstad’ın
içten hitabı ile dinlediğim kasetlerindeki hitaplarından öğrendim. Beliğ, fasîh
Türkçe kullanımına her seferinde gıpta ettim. Bazen onu ve Mehmed Âkif’i
rü’yâlarıma konuk ettim, rü’yâmda onların ayakkabılarını giymek üzere iken
uyandığımda, gözlerimi yumup o rü’yânın devam etmesi için duâ ettim.
Hülâsa, Üstad’ın okuduğum
bütün eserleri hâfızamda, kişiliğimde derin izler bıraktı. “Cinnet
Mustatili”ndeki hapishane hayatını o kadar güzel anlatmıştı ki, yattığı odayı,
hatta yağtalanmış yastığını, mahkûmların yatak içinde otururken duvara
dayadıkları başlarının zamanla duvarda bıraktığı gölge gibi izleri görmüş gibi
biliyordum.
“Bir Adam Yaratmak” eseri
ile ne kadar düz düşündüğümüzü, beynimizin kıvrımlarında aslında neler saklı
olduğunu ve bir iğne ucunun acısına dayanamayan insanın Yaratan güç verdiğinde
nelere dayanabildiğini öğrendim. “İdeolocya Örgüsü”nde hak edenlere hak
ettikleri üslûpla konuşmak gerektiğini, Batı’nın batasıca kültürü karşısında
İslâmî duruşun, insanlığın necatı/kurtuluşu olacağını öğrendim.
“Ey akıl, nasıl delinmez
küfen?/ Ebedî oluşun urbası kefen!/ Kursa da boşluğa asma köprü fen,/ ‘Allah’
derim, başka hiçbir şey demem!”
Bunun gibi nice mısraları
ile Allah sevgisinin Üstad’da nasıl temâyüz ettiğini, bu sevgisini mısralara,
kelimelere nasıl da mâhirce dökebildiğini görüp onu bir kere daha sevdim. Dâvâ
uğruna elimizden geleni yapmakla mükellef olduğumuzu şu mısraları ile bir kez
daha öğrendim: “Hey gidi küheylan, koşmana bak sen!/ Çatlarsan, doğuran kısrak
utansın!”
Onun mısraları ile coştum,
onun mısraları ile duruldum.
Ey aklı ile bu millete yön
çizen, parmakları ile gençliğe yol gösteren, kalbi ile bu milletin kalbini
fetheden, Sakarya gibi yüzüstü giden gençliği ayağa kaldıran Üstad, sana selâm
olsun!
Selâm olsun ey Üstad! Hani
vasiyetinde “Benim adıma namaz kılın, Kur’ân okuyun” demişsin ya, bilesin,
yıllardır vasiyetini yerine getiren sevdâlıların var.
Selâm sana, duâlarımız
senin için! İstediğin gençlik neşv ü nemâ etmekte, bilesin! Ve bilesin ki,
İslâm’a hâdim olacak taze filizler yeşermekte… Bilesin ki, ebedî uykunda rahat
uyuyasın. Rahat uyu kavi yürekli, vakarlı, mert, muazzez insan rahat uyu!
“Göğe çıkanlar vardı
zikirden kanatlarla;/ Şimdi de çıkanlar var betonarme katlarla...” demiştiniz
ya, emîniz, siz de o kanatlılardansınızdır.
“Kapı kapı, bu yolun her kapısı ölümse,/ Her kapıda ağlayıp son kapıda gülümse!” diyen Üstad, ebedî istirahatgâhında sen de ebeden gülümse!