Nebîler şehri, kutlu belde: Kudüs

Nebîler, Halifeler ve ecdadımız Osmanlı döneminde her zaman sahip çıkılan bu mazlûm diyar, ne yazık ki bugün o özlem duyduğu adalet duygusuna ve huzur atmosferine derinden muhtaç bir durumda. Temennimiz ve duamız şudur ki, bu mukaddes şehrin artık kan ve gözyaşı yerine huzur ve adalet ile anılması.

KUDÜS, bir peygamberler şehridir. O nebîler ki, Allah’ın mübarek kıldığı bu kutsal topraklarda yaşamışlardır. Yeryüzünde Mekke ve Medine’den sonra en mukaddes mekânlardan sayılan Kudüs, aynı zamanda semavî dinlerin, semalara uzanan nebîlerin de bir beldesidir.

Âdeta her bir toprağında nebîlerden izlerin olduğu bu kutlu şehir, Hz. İbrahim’den Hz. Musa ve Hz. Harun’a, Hz. Davut’tan Hz. Süleyman’a, Hz. Zekeriya’dan Hz. İsa’ya ve Âlemlere Rahmet olarak gönderilen Efendimiz’e (sav) kadar birçok nebîye gönlünü açmıştır.

Nebîlerden bahsetmişken, Hz. İbrahim’in, hanımı Hz. Sara ile Kudüs yakınlarındaki Sebu’da yaşadığını, Hz. Lut’un gençliğini Hz. İbrahim ile bu mukaddes beldede geçirdiğini, Hz. Musa ve Hz. Harun’un Kahire’den Kudüs’e hicret eylediğini, Hz. Davut’un sapanıyla Calut’u öldürdükten sonra muzaffer bir asker edası ile bu şehre girdiğini, Hz. Zekeriya’nın testerelerle burada doğrandığını ve Hz. Yahya’nın da başının burada kesildiğini, Hz. Meryem’in Mescid-i Aksa’nın yakınlarında itikafa çekildiğini, Hz. İsa’nın bu kutlu beldeye komşu olan Beytüllahim’de bir mucize olarak babasız doğduğunu ve sonrasında bu kutlu beldede insanları Hak Din’e davet ettiğini, tıpkı Efendimiz (sav) gibi bu kutlu şehirden semalar ötesine, Rabbinin katına yükseldiğini, Peygamberimiz’in (sav) Hicret olayından sonra on yedi ay boyunca namaz kılarken Mescid-i Aksa’yı kıble edindiğini, ve tabiî yine Peygamberimizin Miraç yolculuğunda Burak’a binip Mekke’den Kudüs’e, Kudüs’ten de Arş-ı Â’lâ’ya yolculuk yaptığını belirtmek de gerekir.

Nebîler sonrasına da bakacak olursak, gerek Hz. Ömer gibi Halife dönemlerinde, gerekse de Osmanlı gibi dönemlerde her zaman sahip çıkılmaya özen gösterilmiş bir şehirdir Kudüs. 638 yılında İkinci Halife Hz. Ömer (ra) döneminde gerçekleşen fetihle zulme son verilmiş ve adalet, şehrin her bir yerinde hüküm sürmüştür. Şehrin fethinde oluşan manidar bir olay bile bizlere Hz. Ömer’in adaletini gönülden hissettirir vaziyettedir.

Ebu Ubeyde bin Cerrah komutasındaki İslâm orduları Kudüs’ü kuşatmış, şehrin âdeta düşeceğini fark eden Patrik de bir şartla teslim olacağını ve anlaşmayı bizzat İslâm Ordusu Emiri ile gerçekleştirmek istediğini belirtmiş. Ebu Ubeyde, “Emir benim, buyurun şartları görüşelim” deyince, Patrik ise, “Hayır, ordu komutanına değil, şehri bizzat Devlet Başkanınıza teslim edebilirim” diye ısrar etmiş ve bunu haber alan Hz. Ömer de, Medine’de yerine Hz. Ali’yi vekil tayin edip yola çıkmış.

Uzun bir yol ve bu kutlu yolda iki gönül insanı... Biri adalet timsali Hz. Ömer, diğeri de kölesi… Sadece bir binekleri var ve sırayla biniyorlar. Ardından da bir tepeye ulaşıyorlar. Hz. Ömer binekte, köle yürüyor. Efendi, nöbet sırasının bittiğini belirtmek için tekbir getiriyor. Tepe, hemen o gün, orada “Tekbir Dağı” adını alıyor ve hâlâ bu adla anılıyor. Binme sırası kölede ama itiraz ediyor: “Köle bineğin üzerinde, efendisi hayvanın yularını tutmuş vaziyette şehre girmek uygun olmaz. Bu da zaferimize gölge düşürür.”

Adalet timsali Hz. Ömer ise “Sıra seninse, senindir!” diyor. Hıristiyan halk da, şehirlerini teslim almaya gelen Devlet Başkanını karşılamak üzere Şam Kapısı’nda toplanıyor. Başlarında da Patrik… Halk, köleyi hayvanın üstünde görünce saygılarını sunmak üzere önünde secdeye kapanıyor. Köle, elindeki âsâ ile onları dürtüyor ve “Yazıklar olsun size!” diye haykırıyor, “Allah’tan başkasına secde edilmez”.

Arkasından halka, kendisinin köle, Devlet Başkanınınsa yuları tutan kişi olduğunu söylüyor. Bunları duyan Patrik, hemen bir köşeye çekilip ağlamaya başlıyor. Hz. Ömer neden ağladığını soruyor. “Saltanatı kaybettiğim için mi ağladığımı zannediyorsunuz? Allah’a ant olsun ki, bunun için ağlamıyorum! Sırf sizin hâkimiyetinizin sonsuza dek kesintisiz devam edeceğini anladığım için ağlıyorum. Zira zulmün hâkimiyeti bir andır. Adaletin hâkimiyeti ise kıyamete kadardır. Ben sizi fethedip geçen, sonra yıllar içinde kaybolup giden bir yönetim zannetmiştim” diye cevap veriyor Patrik.

Hz. Ömer dönemi gibi, Osmanlı döneminde de bu kutlu beldede 401 yıl adalet hüküm sürdü. Osmanlı bu bölgede sağladığı barış ve huzur atmosferi ile ırk, dil ve din ayrımı gözetmeksizin adaletli bir yönetim izledi. Gerek vakıflar aracılığıyla, gerekse devlet eliyle birçok yardım bu kutlu beldeye ulaştırıldı. Kanunî Sultan Süleyman’ın zamanında Kudüs’e 40 milyon akçe (bugünkü rayiçle yaklaşık 1 trilyon 500 milyar lira) gibi bir parayı vakfetmesi bile buralara verilen önemi gösterir mahiyettedir. Bu yardımların dışındaysa birçok eserle de Kudüs’ü imar ve ihya ettirmiştir.

Nebîler, Halifeler ve ecdadımız Osmanlı döneminde her zaman sahip çıkılan bu mazlûm diyar, ne yazık ki bugün o özlem duyduğu adalet duygusuna ve huzur atmosferine derinden muhtaç bir durumda. Temennimiz ve duamız şudur ki, bu mukaddes şehrin artık kan ve gözyaşı yerine huzur ve adalet ile anılması. Rabbim, mazlumların ve hakkın yanında olacaktır. Ve er ya da geç, o beklenen adalet de tecelli edecektir!

Duamız, taşı ve toprağı nebîler kokan bu kutlu şehre; gönüller diyarı ve mazlûmlar yurdu mukaddes Kudüs’e...