SENİNLE aynı yıl, aynı ay,
aynı gün doğmuş olmak, bizi yalnızca yaşıt yapar Küçük Bey. Eşit olmak içinse
çok daha fazlası gerekli. Açıkçası, eşit olmayı ister misin, düşünür müsün, bir
lâhza olsun hayâlinden geçer mi, orası da muammâ...
Sen
de haklısın, böyle bir şeyi niçin isteyesin ki? Sen koca yalının Küçük Bey’i, ben
ise varlığımın bile farkına varmadığın bu derme çatma iki göz odanın beş
çocuğundan birincisi. Sen beni fark etmemiş olabilirsin ama ben her gün, her
dakika, her an seni izlemekten, gözlemekten, yaşadıklarını hayâl etmekten
kendimi alamıyorum. Hem düşünmek ve hayâl etmekle de kalmıyorum, biliyor musun?
Öyle zamanlar oluyor ki, bakmışım, ben senim, sense bensin.
Işıltısı
başımı döndüren o beyaz yalının elvanlı güllerle dolu bahçesinde buluyorum
kendimi. Şoför, o ederini bile aklımda tutamayacağım arabanın kapısını benim
için inip açıyor. “Buyurun Küçük Bey” hitabından sonra onun yüzüne hiç bakmadan
iniyorum. Üzerimde tertemiz, mis gibi kokan, ilk kez giydiğim, son defa giyeceğim
cicili bicili kıyafetlerim, yalnızca bana diye düşünülerek alınmış göz alıcı
ayakkabılarım, özenle taranmış altın sarısı saçlarımla güllerin arasından
kapıya doğru ilerliyorum. Geleceğim saati bilen ve tetikte bekleyen yalının
hizmetçisi, kapıyı sonuna kadar açmış, âdeta bir bendenin efendisini beklediği
gibi mahcup, telâşlı, utangaç bekliyor beni. Sonra o salonun başımı döndüren
ışıltısı… Her zamanki yerinde oturmuş, kahvesini yudumlayarak günün
gazetelerine göz atan babam; yeni boyatıp yaptırdığı mis gibi kokan saçlarıyla
en şık kıyafetlerinin içinde, sesi bir mûsikîyi andıran topuklu ayakkabılarıyla
annem; bir prenses edâsında ortalıkta koşuşturan kız kardeşim…
Öperek
karşılıyor beni annem. Sonra babam, okulun nasıl geçtiğini soruyor. Bense tüm
bu ilgiden biraz sıkılmış bir hâlde, geçiştirmelik üç beş cümle söyleyerek
hemen kız kardeşimin yanına koşuyorum. Babamın en son iş seyahatinden dönerken aldığı
upuzun sarı saçlarıyla gerçek bir bebekten farksız olan bebeğinin bilmem
kaçıncı kez değiştirdiği kıyafetini değiştirmekle meşgul prenses. Onun da miadı
dolmak üzere. Üç beş güne kalmaz, o da diğerleri gibi oyuncaklar mezarlığını
boylar, yüzüne bile bakılmaz olur.
Yemek
saati yaklaşıyor. Çalışanlar, o sultanlara lâyık sofrayı donatma telâşında.
Öyle kokular geliyor ki burnuma… Sonra bir tören edâsında, herkes kendisi için
ayrılmış olan sandalyeye oturuyor. Servisler açılıyor. Çorbalar, yemekler,
tatlılar, meyveler… Biri kalkıp biri iniyor tabakların. Hiçbir tabağı
bitirdiğim daha görülmemiş. Annem yine sitemlerde: “Ama oğluşum, yine hiçbir şey
yemedin, çok üzüyorsun beni!” Hep aynı tonda tekrar eden bu nakaratlar…
Prensesin
nazını niyazını çekerek bir kaşık yedirmek için ne terler döküyor bakıcı kadın.
Ama nafile! Tören sonrası herkes kendi dünyasına dalıyor...
Ben
ise, her ayrıntısı benim için düşünülerek tasarlanmış, özene bezene
hazırlanmış, şehzâdelere lâyık odama çekiliyorum. Bembeyaz, sakız gibi
yıkanmış, ütülenmiş çarşafların kokusunda mest oluyorum. Çalışma masam, döner
sandalyem, kitaplarım, rengârenk boya kalemlerimin eşliğinde ödevlerimi
tamamlıyor, annem ve babamdan iyi geceler öpücüğünü de aldıktan sonra o nazik
bedenimi kuş tüyü yatağıma bırakıyorum. Öyle bir sarıp sarmalıyor ki beni,
başka bir âleme geçtiğimi düşünmeden edemiyorum.
Bu
yıl ortaokul bitiyor. Seneye yurtdışında harika bir okul seçmiş benim için
annem ve babam. Ne olacağımı düşünmeme bile gerek yok. Şirkette babamın koltuğu
beni bekliyormuş.
Sonra
o tatlı uykudan kan ter içerisinde uyanıyorum yedi kişi nefeslerimizin birbirine
karıştığı, rutûbetten sıvaları dökülmüş, güneş ışığına hasret bu odanın içinde.
Yer yatakları sıra sıra dizilmiş. Kim bilir, ne zaman yıkanmıştır bu hangi renk
olduğu seçilmeyen yafta kokulu çarşaflar? Sahi, niçin bizim çarşaflarımız da
mis gibi kokmuyor? Yoksa annem temizlik yapmayı mı bilmiyor? Yatakları dürüp
büküp odanın bir köşesine sıra sıra diziyoruz. Arkasından hiç bitmeyen hela
sırası… Bir leğende yarı yıkanmış yarı yıkanacak çapaklı gözlerimiz. Saçlarının
hangi renk olduğunu bile tam anlayamadığım, yıllardır aynı kıyafetlerin içinde
kendinden bîhaber annem, kahvaltı hazırlama telâşında… “Kahvaltı” dediysem,
öyle gözünde mükellef bir sofra canlanmasın. Hepimize birer bardak çay, birer
dilim ekmek, köyden gelmiş bir kap çökelek, sayısı belli ve sınırlı kara kara
zeytinler… Olur da birimiz bir tane fazla yeriz diye gözümüzün içine bakıyor
annem. Neyse ki bu sabah da herkes hakkına kanaat gösteriyor da annem rahat bir
nefes alıyor.
Bizim
evde de yemek töreni işte böyle gerçekleşiyor Küçük Bey! Törenin ardından,
hamallık yapmaktan genç yaşta beli bükülen, yaş almadan yaşlanan, sırtında kim
bilir kimin eskisi olduğunu bile unuttuğu rengi solmuş, yamalı paltosunu
sırtına alan babam, bir umutla amelelerin toplanıp ekmek parası beklediği
meydana gidiyor. Şansı yaver giderse o günün nafakasını çıkaracak, olur da
gitmezse işte o zaman durum daha da içler acısı!
Temizlik
yapmayı bilmediğini düşündüğüm zavallı anacığım da Sevtap Hanım’a gündeliğe
diye çıkıyor. Küçüğüm Ahmet ile ben de boyacı sandığını sırtlanıp şehrin en
işlek caddesine “Bir umuttur” deyip yürüyoruz. Kızların daha yaşı küçük. Onlar
evde kalıp birbirlerine analık babalık ediyorlar. Tâ ki gün devrilip asıl ana
baba eve dönene kadar... Anam, eski çoraplardan onlara bir güzel bebek yapmış
ki deme gitsin. Oynamalara doyamıyorlar. Hattâ onunla yatıp onunla kalkıyorlar.
Okul
mu? Kim kaybetmiş de biz bulacağız okulu? Karnımızı doyurmaya para bulduk da
sıra ona mı geldi? Zaten ileride ne olacağımız da belli. Biz Ahmet’le
amelelerin toplandığı meydana, kızlar da on beşine gelmeden kocalarının evine...
Okul fuzûli masraf yani bizler için.
İşte
böyle Küçük Bey!
Bunları
düşününce sana da hak vermiyor değilim. Eşitlik senin açından çok da cazip bir
fikir değil. Hem en başta söylemiştim ya, seninle ancak yaşıt olabiliriz. Yok,
Küçük Bey, biz seninle ne yaşıt olabiliriz, ne de eşit. Bir kere senin saçların
altın sarısı, benimkilerse kömür karası. Sen odanda tek başına kuş tüyü
yatağında uyursun; ben ise tek göz odada yedi kişi, sırtımı kemiren yer
yatağında. Senin annen parfüm kokuyor, benimki ter. Senin baban gazete okur,
benim babam okuma yazma dahi bilmiyor. Kız kardeşin hangi oyuncakla oynayacağını
düşünürken, bizim kızlar o bezden bebeği paylaşamıyor.
Haklısın,
eşitlik hiç de iyi bir fikir değil. En iyisi gerçeklerimizi kabul etmek, onları
sevmek ve üç beş daha nefes alabilmek şu bahar sabahından… Diğer türlüsü benim
açımdan daha yaşanılmaz kılıyor bu rutûbetli hayatı. Diyelim ki kader kısmet,
diyelim ki tercih, diyelim ki hayâl, diyelim ki hakikat… Belki başka bir baharda
tüm bu ihtimâller cevabını bulur ve kim bilir, bugün rüya diye anlattıklarım, o
gün benim şefkatle saçlarını okşadığım gerçeğim olur…