Ne yaşıt, ne eşit

Bir kere senin saçların altın sarısı, benimkilerse kömür karası. Sen odanda tek başına kuş tüyü yatağında uyursun; ben ise tek göz odada yedi kişi, sırtımı kemiren yer yatağında. Senin annen parfüm kokuyor, benimki ter. Senin baban gazete okur, benim babam okuma yazma dahi bilmiyor. Kız kardeşin hangi oyuncakla oynayacağını düşünürken, bizim kızlar o bezden bebeği paylaşamıyor.

SENİNLE aynı yıl, aynı ay, aynı gün doğmuş olmak, bizi yalnızca yaşıt yapar Küçük Bey. Eşit olmak içinse çok daha fazlası gerekli. Açıkçası, eşit olmayı ister misin, düşünür müsün, bir lâhza olsun hayâlinden geçer mi, orası da muammâ...

Sen de haklısın, böyle bir şeyi niçin isteyesin ki? Sen koca yalının Küçük Bey’i, ben ise varlığımın bile farkına varmadığın bu derme çatma iki göz odanın beş çocuğundan birincisi. Sen beni fark etmemiş olabilirsin ama ben her gün, her dakika, her an seni izlemekten, gözlemekten, yaşadıklarını hayâl etmekten kendimi alamıyorum. Hem düşünmek ve hayâl etmekle de kalmıyorum, biliyor musun? Öyle zamanlar oluyor ki, bakmışım, ben senim, sense bensin.

Işıltısı başımı döndüren o beyaz yalının elvanlı güllerle dolu bahçesinde buluyorum kendimi. Şoför, o ederini bile aklımda tutamayacağım arabanın kapısını benim için inip açıyor. “Buyurun Küçük Bey” hitabından sonra onun yüzüne hiç bakmadan iniyorum. Üzerimde tertemiz, mis gibi kokan, ilk kez giydiğim, son defa giyeceğim cicili bicili kıyafetlerim, yalnızca bana diye düşünülerek alınmış göz alıcı ayakkabılarım, özenle taranmış altın sarısı saçlarımla güllerin arasından kapıya doğru ilerliyorum. Geleceğim saati bilen ve tetikte bekleyen yalının hizmetçisi, kapıyı sonuna kadar açmış, âdeta bir bendenin efendisini beklediği gibi mahcup, telâşlı, utangaç bekliyor beni. Sonra o salonun başımı döndüren ışıltısı… Her zamanki yerinde oturmuş, kahvesini yudumlayarak günün gazetelerine göz atan babam; yeni boyatıp yaptırdığı mis gibi kokan saçlarıyla en şık kıyafetlerinin içinde, sesi bir mûsikîyi andıran topuklu ayakkabılarıyla annem; bir prenses edâsında ortalıkta koşuşturan kız kardeşim…

Öperek karşılıyor beni annem. Sonra babam, okulun nasıl geçtiğini soruyor. Bense tüm bu ilgiden biraz sıkılmış bir hâlde, geçiştirmelik üç beş cümle söyleyerek hemen kız kardeşimin yanına koşuyorum. Babamın en son iş seyahatinden dönerken aldığı upuzun sarı saçlarıyla gerçek bir bebekten farksız olan bebeğinin bilmem kaçıncı kez değiştirdiği kıyafetini değiştirmekle meşgul prenses. Onun da miadı dolmak üzere. Üç beş güne kalmaz, o da diğerleri gibi oyuncaklar mezarlığını boylar, yüzüne bile bakılmaz olur.

Yemek saati yaklaşıyor. Çalışanlar, o sultanlara lâyık sofrayı donatma telâşında. Öyle kokular geliyor ki burnuma… Sonra bir tören edâsında, herkes kendisi için ayrılmış olan sandalyeye oturuyor. Servisler açılıyor. Çorbalar, yemekler, tatlılar, meyveler… Biri kalkıp biri iniyor tabakların. Hiçbir tabağı bitirdiğim daha görülmemiş. Annem yine sitemlerde: “Ama oğluşum, yine hiçbir şey yemedin, çok üzüyorsun beni!” Hep aynı tonda tekrar eden bu nakaratlar…

Prensesin nazını niyazını çekerek bir kaşık yedirmek için ne terler döküyor bakıcı kadın. Ama nafile! Tören sonrası herkes kendi dünyasına dalıyor...

Ben ise, her ayrıntısı benim için düşünülerek tasarlanmış, özene bezene hazırlanmış, şehzâdelere lâyık odama çekiliyorum. Bembeyaz, sakız gibi yıkanmış, ütülenmiş çarşafların kokusunda mest oluyorum. Çalışma masam, döner sandalyem, kitaplarım, rengârenk boya kalemlerimin eşliğinde ödevlerimi tamamlıyor, annem ve babamdan iyi geceler öpücüğünü de aldıktan sonra o nazik bedenimi kuş tüyü yatağıma bırakıyorum. Öyle bir sarıp sarmalıyor ki beni, başka bir âleme geçtiğimi düşünmeden edemiyorum.

Bu yıl ortaokul bitiyor. Seneye yurtdışında harika bir okul seçmiş benim için annem ve babam. Ne olacağımı düşünmeme bile gerek yok. Şirkette babamın koltuğu beni bekliyormuş.

Sonra o tatlı uykudan kan ter içerisinde uyanıyorum yedi kişi nefeslerimizin birbirine karıştığı, rutûbetten sıvaları dökülmüş, güneş ışığına hasret bu odanın içinde. Yer yatakları sıra sıra dizilmiş. Kim bilir, ne zaman yıkanmıştır bu hangi renk olduğu seçilmeyen yafta kokulu çarşaflar? Sahi, niçin bizim çarşaflarımız da mis gibi kokmuyor? Yoksa annem temizlik yapmayı mı bilmiyor? Yatakları dürüp büküp odanın bir köşesine sıra sıra diziyoruz. Arkasından hiç bitmeyen hela sırası… Bir leğende yarı yıkanmış yarı yıkanacak çapaklı gözlerimiz. Saçlarının hangi renk olduğunu bile tam anlayamadığım, yıllardır aynı kıyafetlerin içinde kendinden bîhaber annem, kahvaltı hazırlama telâşında… “Kahvaltı” dediysem, öyle gözünde mükellef bir sofra canlanmasın. Hepimize birer bardak çay, birer dilim ekmek, köyden gelmiş bir kap çökelek, sayısı belli ve sınırlı kara kara zeytinler… Olur da birimiz bir tane fazla yeriz diye gözümüzün içine bakıyor annem. Neyse ki bu sabah da herkes hakkına kanaat gösteriyor da annem rahat bir nefes alıyor.

Bizim evde de yemek töreni işte böyle gerçekleşiyor Küçük Bey! Törenin ardından, hamallık yapmaktan genç yaşta beli bükülen, yaş almadan yaşlanan, sırtında kim bilir kimin eskisi olduğunu bile unuttuğu rengi solmuş, yamalı paltosunu sırtına alan babam, bir umutla amelelerin toplanıp ekmek parası beklediği meydana gidiyor. Şansı yaver giderse o günün nafakasını çıkaracak, olur da gitmezse işte o zaman durum daha da içler acısı!

Temizlik yapmayı bilmediğini düşündüğüm zavallı anacığım da Sevtap Hanım’a gündeliğe diye çıkıyor. Küçüğüm Ahmet ile ben de boyacı sandığını sırtlanıp şehrin en işlek caddesine “Bir umuttur” deyip yürüyoruz. Kızların daha yaşı küçük. Onlar evde kalıp birbirlerine analık babalık ediyorlar. Tâ ki gün devrilip asıl ana baba eve dönene kadar... Anam, eski çoraplardan onlara bir güzel bebek yapmış ki deme gitsin. Oynamalara doyamıyorlar. Hattâ onunla yatıp onunla kalkıyorlar.

Okul mu? Kim kaybetmiş de biz bulacağız okulu? Karnımızı doyurmaya para bulduk da sıra ona mı geldi? Zaten ileride ne olacağımız da belli. Biz Ahmet’le amelelerin toplandığı meydana, kızlar da on beşine gelmeden kocalarının evine... Okul fuzûli masraf yani bizler için.

İşte böyle Küçük Bey!

Bunları düşününce sana da hak vermiyor değilim. Eşitlik senin açından çok da cazip bir fikir değil. Hem en başta söylemiştim ya, seninle ancak yaşıt olabiliriz. Yok, Küçük Bey, biz seninle ne yaşıt olabiliriz, ne de eşit. Bir kere senin saçların altın sarısı, benimkilerse kömür karası. Sen odanda tek başına kuş tüyü yatağında uyursun; ben ise tek göz odada yedi kişi, sırtımı kemiren yer yatağında. Senin annen parfüm kokuyor, benimki ter. Senin baban gazete okur, benim babam okuma yazma dahi bilmiyor. Kız kardeşin hangi oyuncakla oynayacağını düşünürken, bizim kızlar o bezden bebeği paylaşamıyor.

Haklısın, eşitlik hiç de iyi bir fikir değil. En iyisi gerçeklerimizi kabul etmek, onları sevmek ve üç beş daha nefes alabilmek şu bahar sabahından… Diğer türlüsü benim açımdan daha yaşanılmaz kılıyor bu rutûbetli hayatı. Diyelim ki kader kısmet, diyelim ki tercih, diyelim ki hayâl, diyelim ki hakikat… Belki başka bir baharda tüm bu ihtimâller cevabını bulur ve kim bilir, bugün rüya diye anlattıklarım, o gün benim şefkatle saçlarını okşadığım gerçeğim olur…