Necip Fazıl’ın kaleminden “veren elin çizdiği mutluluk tablosu”

İslâm iktisadî sistemi, mülkiyet hakkı, infak yani zekât ve sadaka temeli üzerine kurulmuştur. Bu sistemin en büyük düşmanı ise faizdir. Faiz, enflasyon ve deflasyon gibi hastalıkları doğurur. Faiz, sömürünün sistemidir. Üstad Necip Fazıl, bir fikir adamı olarak bu meseleler üzerine de kafa yormuştur. Onun özellikle “İdeolocya Örgüsü” eseri, iyice okunması gereken bir eserdir.

MAALESEF dünyada bir gelir dağılımı adaletsizliği almış başını gidiyor. Zenginin daha zenginleştiği, fakirin daha fakirleştiği bir düzen tüm dünyayı kasıp kavurmakta… Birkaç zenginin mal varlığı, neredeyse geri kalan tüm insanların gelirine eş değerde.

Bu vahşi kapitalizm karşısında ülkeler sömürülmekte, cemiyetler parça parça olmakta… Ekonomik sıkıntılar her türlü ahlâksızlığı, yozlaşmayı, intiharları beraberinde getirmekte…

Ekonomik sistemler arz ve talep üzerine kurulmuş, bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler gibi bir başıboşluğun neticesi olarak ekonomik getirisi olan her şeyin ekonomik fayda kavramı ile açıklandığı bir düzende her türlü kötülük âdeta meşrulaşmakta… Bizim gibi İslâm ülkeleri de bu olumsuzluklardan etkilenmekte.

Cemiyetimizi oluşturan tüm fertler, karşılaştıkları olumsuzluklar karşısında kendine bir sorumluluk payı çıkarmadan bir suçlu arama derdine düşer. Ağzımıza sakız ettiğimiz bir “sosyal devlet” kavramı vardır. Devleti oluşturan en önemli unsurun fertler olduğunu unuturuz bir an. Devlet sosyal olmalıdır ama fertlerin sosyal olmak gibi bir sorumluluğu yoktur sanki. Hatta cemiyetin birçok ferdi sosyofobiktir. Devleti temsil eden ya da onu sevk eden hükûmetlerin başındaki insanları ve bürokratları, toplumu oluşturan fertlerden nedense ayrı tutarız. Yükleriz onların üstüne ne kadar sorumluluklarımız varsa ve kendimizi kenara, dahası temize çekeriz. “Nerede bu devlet?” diye bağırırız komşumuz açlıkla, yoklukla boğuşurken. İsrafın deryasında emeklerimiz batarken acımayız da bir somun ekmeği uzatırken titrer ellerimiz bir miskinin sofrasına.

Lâfa gelince bizden daha Müslümanı yoktur. Asr-ı Saadet’i ezbere biliriz anbean, fert fert. Ezbere biliriz Hazreti Ebu Bekr’i, Ömer’i, Osman’ı, Ali’yi… Ensarı en iyi biz biliriz gözlerimizi yaşartan hikâyelerini dinlerken televizyonlarda. En iyi biz anlarız muhacirleri konferans salonlarının yaldızlı ışıkları altında hıçkırırken. İpek mendillerimiz gözyaşlarımızı siler de nedense silmek istemeyiz bize sığınan bir yetimin gözyaşını. “Gitsin artık bunlar!” diye haykırırız kahve köşelerinde yumruklayarak masaları. Hükûmet yıkar, devlet kurar, kanunlar vazederiz okey taşlarının üzerine. Rengârenk ipek kundaklar içinde duvarları süsler hâlâ Kitâb-ı Kerim. Ya öper başımıza koyarız ya da lafzını okur, yerine tekrar koyarız. Sanki sadece lafzı inmiştir bize anlamından henüz mesul değilmişiz gibi. Olur mu, değil mi?

Beş vakit alnımız secdededir, imamın arkası her vakit rezerve edilmiştir bize. İsmimizin önünde gururla taşıdığımız “hacı”lığımız da vardır. Ramazan-ı Şerif’te de oruçlarımızı tutarız. Hatta kimse suizan etmesin diye açarız iftarlarımızı en şaşaalı sofralarda. Evvel Allah, başkalarının kusurlarını bulacak, kimin cennetlik kimin cehennemlik olduğunu bilecek kadar hocalığımız da vardır. Peki, sizce yetiyor mu tüm bunlar gerçek bir mümin olmak için acaba?

Bir de kafa kâğıtlarında tescil edilmiş ve bu belge içerisine mahkûm edilmiş bir inancı gururla taşıyan tatlısu balıklarımız vardır. Tertemiz kalpleri de vardır bunların. En ufak bir eleştiride “Kalbime bak benim!” diye gürleyiverirler. Aslında kalp okuyamazlar ama iyi birer niyet okuyucusudurlar. Karşısındakilerin gerçi yobaz, bağnaz olduklarını şıp deyi anlayıverirler. Birisi hacca mı gitti, umreye mi gitti, hemen basarlar fetvayı: “Bu parayı fakire fukaraya dağıtsanız daha sevap alırsınız!” O kadar milliyetçidirler ki “neden Araplara para yedirdiğinizi” sorgularlar. Tabiî Paris’te, Roma’da, Amerika’da tatillerini yaparlarken harcadıkları paralardan fakir fukaraya pay düşmez temiz kalpleri sayesinde. Yine çağdaşlık ve uygarlık adına aydın ve hümanist kimlikleri gâvura para yedirmek gibi banal, faşizan söylemleri kaldıramazlar. Bir kere Araplar, sırtımızdan vuran hainlerdir, vahşidirler, tembeldirler(!). Ötekileri ise medenî, temiz ve soylu(!)... “Onlar da ülkemizi işgal ettiler” dediğinizde alacağınız cevap, “Yahu şu yoğurt yiyeni karıştırmayın siz de” olacaktır.

Cemiyet, çok sesli Yurttan Sesler Korosu gibi herkesin her telden çaldığı, bağırdığı, çağırdığı bir hâlde maalesef. İşte bu çok sesli korodan sosyal adalet beklentisini karşılayacak bir hareket beklemek beyhude! Öyleyse ideal bir cemiyetin yapısı nasıl olmalıdır?

Cemiyet yapısı nasıl olmalı?

Bu sualin cevabını büyük fikir adamı Üstad Necip Fazıl’ın fikirleri rehberliğinde açıklamaya çalışalım. Üstad, “İdolocya Örgüsü” isimli baş eserinde Kur’ân ve sünnet çerçevesinde İslâm ve cemiyet ile alâkalı fikirlerini en sarih bir biçimde açıklar.

Ona göre cemiyet, fertlerden oluşur. Cemiyet, bağrındaki fertlerin, bir duvarın tuğlaları gibi birbiri ile kenetlendiği zaman anlam kazanır. Fertten kastımız ayniyle insandır ve insan, her canlının başına musallat olan bir sual ile maluldür. Bu tek sualin özü, neden ve niçin olduğu, nasıl ve ne olacağıdır ve insan bu sualin biricik cevabını da yalnız İslâm’da bulur. Zira insan olduğu için İslâm inmiştir ve İslâm olduğu için insan vardır. İslâm insanı, içtimaî adalet mevzuunda hem dışından, hem de içinden kelepçelemiştir.

Oysa bir cemiyeti oluşturan fertler farklı yapıda, güçte, fikirde, kesafetteler. Tıpkı bir elin parmakları gibi farklıdırlar. İşte bu cins, renk, kemiyet, fikir, kesafet cümbüşünü birbirine kenetleyerek bir cemiyet meydana getirmek için manevî bir bağa ihtiyaç vardır. Bu bağ, yine bir inanç birliği ile kurulabilir.

Üstad, en ileri bir cemiyet ve cemiyetçilik telâkkisinin bütün ruh ve hakikatine biricik kaynağı olarak İslâm’ı göstermektedir. Ancak İslâm’ın çizdiği genel akidelerle mücehhez bir bağ ile birbirine bağlanan fertlerden ideal bir cemiyet teşekkül eder.

İdeal cemiyeti bir vücut ve fertleri bu vücudun azâları olarak kabul ettiğimizde, fertlerden herhangi birinde bir sıkıntı olduğunda tüm cemiyet bundan etkilenir. İslâm’da fertle cemiyet arasındaki unsur ve terkip düğümü, milyonluk fertlerden oluşan bir bedenin diş ağrısını aynı diş üzerindeki herkesin duyacağı nispette mefkûrevî bir sarmaşdolaşlık olarak belirtir. Vücuttaki sistemlerin bu aksaklığı tedavi için derhâl harekete geçtiği gibi cemiyetin her ferdi de diğerinin sıkıntısını gidermeye koşar. Bir kişinin herkes, herkesin de bir kişi olduğu hakikati İslâm’ındır. Bu durum Kur’ân ifadesiyle “bünyanün mersus” hâlidir.

Cemiyetin en büyük sorunu fertlerin birbirine karşı bigâne kalmasıdır ki, bu da bahsedilen bağın gevşediğini, daha ileri safhada koptuğunu gösterir. Cemiyetteki fertler arasındaki rabıtanın kopması, tespih ipinin kopması gibi tanelerin yani fertlerin dağılmasına sebep olur. Fertlerin birbirinden ayrıldığı bir cemiyet ise varlığını kaybetmiş demektir.

Cemiyetteki fertler ister istemez farklı renklerde olacaktır. Zengin-fakir, âlim-cahil, güçlü-zayıf gibi katmanların birbiriyle bir arada yaşaması nasıl mümkün olacaktır ve bu katmanlar birbirlerine husumet etmeden nasıl yaşayacaktır? Bedeviyetten medeniyete götüren bu ince yolun şartları “adalet, mülkiyet hakkı, ahlâk, saygı ve sevgi” gibi unsurlarla örülüdür.

İslâm’da mülkiyet hakkı ve zekât

İslâm’da, alabildiğine serbest fert mülkiyetine karşı, ferdî ve mülkiyeti varabildiğine içtimaîleştiren ve bu mefkûrevî kıvamı kıyamete kadar temin kudretinde olan iki kapı hâlinde biri âmir ve öbürü mâni iki kurtarıcı ve erdirici şart vardır. Biri farz olan zekât, diğeri haram olan faiz... Üstada göre namaz, hac, zekât, cihat farizalarında daima fert köküne bağlı sımsıkı cemiyet örgüsü, “İmperium Romanum”un rüyasına bile yaklaşamadığı ideal toplum gayesini çerçeveler.

Sevdiklerinden muhtaç olanlara infak etmeyeni, komşusu aç iken tok yatanı kendinden saymayan bir inanç, fertleri birbirine kenetleyen en güçlü bağın formülünü ruhunda barındırır. İşte bu ruhun adı olan İslâm, sermayenin, oturduğu yerden terleme ve yelpazelenme hakkı diye kullandığı faize set çeker, onu yasaklar. Bunun yerine belli başlı bir hâddin yani nisabın üstündeki her 40 vâhidden birini içtimaî tasarruf yoluyla bir taraftan muhtaçlara dağıtır, bir taraftan da sermayeyi cemiyetin bir parçası olmak hakkına mahsuben budayarak onu temizler ve bir sonraki yıla daha gümrah olarak girmesini sağlar. 

Üstad bu durumun sonucunu şu şekilde izah eder: “Bir taraftan ferdin, İslâmî bir yasak belirtmeyen sahalarda yasaksız metotlarla dilediği gibi çalışıp dilediği gibi kazanmak ve böylece hudutsuz mikyasta ferdî oluş ve davranış (liberalizmin aradığı) hakkını yerine getirmekte serbest olması… Öbür taraftan zekât sınırına ayak basmış mal ve sermayenin her yıl kırkta biriyle süzülerek, şeriatın kabul ettiği gibi, İslâmî devlet hazinesini doldurması (sosyalizmin aradığı) ve oradan muhtaçlara, müstahaklara ve cemiyet hayrına dağılması... Ve aynı mal ve sermayenin, şeytanî faiz metoduyla uyuduğu koltukta göbek salıveren silindir şapkalı patronlar gibi habis yağ ve semene karşı hisarlanması… İşte bu iki kutup şartın (tez) ve (anti-tez) sağlı ve sollu iki kanat hâlinde bünyesinde halkalanacağı cemiyetlerdir ki, muvazeneyi kurtarmış ve dâvâya aslî ve gaî kutbiyle de bağlanınca ebediyen kurtulmuş olacaktır.”

İslâm şahsî mülkiyete imkân vermişken, diğer yandan bu mülkiyeti bir murakabe altına almış, başıboş bırakmamıştır. Böylece hem zenginin mülkiyet hakkını, hem de fakirin hayat hakkını korumayı hedeflemiş, bu yönüyle de cemiyetteki dengeleri korumuş, gözetmiştir. 

Üstada göre zekât

Üstada göre zekât, kelime mânâsı ile de para ve sermayenin tezkiyesi yani temizlenmesi demektir. İnsan bu ibadet şekliyle malını, kazancını ve nefsini temizliyor. Üstad, mal ve kazancın beraberinde getirdiği kiri, zekâttan başka hiçbir leke ilacı temizleyemeyeceğini özellikle belirtir.

Kur’ân’ın otuz iki yerinde namaz emriyle bir arada geçen ve farz kılınan zekât, ona göre topyekûn muhtaç kullara bağışlanmış bir Allah hakkıdır. Zira birçok ayette belirtildiği gibi mülk, Allah’ındır ve Allah mülkünü dilediğine verir ve dilediğinden de geri alır. Servet, mal ve zenginlik bir lütf-u İlâhî olarak insanlara Allah tarafından verildiği için, o servette en önce Allah’ın hakkı vardır ve bu hak, muhtaç kullara belirli ölçüler dairesince verilmek zorundadır.

Zekât, veren için malın pisliğidir. Şüphesiz ki buradaki pislik, maddî ve mevziî bir hâdise değil. Bir hâd aşılmış, o hâddin İlâhî vergisi tarh edilmiş ve ehline yani o hâddin gerisindeki muhtaçlara hakları teslim edilmiş demektir.


Zekât, öncelikle bir ibadettir

Zekât, her şeyden evvel bir ibadettir; ancak ondan sonra cemiyete getireceği nimetleri kabul edilmelidir. Zekâtın terbiye ettiği insan, İslâm’da temel ahlâk olan ihlâs ve samimiyette en ileri dereceye ulaşır. Zira para, ihlâs dâvâsında en şaşmaz mihenk taşıdır. Zekâtını titiz ölçülerle ayıklayan ve hiçbir nefsaniyet dürtüsüne, hatta şeriat müsaadesine kapılmayan insan, ne üstün bir ruh terbiyesi içindedir!

Zekât, iktisadî düzeni sağlamada bir denge unsurudur ama öncelikle bir farzdır ve verildiğinde bir ibadettir. Kulluğun bir gereği olan zekât, sırf İlâhî emir olduğu, yalnız bu bakımdan itaati gerektiren bir davet temsil ettiği, sebep ve hikmetleri üzerinde akla hesap vermek ve menfaat göstermek kaydından münezzehtir. Tüm bu manevî yükümlülükler yanında aynı zamanda içtimaî fayda ölçüsüyle emredildiği günden kıyamete değin malî ve iktisadî sahada insan toplumlarını kefalet altına alıcı biricik müessesedir.

“İslâm, insan içindir” demiştik, insan yeryüzünde halifelik gibi kutsal bir sorumlulukla onurlandırılmıştır. Onu bu gayeye erdirecek en önemli amil kulluk şuuru iken, onu bu yoldan alıkoyacak en büyük güç ise yine kendi nefsidir. Şeytanın ebedî ve ezelî düşmanı olarak ilân ettiği insan, yaratılışta “ahsen-i takvîm” payesi ile şereflenmişken, nefsini onun iğvasına kaptırdığı zaman “esfel-i safilîn” derekesine düşmektedir. İşte şeytanın insana en çok sevdirdiği şeylerden biri de mal ve servettir! Mal ve servet bu yönüyle de insan için en büyük imtihan alanıdır. İşte “Mal canın yongasıdır” diye nefsinin en hassas olduğu bu sevgisini izhar ve ilân eder!

Nefis, isteklerine ulaştıkça canavarlaşmaktadır. Tıpkı binicisinin altında zapturapt edilmiş bir kısrağın, binicisinin sırtına binecek kadar azgınlaşması gibi… İşte zekât, bu mal ve servet sevgisi ile canavarlaşan insan nefsini zapturapt altına alarak, onu cemiyetin menfaatine hizmet ettirmeye zorlamakta, bu başarıldığında ona hem manevî bir huzur, hem de madde plânında itibar sağlamaktadır! Servetin kendi içinde şişe şişe canavarlaşmasına, urlaşmasına ve insan haklarını yutmasına karşı zekât, hem mülkiyet hakkını tanıyıcı, hem de ona kefaretini ve toplum hakkını ödetici kemâliyle İslâm’ın -her sahada olduğu gibi- nimet dengeleştirilmesi sahasında da tek kurtarıcı sistem olduğunu ilân edicidir.

Zekât ve iktisadî sistemler

Üstada göre sosyalizm, kapitalizm, liberalizm ve komünizm gibi bütün iktisadî sistemlerin kıymetli kısımlarının aslı İslâm’dayken, kötü taraflarının da panzehri İslâm’dadır. Zekât, asrımızda sarıldıkları faiz yılanı nedeniyle sara nöbetlerine tutulan, buhran ve iflas noktasına gelen iktisadî mesele ve dertler karşısında aciz kalan kapitalizm ve anti-kapitalizm gibi sistemlerin arayıp bulamadığı tek çözümdür. Faizin yasaklanıp zekâtın uygulanması ile vücut bulan bu çözüm sayesinde dünyanın iktisadî düzeni ve içtimaî saadeti sağlanabilir.

Zekât ve sermaye

Üstad, zekâta konu olan malların “işleyen ve gelişen (nâmî)” ve de “duran ve sabit kalan (gayrinâmî)” ayrımına tâbi tutulduğu hükmünü ortaya koyar. Nâmî kıymetlerin başında, her kıymetin kıyasî ölçüsü ve izafî tartısı olan nakit, altın ve gümüş veya onlara senet mahiyetinde kâğıt parayı işaret eder. Para, bugün doğrudan doğruya nemanın sembolüdür ve işletilse de işletilmese de, piyasaya sürülse veya sandık içinde bekletilse de her yıl zekât olarak 40'da 1’ini feda etmek zorundadır.

Bu emrin hikmetini Üstad şu şekilde açıklar: “Eğer çalıştırılmış olsa durduğu yerde her yıl dinî vergisini ödeyecek ve muayyen bir vade sonunda zekât mükellefiyeti seviyesinin altına düşecek olan miyar ve despot kıymet para, sahibine ‘Ya beni işlet, çoğalt, vergimi ödeyerek temizle yahut felce uğrayarak sıfıra inmeme razı ol!’ der gibidir. Bu da zekâtın iktisat ilminde baş kaide deveran hızını kamçılamak ve işe dönüşmesini sağlamaktaki ihvakâr tesirini gösterir ve iktisatçı allâmelere ders mahiyetini arz eder.”

Üstada göre zekâtın sermayeyi terbiye ve hak yolunda inkişaf ettirmesi de en derin bir hikmet mevzuudur. Zekâta ayrılan mal, budanmış bir ağaç gibi gençleşerek zahiren kayıp gibi görülen eksikliğini ertesi yıl yepyeni filizler sürerek ve gümrahlaşarak telâfi eder ve de verimini daha da artırır. Böylece iktisadın başlıca kıymet olarak kabul ettiği “deveran hızı”, zekâta tâbi malın boyuna hareket kazanmayı işlemesi ve atılım yapması şeklinde tecelli eder. Böylece zekâtı verilen ve sürekli çalıştırılan mal ise daima artarak hem sahibine, hem de muhtaçlara yeni imkânlar sağlar.

Oysa nisap miktarının üzerinde olup hareketsiz kalan ve yastık altında saklanan fazla kıymetler ve atıl duran paralar ise her sene zekâta konu oldukları için verilen miktar kadar sürekli azalmaya mahkûm olur ve gitgide erir.

Sonuç

İslâm iktisadî sistemi, mülkiyet hakkı, infak yani zekât ve sadaka temeli üzerine kurulmuştur. Bu sistemin en büyük düşmanı ise faizdir. Faiz, enflasyon ve deflasyon gibi hastalıkları doğurur. Faiz, sömürünün sistemidir. Üstad Necip Fazıl, bir fikir adamı olarak bu meseleler üzerine de kafa yormuştur. Onun özellikle “İdeolocya Örgüsü” eseri, iyice okunması gereken bir eserdir.

Bu eserdeki düşünceler ışığı altında İslâm’ın ortaya koyduğu iktisadî sistemi ve ideal cemiyet yapısını açıklamaya çalıştık. Hazreti Peygamber’in övdüğü veren elin çizdiği mutluluk tablosunu Üstadın kaleminden ve kelâmından anlatmaya çalıştık. Bu vesile ile Üstad Necip Fazıl’a rahmet diliyorum.