
MAALESEF dünyada bir gelir dağılımı adaletsizliği
almış başını gidiyor. Zenginin daha zenginleştiği, fakirin daha fakirleştiği
bir düzen tüm dünyayı kasıp kavurmakta… Birkaç zenginin mal varlığı, neredeyse
geri kalan tüm insanların gelirine eş değerde.
Bu vahşi
kapitalizm karşısında ülkeler sömürülmekte, cemiyetler parça parça olmakta… Ekonomik
sıkıntılar her türlü ahlâksızlığı, yozlaşmayı, intiharları beraberinde
getirmekte…
Ekonomik sistemler
arz ve talep üzerine kurulmuş, bırakın yapsınlar, bırakın geçsinler gibi bir
başıboşluğun neticesi olarak ekonomik getirisi olan her şeyin ekonomik fayda
kavramı ile açıklandığı bir düzende her türlü kötülük âdeta meşrulaşmakta…
Bizim gibi İslâm ülkeleri de bu olumsuzluklardan etkilenmekte.
Cemiyetimizi
oluşturan tüm fertler, karşılaştıkları olumsuzluklar karşısında kendine bir
sorumluluk payı çıkarmadan bir suçlu arama derdine düşer. Ağzımıza sakız
ettiğimiz bir “sosyal devlet” kavramı vardır. Devleti oluşturan en önemli
unsurun fertler olduğunu unuturuz bir an. Devlet sosyal olmalıdır ama fertlerin
sosyal olmak gibi bir sorumluluğu yoktur sanki. Hatta cemiyetin birçok ferdi
sosyofobiktir. Devleti temsil eden ya da onu sevk eden hükûmetlerin başındaki
insanları ve bürokratları, toplumu oluşturan fertlerden nedense ayrı tutarız.
Yükleriz onların üstüne ne kadar sorumluluklarımız varsa ve kendimizi kenara,
dahası temize çekeriz. “Nerede bu devlet?” diye bağırırız komşumuz açlıkla,
yoklukla boğuşurken. İsrafın deryasında emeklerimiz batarken acımayız da bir
somun ekmeği uzatırken titrer ellerimiz bir miskinin sofrasına.
Lâfa gelince bizden
daha Müslümanı yoktur. Asr-ı Saadet’i ezbere biliriz anbean, fert fert. Ezbere
biliriz Hazreti Ebu Bekr’i, Ömer’i, Osman’ı, Ali’yi… Ensarı en iyi biz biliriz
gözlerimizi yaşartan hikâyelerini dinlerken televizyonlarda. En iyi biz anlarız
muhacirleri konferans salonlarının yaldızlı ışıkları altında hıçkırırken. İpek
mendillerimiz gözyaşlarımızı siler de nedense silmek istemeyiz bize sığınan bir
yetimin gözyaşını. “Gitsin artık bunlar!” diye haykırırız kahve köşelerinde
yumruklayarak masaları. Hükûmet yıkar, devlet kurar, kanunlar vazederiz okey
taşlarının üzerine. Rengârenk ipek kundaklar içinde duvarları süsler hâlâ Kitâb-ı
Kerim. Ya öper başımıza koyarız ya da lafzını okur, yerine tekrar koyarız. Sanki
sadece lafzı inmiştir bize anlamından henüz mesul değilmişiz gibi. Olur mu,
değil mi?
Beş vakit alnımız
secdededir, imamın arkası her vakit rezerve edilmiştir bize. İsmimizin önünde
gururla taşıdığımız “hacı”lığımız da vardır. Ramazan-ı Şerif’te de oruçlarımızı
tutarız. Hatta kimse suizan etmesin diye açarız iftarlarımızı en şaşaalı
sofralarda. Evvel Allah, başkalarının kusurlarını bulacak, kimin cennetlik
kimin cehennemlik olduğunu bilecek kadar hocalığımız da vardır. Peki, sizce
yetiyor mu tüm bunlar gerçek bir mümin olmak için acaba?
Bir de kafa
kâğıtlarında tescil edilmiş ve bu belge içerisine mahkûm edilmiş bir inancı
gururla taşıyan tatlısu balıklarımız vardır. Tertemiz kalpleri de vardır bunların.
En ufak bir eleştiride “Kalbime bak benim!” diye gürleyiverirler. Aslında kalp
okuyamazlar ama iyi birer niyet okuyucusudurlar. Karşısındakilerin gerçi yobaz,
bağnaz olduklarını şıp deyi anlayıverirler. Birisi hacca mı gitti, umreye mi
gitti, hemen basarlar fetvayı: “Bu parayı fakire fukaraya dağıtsanız daha sevap
alırsınız!” O kadar milliyetçidirler ki “neden Araplara para yedirdiğinizi”
sorgularlar. Tabiî Paris’te, Roma’da, Amerika’da tatillerini yaparlarken
harcadıkları paralardan fakir fukaraya pay düşmez temiz kalpleri sayesinde.
Yine çağdaşlık ve uygarlık adına aydın ve hümanist kimlikleri gâvura para
yedirmek gibi banal, faşizan söylemleri kaldıramazlar. Bir kere Araplar,
sırtımızdan vuran hainlerdir, vahşidirler, tembeldirler(!). Ötekileri ise
medenî, temiz ve soylu(!)... “Onlar da ülkemizi işgal ettiler” dediğinizde
alacağınız cevap, “Yahu şu yoğurt yiyeni karıştırmayın siz de” olacaktır.
Cemiyet, çok sesli
Yurttan Sesler Korosu gibi herkesin her telden çaldığı, bağırdığı, çağırdığı bir
hâlde maalesef. İşte bu çok sesli korodan sosyal adalet beklentisini
karşılayacak bir hareket beklemek beyhude! Öyleyse ideal bir cemiyetin yapısı
nasıl olmalıdır?
Cemiyet yapısı nasıl olmalı?
Bu sualin cevabını
büyük fikir adamı Üstad Necip Fazıl’ın fikirleri rehberliğinde açıklamaya
çalışalım. Üstad, “İdolocya Örgüsü” isimli baş eserinde Kur’ân ve sünnet
çerçevesinde İslâm ve cemiyet ile alâkalı fikirlerini en sarih bir biçimde
açıklar.
Ona göre cemiyet, fertlerden
oluşur. Cemiyet, bağrındaki fertlerin, bir duvarın tuğlaları gibi birbiri ile
kenetlendiği zaman anlam kazanır. Fertten kastımız ayniyle insandır ve insan,
her canlının başına musallat olan bir sual ile maluldür. Bu tek sualin özü,
neden ve niçin olduğu, nasıl ve ne olacağıdır ve insan bu sualin biricik
cevabını da yalnız İslâm’da bulur. Zira insan olduğu için İslâm inmiştir ve
İslâm olduğu için insan vardır. İslâm insanı, içtimaî adalet mevzuunda hem
dışından, hem de içinden kelepçelemiştir.
Oysa bir cemiyeti
oluşturan fertler farklı yapıda, güçte, fikirde, kesafetteler. Tıpkı bir elin
parmakları gibi farklıdırlar. İşte bu cins, renk, kemiyet, fikir, kesafet
cümbüşünü birbirine kenetleyerek bir cemiyet meydana getirmek için manevî bir
bağa ihtiyaç vardır. Bu bağ, yine bir inanç birliği ile kurulabilir.
Üstad, en ileri
bir cemiyet ve cemiyetçilik telâkkisinin bütün ruh ve hakikatine biricik kaynağı
olarak İslâm’ı göstermektedir. Ancak İslâm’ın çizdiği genel akidelerle mücehhez
bir bağ ile birbirine bağlanan fertlerden ideal bir cemiyet teşekkül eder.
İdeal cemiyeti bir
vücut ve fertleri bu vücudun azâları olarak kabul ettiğimizde, fertlerden
herhangi birinde bir sıkıntı olduğunda tüm cemiyet bundan etkilenir. İslâm’da
fertle cemiyet arasındaki unsur ve terkip düğümü, milyonluk fertlerden oluşan bir
bedenin diş ağrısını aynı diş üzerindeki herkesin duyacağı nispette mefkûrevî
bir sarmaşdolaşlık olarak belirtir. Vücuttaki sistemlerin bu aksaklığı tedavi
için derhâl harekete geçtiği gibi cemiyetin her ferdi de diğerinin sıkıntısını
gidermeye koşar. Bir kişinin herkes, herkesin de bir kişi olduğu hakikati
İslâm’ındır. Bu durum Kur’ân ifadesiyle “bünyanün mersus” hâlidir.
Cemiyetin en büyük
sorunu fertlerin birbirine karşı bigâne kalmasıdır ki, bu da bahsedilen bağın
gevşediğini, daha ileri safhada koptuğunu gösterir. Cemiyetteki fertler
arasındaki rabıtanın kopması, tespih ipinin kopması gibi tanelerin yani
fertlerin dağılmasına sebep olur. Fertlerin birbirinden ayrıldığı bir cemiyet
ise varlığını kaybetmiş demektir.
Cemiyetteki
fertler ister istemez farklı renklerde olacaktır. Zengin-fakir, âlim-cahil,
güçlü-zayıf gibi katmanların birbiriyle bir arada yaşaması nasıl mümkün
olacaktır ve bu katmanlar birbirlerine husumet etmeden nasıl yaşayacaktır?
Bedeviyetten medeniyete götüren bu ince yolun şartları “adalet, mülkiyet hakkı,
ahlâk, saygı ve sevgi” gibi unsurlarla örülüdür.
İslâm’da mülkiyet hakkı ve zekât
İslâm’da,
alabildiğine serbest fert mülkiyetine karşı, ferdî ve mülkiyeti varabildiğine içtimaîleştiren
ve bu mefkûrevî kıvamı kıyamete kadar temin kudretinde olan iki kapı hâlinde
biri âmir ve öbürü mâni iki kurtarıcı ve erdirici şart vardır. Biri farz olan zekât,
diğeri haram olan faiz... Üstada göre namaz, hac, zekât, cihat farizalarında
daima fert köküne bağlı sımsıkı cemiyet örgüsü, “İmperium Romanum”un rüyasına
bile yaklaşamadığı ideal toplum gayesini çerçeveler.
Sevdiklerinden
muhtaç olanlara infak etmeyeni, komşusu aç iken tok yatanı kendinden saymayan
bir inanç, fertleri birbirine kenetleyen en güçlü bağın formülünü ruhunda
barındırır. İşte bu ruhun adı olan İslâm, sermayenin, oturduğu yerden terleme
ve yelpazelenme hakkı diye kullandığı faize set çeker, onu yasaklar. Bunun
yerine belli başlı bir hâddin yani nisabın üstündeki her 40 vâhidden birini
içtimaî tasarruf yoluyla bir taraftan muhtaçlara dağıtır, bir taraftan da sermayeyi
cemiyetin bir parçası olmak hakkına mahsuben budayarak onu temizler ve bir
sonraki yıla daha gümrah olarak girmesini sağlar.
Üstad bu durumun
sonucunu şu şekilde izah eder: “Bir taraftan ferdin, İslâmî bir yasak
belirtmeyen sahalarda yasaksız metotlarla dilediği gibi çalışıp dilediği gibi
kazanmak ve böylece hudutsuz mikyasta ferdî oluş ve davranış (liberalizmin
aradığı) hakkını yerine getirmekte serbest olması… Öbür taraftan zekât sınırına
ayak basmış mal ve sermayenin her yıl kırkta biriyle süzülerek, şeriatın kabul
ettiği gibi, İslâmî devlet hazinesini doldurması (sosyalizmin aradığı) ve
oradan muhtaçlara, müstahaklara ve cemiyet hayrına dağılması... Ve aynı mal ve
sermayenin, şeytanî faiz metoduyla uyuduğu koltukta göbek salıveren silindir
şapkalı patronlar gibi habis yağ ve semene karşı hisarlanması… İşte bu iki kutup
şartın (tez) ve (anti-tez) sağlı ve sollu iki kanat hâlinde bünyesinde
halkalanacağı cemiyetlerdir ki, muvazeneyi kurtarmış ve dâvâya aslî ve gaî
kutbiyle de bağlanınca ebediyen kurtulmuş olacaktır.”
İslâm şahsî
mülkiyete imkân vermişken, diğer yandan bu mülkiyeti bir murakabe altına almış,
başıboş bırakmamıştır. Böylece hem zenginin mülkiyet hakkını, hem de fakirin
hayat hakkını korumayı hedeflemiş, bu yönüyle de cemiyetteki dengeleri korumuş,
gözetmiştir.
Üstada göre zekât
Üstada göre zekât,
kelime mânâsı ile de para ve sermayenin tezkiyesi yani temizlenmesi demektir.
İnsan bu ibadet şekliyle malını, kazancını ve nefsini temizliyor. Üstad, mal ve
kazancın beraberinde getirdiği kiri, zekâttan başka hiçbir leke ilacı
temizleyemeyeceğini özellikle belirtir.
Kur’ân’ın otuz iki
yerinde namaz emriyle bir arada geçen ve farz kılınan zekât, ona göre topyekûn
muhtaç kullara bağışlanmış bir Allah hakkıdır. Zira birçok ayette belirtildiği
gibi mülk, Allah’ındır ve Allah mülkünü dilediğine verir ve dilediğinden de
geri alır. Servet, mal ve zenginlik bir lütf-u İlâhî olarak insanlara Allah
tarafından verildiği için, o servette en önce Allah’ın hakkı vardır ve bu hak,
muhtaç kullara belirli ölçüler dairesince verilmek zorundadır.
Zekât, veren için malın pisliğidir. Şüphesiz ki buradaki pislik, maddî ve mevziî bir hâdise değil. Bir hâd aşılmış, o hâddin İlâhî vergisi tarh edilmiş ve ehline yani o hâddin gerisindeki muhtaçlara hakları teslim edilmiş demektir.
Zekât, öncelikle bir ibadettir
Zekât, her şeyden
evvel bir ibadettir; ancak ondan sonra cemiyete getireceği nimetleri kabul
edilmelidir. Zekâtın terbiye ettiği insan, İslâm’da temel ahlâk olan ihlâs ve
samimiyette en ileri dereceye ulaşır. Zira para, ihlâs dâvâsında en şaşmaz
mihenk taşıdır. Zekâtını titiz ölçülerle ayıklayan ve hiçbir nefsaniyet
dürtüsüne, hatta şeriat müsaadesine kapılmayan insan, ne üstün bir ruh
terbiyesi içindedir!
Zekât, iktisadî
düzeni sağlamada bir denge unsurudur ama öncelikle bir farzdır ve verildiğinde
bir ibadettir. Kulluğun bir gereği olan zekât, sırf İlâhî emir olduğu, yalnız
bu bakımdan itaati gerektiren bir davet temsil ettiği, sebep ve hikmetleri
üzerinde akla hesap vermek ve menfaat göstermek kaydından münezzehtir. Tüm bu
manevî yükümlülükler yanında aynı zamanda içtimaî fayda ölçüsüyle emredildiği
günden kıyamete değin malî ve iktisadî sahada insan toplumlarını kefalet altına
alıcı biricik müessesedir.
“İslâm, insan
içindir” demiştik, insan yeryüzünde halifelik gibi kutsal bir sorumlulukla
onurlandırılmıştır. Onu bu gayeye erdirecek en önemli amil kulluk şuuru iken,
onu bu yoldan alıkoyacak en büyük güç ise yine kendi nefsidir. Şeytanın ebedî
ve ezelî düşmanı olarak ilân ettiği insan, yaratılışta “ahsen-i takvîm” payesi
ile şereflenmişken, nefsini onun iğvasına kaptırdığı zaman “esfel-i safilîn”
derekesine düşmektedir. İşte şeytanın insana en çok sevdirdiği şeylerden biri
de mal ve servettir! Mal ve servet bu yönüyle de insan için en büyük imtihan
alanıdır. İşte “Mal canın yongasıdır” diye nefsinin en hassas olduğu bu
sevgisini izhar ve ilân eder!
Nefis, isteklerine
ulaştıkça canavarlaşmaktadır. Tıpkı binicisinin altında zapturapt edilmiş bir
kısrağın, binicisinin sırtına binecek kadar azgınlaşması gibi… İşte zekât, bu
mal ve servet sevgisi ile canavarlaşan insan nefsini zapturapt altına alarak,
onu cemiyetin menfaatine hizmet ettirmeye zorlamakta, bu başarıldığında ona hem
manevî bir huzur, hem de madde plânında itibar sağlamaktadır! Servetin kendi
içinde şişe şişe canavarlaşmasına, urlaşmasına ve insan haklarını yutmasına
karşı zekât, hem mülkiyet hakkını tanıyıcı, hem de ona kefaretini ve toplum
hakkını ödetici kemâliyle İslâm’ın -her sahada olduğu gibi- nimet
dengeleştirilmesi sahasında da tek kurtarıcı sistem olduğunu ilân edicidir.
Zekât ve iktisadî sistemler
Üstada göre sosyalizm,
kapitalizm, liberalizm ve komünizm gibi bütün iktisadî sistemlerin kıymetli
kısımlarının aslı İslâm’dayken, kötü taraflarının da panzehri İslâm’dadır. Zekât,
asrımızda sarıldıkları faiz yılanı nedeniyle sara nöbetlerine tutulan, buhran
ve iflas noktasına gelen iktisadî mesele ve dertler karşısında aciz kalan
kapitalizm ve anti-kapitalizm gibi sistemlerin arayıp bulamadığı tek çözümdür.
Faizin yasaklanıp zekâtın uygulanması ile vücut bulan bu çözüm sayesinde
dünyanın iktisadî düzeni ve içtimaî saadeti sağlanabilir.
Zekât ve sermaye
Üstad, zekâta konu
olan malların “işleyen ve gelişen (nâmî)” ve de “duran ve sabit kalan (gayrinâmî)”
ayrımına tâbi tutulduğu hükmünü ortaya koyar. Nâmî kıymetlerin başında, her
kıymetin kıyasî ölçüsü ve izafî tartısı olan nakit, altın ve gümüş veya onlara
senet mahiyetinde kâğıt parayı işaret eder. Para, bugün doğrudan doğruya
nemanın sembolüdür ve işletilse de işletilmese de, piyasaya sürülse veya sandık
içinde bekletilse de her yıl zekât olarak 40'da 1’ini feda etmek zorundadır.
Bu emrin hikmetini
Üstad şu şekilde açıklar: “Eğer çalıştırılmış olsa durduğu yerde her yıl dinî
vergisini ödeyecek ve muayyen bir vade sonunda zekât mükellefiyeti seviyesinin altına
düşecek olan miyar ve despot kıymet para, sahibine ‘Ya beni işlet, çoğalt,
vergimi ödeyerek temizle yahut felce uğrayarak sıfıra inmeme razı ol!’ der
gibidir. Bu da zekâtın iktisat ilminde baş kaide deveran hızını kamçılamak ve
işe dönüşmesini sağlamaktaki ihvakâr tesirini gösterir ve iktisatçı allâmelere
ders mahiyetini arz eder.”
Üstada göre zekâtın
sermayeyi terbiye ve hak yolunda inkişaf ettirmesi de en derin bir hikmet
mevzuudur. Zekâta ayrılan mal, budanmış bir ağaç gibi gençleşerek zahiren kayıp
gibi görülen eksikliğini ertesi yıl yepyeni filizler sürerek ve gümrahlaşarak telâfi
eder ve de verimini daha da artırır. Böylece iktisadın başlıca kıymet olarak kabul
ettiği “deveran hızı”, zekâta tâbi malın boyuna hareket kazanmayı işlemesi ve
atılım yapması şeklinde tecelli eder. Böylece zekâtı verilen ve sürekli
çalıştırılan mal ise daima artarak hem sahibine, hem de muhtaçlara yeni
imkânlar sağlar.
Oysa nisap
miktarının üzerinde olup hareketsiz kalan ve yastık altında saklanan fazla
kıymetler ve atıl duran paralar ise her sene zekâta konu oldukları için verilen
miktar kadar sürekli azalmaya mahkûm olur ve gitgide erir.
Sonuç
İslâm iktisadî
sistemi, mülkiyet hakkı, infak yani zekât ve sadaka temeli üzerine kurulmuştur.
Bu sistemin en büyük düşmanı ise faizdir. Faiz, enflasyon ve deflasyon gibi
hastalıkları doğurur. Faiz, sömürünün sistemidir. Üstad Necip Fazıl, bir fikir
adamı olarak bu meseleler üzerine de kafa yormuştur. Onun özellikle “İdeolocya
Örgüsü” eseri, iyice okunması gereken bir eserdir.
Bu eserdeki düşünceler ışığı altında İslâm’ın ortaya koyduğu iktisadî sistemi ve ideal cemiyet yapısını açıklamaya çalıştık. Hazreti Peygamber’in övdüğü veren elin çizdiği mutluluk tablosunu Üstadın kaleminden ve kelâmından anlatmaya çalıştık. Bu vesile ile Üstad Necip Fazıl’a rahmet diliyorum.