AKIŞTAKİ su yorulmaz. Suyu yoran barajdır. Barajda bekleyen/bekletilen, akışına engel olunan, denize varışı yasaklanan su, güneş altında adeta hasret ateşiyle yanar. O beklemek, o yanmaktır suyu yoran. Hâsılı, bekleyen su, yorulur. Her bekleyen gibi…
“İşleyen demir pas tutmaz” demişler ya, demirin işleyişine ve sonuçlarına dair konuşan atalarımız, herhâlde bu tecrübeye Sanayi Devrimi’nden sonra ulaşmamışlardır. En önemli varlıklarından birini adeta kendisini kanatlandırmak için özenerek yetiştiren Türk’ün, ata bir demir sanatı olarak üzengi ve nalı hangi maksatla iliştirdiğini anlamak kolaylıkla mümkün olsa gerek. Tabiî aynı demiri işleyerek kılıç, kalkan ve bilumum eserler üretmek de bu paralelde yorumlanmalı. Öyleyse şöyle diyebiliriz: Demir, işlenmediğinde de, işlemediğinde de yorulur.
Bir de rüyalar vardır. Kimi şeytanî, kimi Rahmânî… Şeytanî bir rüya yorulmaz. Evet, cinaslı kafiye algısı ve eş seslilikten faydalandım bu espriyi yapmak için. Ancak halktaki temel fikriyata göre hakikaten de şeytanî anlamda görülmüş bir rüya yorulmaz, yorumlanmaz. Ancak Rahmânî bir rüya yorulur, yorumlanmalıdır. Fakat onun da şartı, kime anlatacağını ya da kimden saklayacağını bilmektir. Derler ki, “Rüya yanlış yorulursa yorulduğu şekle bürünür”.
Türkiye, Cumhuriyet tarihi boyunca pek çok kâbusu da, pek çok güzel rüyayı da gördü. Fakat dördüncü kuvvet olan medyayı da ellerine alan karanlıklar, medyayı adi bir rüya tabircisi gibi kullanarak kâbusu da, tatlı rüyayı da yanlış yorup halkın algısına müdahale ettiler. Bu yüzden darbeleri, krizleri, suikastları, terörü, yoksulluğu ve fakirliği hep bir kâbusu yaşıyor gibi, sürekli bir “İçimde bir sıkıntı var” daralmasıyla yaşadı koskoca ülke.
Son buhranı bir ekonomik kriz olarak yaşayan Türkiye, 2002’de bu rüyadan sırılsıklam uyandı. Sudan çıkmış balık gibiydi. Hatta kendisini öyle balık hissetti ki, karaya vurduğunda öleceğini zannetti. Tabircilerin yorumları, “Bundan daha kötü ne olabilir ki?” şeklindeydi zira. Bu yüzden halkın büyük çoğunluğunun hissettiği, “Kaybedecek bir şeyim yok!” boşluğundaydı. Bu hisle sandığa adeta saldırmak boyutunda yüklendi. Sandıktan Yeni Türkiye’yi çıkarmaksa, sanki kuyuya atılmış Yûsuf’u (as) çıkarmak gibiydi. Çekilen ipin adı AK Parti, iple yukarı çıkansa Recep Tayyip Erdoğan’dı. Zaten Erdoğan da bir Yûsuf sözüyle gömleğinden bahsediyordu. Yûsuf’un (as) en özel yanı da rüyaları yormak değil miydi?
Türkiye o güne kadar pek çok rüya tabircisi görmüştü. Medyanın yanında bir de siyasette tabirciler enflasyonu vardı ve halka, “Sizin gördüğünüz yedi cılız sığırın yedi semiz sığırı ve yedi pörsümüş başağın yedi taze başağı yediği rüyayı biz yorumlayamayız; kaldı ki, bu da rüyalardan bir rüyadır, yormaya değmez” deyip durmuşlardı.
AK Parti’nin lideri olarak Sayın Erdoğan, bu hikâyede kendi rüyasını kimseye anlatmadı. Zira biliyordu ki, rüyasını anlatırsa kardeşleri (kardeşi bildikleri) ona zarar verebilirlerdi. Ancak Karnak’ın rahiplerini endişelendiren Erdoğan’ın rüyası faş oldu: 2023 ve Türkiye Yüzyılı…
Bu rüyaya göre on bir yıldız, güneş ve ayın Türkiye’ye secde edercesine tâbi olacağını anlayan şeytanî akıl, Türkiye’de, ülke siyasetinde, özellikle de AK Parti’de devreye girerek, “Vakit geç değil, kuyuya da atabiliriz, ölüme de yaklaştırabiliriz” şeklindeki vahşi hisleriyle 15 Temmuz 2016 gecesi ve sonrasında türlü hamleler gerçekleştirdiler. Erdoğan’ı ise Yûsuf Nebî’yi, kapının arkasından sesler duyup bir bebeğin ona şahitlik etmesi gibi savunan bir millet oldu. Rüyayı anlayan ve paralel odalarda neler konuşulduğunu duyan bir millet…
Ve aynı millet gördü ki; kendisine şahitlik ederek savunduğu Erdoğan’ı vaktiyle kardeşi bildikleriyle birlik olan karanlıklar boğamazken, yanında yöresinde durup Erdoğan’ın bir su gibi 2023’e ve Türkiye Yüzyılı vizyonuna akmasını engelleyerek ona baraj kuranlar, karanlık ve akmaz bir suda yorup onun boğulmasını istiyorlar.
Erdoğan’ı boğdurmayacağız. Türkiye’yi boğdurmayacağız. Yorulanlardan geçtik, yoranlardan olmayacağız.