Ne yüzle?

Çocuk iyi bir okula gitmek istiyor. Ama öyle böyle bir çocuk değil… Silah çekseniz yalan söyletemezsiniz. Son derece yardımsever, fedakâr, büyüklere karşı saygıda kusur etmez, küçüklerini korur, gözetir. Hem vatan, millet, insanlık konusunda müthiş derecede hassas. Dersleri de iyi. Belki daha iyi olabilirdi ama babası olmadığı için evin geçimine yardım etmesi gerekiyor…

BAŞLIKTAKİ soru, kızgınlıkla kullanılan bir cümledir. Oysa ben kızgın değil, sadece şaşkınım. Son derece basit bir gerçek nasıl görülmez, son derece basit bir hayat kuralının işlemesi nasıl fark edilmez, anlayamıyorum. Hâlbuki her toplumsal seviyede kullanılan o kadar da çok sözümüz, deyimimiz var ki? “Ne ekersen onu biçersin” ve “Ne kadar ekmek, o kadar köfte” gibi sözlere bakarsak, soğan ekiyor ama domates toplamayı hayâl ediyoruz; yarım ekmek veriyoruz ama üç ekmeklik köfte doldurulmasını istiyoruz.
Eğitim muhtevası temel olarak sebep-sonuç ilişkisi üzerine kuruludur ve bu ilişkinin netliği üzerinde durulur. Havaya atılan bir taşın yere düşmesinin sebebi, yerçekimi kanunudur. Havadan yere yağan yağmur, bir su döngüsünün sonucudur. Önce su buharlaşır, sonra o su yağmur olarak geri yeryüzüne iner. Hastalıkların bir sebebi vardır. Eğitim sistemimizde yetişen birine göre, “Kalbimizin canı sıkılmış, sonra da kriz geçirmiş” diye bir durum olamaz. Yine, “Taş aslında havada yalnızlık duygusu yaşamasaydı yeryüzüne inmezdi” gibi bir cümlenin olamayacağına neredeyse şeksiz şüphesiz inanırız.
Benim anlamadığım da tam burada!
Mübarek! Bunların böyle olacağına inanıyorsun da hayatın diğer alanlarında niçin aynısını düşünmüyor, yapmıyor ve diğer bir ifadeyle tutarlı olmuyorsun?
Bizde meşhur bir hikâye var. Elemanlarını gönderip babasını makâmına getirten valiye babası demiş ki, “Oğlum, ben sana ‘Vali olamazsın’ demedim, ‘Adam olamazsın’ dedim”. Ben de bu babadan sonra şunu söylüyorum: “Be mübarek! Adam olmayan kişi nasıl oluyor da vali olabiliyor?” Sadece vali mi? Çok da geçmedi, pek yakında gördük, daha neler olabiliyormuş neler. Paşa olabiliyormuş. Üniversite hocası, şirket sahibi, futbolcu, sanatçı, yönetici, belediye başkanı gibi nicelerini olabiliyormuş. Peki, adam olmayanların makam sahibi olmasının önünde bir engel yok da insanların yalancı, bencil, ilkesiz ve kaypak olmalarının önünde çok mu engel var?
İnsanların çokça yalan söylediğinden bahsederiz. Kaypaklıklarından gördüğümüz zararları anlatırız. Ehliyetsiz, kifayetsiz kişilerin ortalıkları doldurduğu tespitimizi paylaşırız. Bencilliklerinden şikâyet ederiz. İlkesiz, omurgasız oluşlarından dolayı güvenilmezliklerini ortaya koyarız. Yalakalardan, dalkavuklardan örnekler veririz. Acı soru şu: Niye olsunlar ki? İlkeli, dürüst, ehil, omurgalı, diğerkâm, sözünün eri olacak da ne olacak? Bunlar karın doyuruyor mu? Adam olmayanlar öldü de adam olanlar şu dünyaya kazık mı çakıyorlar? Öte yandan, tamam, bana karşı düzgün olmanın bir karşılığı yok da kendi dünyalarında durumlar nasıl?
Birçok insanın huzurlu olduğunu sanmıyorum. Mutluluk derseniz, pek semtlere uğramıyor. Tatmin, coşku, çok nadir selâm veriyor. Samimiyet, doğallık, âdeta antikacılarda bulunur oldu. Fedakârlık, iyilik, sabır, takdir, şükür, vefa, “Sıkça Sorulan Sorular” bölümlerinde yer almadığı gibi “sıkça kullanılan kelimeler” arasında da yer almıyor. Bunların günümüz Türkçesinde karşılıkları olmadığı için sanırım çok az kullanılıyor. Pembe elmas da öyledir ya, çok değerlidir ama çok da azdır ve günlük konuşmalarda pek bahsi geçmez.
Bir yandan gerek işi, gerekse birlikte yaşamanın icabı, topluma karşı görevlerde arzu edilen niteliklerin olmayışından söz ediyoruz; bir yandan kişisel özelliklerde yaygın bir erdemsizliğin farkındalığını yaşıyoruz, bir yandan da iç dünyalardaki huzursuzluk, mutsuzluk, coşkusuzluk, tatminsizlik, sabırsızlık ve şükürsüzlük içindeki hâlet-i ruhiyeye sahip olmaktan üzüntülüyüz. Böylesi menfi hâllerin bizi üzmesi son derece doğal! Anlayamamak ve şaşmak ise makul ve mantıklı değil. Menfi hâllerin sebeplerini biteviye besliyoruz. Öyle besliyoruz ki, beslediğimiz hâller dev bir canavar olmuş, kişisel ve toplumsal hayatımızı yiyip bitirecek. Nasıl mı besliyoruz?
Şöyle bir düşünelim: Kişisel olarak sizi bilemiyorum, ama toplum olarak çocuklara verdiğimiz hedeflere bir bakalım, hangi aile çocuğunun sınıf birincisi, okul birincisi veya girdiği sınavın birincisi olmasını istiyorsa, bu bir beslemedir. Herhangi bir teşvik olmaksızın birinci olana bir şey söyleyemem. Doğal olmayan, yapay olan her ne varsa onu öven, ballandıra ballandıra anlatan, samimiyete, doğallığa bomba koyuyor demektir. Ayıla bayıla sahtekârlık dizilerini, aldatma komedilerini, üç kâğıt esprilerini izleyen, beğenen, gülen ben de olsam, bunlara acayip destek veriyoruz demektir. Taraftarı olduğu takım, ünlü, siyasi veya her kimin zikzaklarını, kıvırmalarını hoş görüyor, hele karşısındakini aptal yerine koyup tevil etmeye kalkıyorsa, omurgalı ve ilkeli olmayı nasıl teşvik etmiş olabilir ki?
Yaptığı gözü açıklık hâlleri, sıralara kaynamaları, başkalarının önüne geçmeleri ballandıra ballandıra anlatan insan, yakın çevresindekileri teşvik etmekle kalmaz, aynı zamanda kendisine böyle yapılması için izin de vermiş olur. Bazıları öyle tuhaf bir tutum ve davranış gösterebiliyor ki, kendisi yapıyor ama kendisine yapılmasına acayip sinir oluyor. Yanılıp da ağzınızdan “Niçin?” sorusu çıkarsa, bakın o zaman akıl izan almayacak izahata: “Efendim, evet, soğan ektim ama ektiğim soğan tohumunun soğan olmasına gerek yoktu. Onun bal gibi domates olması da gerekirdi. Benim gibi adama bu yapılır mı?”
Ne var ki, böylelerin çevresinde kendilerine uygun dalkavuklar, yalakalar hiç az değildir. Derler ya, “Hacı hacıyı Mekke’de, derviş dervişi tekkede, seven seveni dakkada bulurmuş”…
Haydi bunları kişisel sayalım, ya kurumsal olanlara ne diyeceksiniz?
Çocuk iyi bir okula gitmek istiyor. Ama öyle böyle bir çocuk değil… Silah çekseniz yalan söyletemezsiniz. Son derece yardımsever, fedakâr, büyüklere karşı saygıda kusur etmez, küçüklerini korur, gözetir. Hem vatan, millet, insanlık konusunda müthiş derecede hassas. Dersleri de iyi. Belki daha iyi olabilirdi ama babası olmadığı için evin geçimine yardım etmesi gerekiyor… Size soruyorum: Saydığım erdemli hâllerin çocuğun okula girişinde hiçbir önemi var mı? Tabiî ki yok! O hâlde çocuk niçin bu hallere sahip olmak için kendini yorsun ki?
Ya işe girmek isteyenden beklenenler? İşe girerken “güvenilir olmak”, “sözünde durmak”, “yalan söylememek”, “fedakâr olmak”, “dost canlısı olmak”, “iyilik ve yardımsever olmak” gibi kriterlerle hiç karşılaştınız mı? Doğrusu, ben hiç karşılaşmadım. Hatta bazen çalışanların yalan söylemelerinin beklendiği bile oluyor. Terfi etmek için arkadaşını üst yönetime jurnalleyenlerin amirleri tarafından makbul görüldüğü olayların olduğunu düşünüyorum. Oda arkadaşıyla iş için yardımlaşmak yerine yarışmayı tercih edenlerin olduğuna nedense şaşamıyorum.
Yukarıdaki gibi bir iş hayatı, yine yukarıdaki gibi bir günlük hayat sonucunda ben, sen ve o, ne bekleyebiliriz ki? Umduklarımıza bakılırsa, arzumuz kolay kolay gerçekleşmez. “Ne verdin elime de ne çalayım yüzüne?” deyimi aklıma geliyor. Kültürümüze yabancı kişilere biraz tuhaf gelecek ama bizde âdettir, bu hâlde bile istemeye devam edilir. Zira bu durumlar için sözümüz bile vardır: “İsteyenin bir yüzü kara, vermeyenin iki yüzü!”