Ne oldu Tursun Mehmet'e?

Sadece Doğu Türkistan sınırlarından çıkmak da kurtulmak için yeterli değildi. Orta Asya’da Şangay İşbirliği Teşkilâtı’na üye devletlerin takibinden kurtulmak çok zordu. Zira üye ülke polisleri, yakaladıkları an Çin’e teslim ediyorlardı. Ayrıca kaçan bir Uygur’u yakalayan polislere hem terfi, hem para, hem de Çin’de seyahat ödülü veriyorlardı. Onun için çok dikkatli olması gerekiyordu.

EYLÜL ayında Kaşgar’a hiç bu kadar yağmur yağmamıştı. O gün bardaktan boşalırcasına rüzgârla birlikte iri iri yağmur yağıyordu. Kaşgar’ın daracık sokaklarından seller akmaya başlamıştı. Rüzgârın çıkardığı ıslıkla pencere pervazlarından odaya yağmur suları sızıyor, Saadet Hanım bezlerle suları topluyor, sofaya çıkarak bezdeki suyu sıkıyor, tekrar tekrar odaya gidip geliyordu. Henüz akşam vakti girmemişti fakat akşam vakti gibi hava kararmıştı.

Abdulkerim Ağa sırılsıklam geldi. Her zaman eve gelişinde türküler mırıldanarak neşeli hâlde gelirdi. Abdulkerim Ağa’nın o gün hiç sesi çıkmıyordu. Anlaşılan pek keyfi yoktu. Selâm vermeyi bile unuttu. Doğru yatak odasına gitti, üzerini değiştirdi. Sonra Saadet Hanım’a, “Çocuklar nerede?” dedi. Saadet Hanım titrek bir sesle, “Goncagül bugün hiç durmadı, zavallı sürekli ağladı durdu. Biraz süt içirdim, karnına da bez ısıtıp koydum, sonra uyudu. Mehmet Can da uyuyor. Dışarılarda biraz ıslanmıştı, saçını başını kuruladım o da kıvrıldı, uyudu” dedi.

Bir ara Saadet Hanım, “Abdulkerim Ağam, ne olacak bu yavruların hâli?” diye sordu. Mehmet Can iki yaşında, Goncagül ise daha bir aylık bebekti. Abdulkerim Ağa sedirin üzerine oturmuştu, “Ne yapalım, Allah Kerim” dedi. Derin bir düşünceye daldı ve öylece kaldı.

*** 

Abdulkerim Ağa, Kaşgar’ın uzak bir köyü olan Cantömür’den (Candemir) tek çocuğu olan Tursun Mehmet’i okutmak için gelmişti. Buna muvaffak olmuştu fakat hayatın ne getireceğini nereden bilebilirdi ki? Başına gelecekleri bilseydi belki de köyünden hiç ayrılmazdı.

Tursun Mehmet tek çocuğu olduğu için Abdulkerim Ağa onun üzerine titriyordu. Onun okuması için her tür sıkıntıya katlanıyordu. Kaşgar’da bir deri tabaklama atölyesinde iş bulmuştu ve burnunu sızlatan o ağır kokusuna aldırmadan işini özenle yapıyordu. Becerikli bir adamdı, derilerin artık parçalarından çocuk ayakkabısı ve kitap ciltleme gibi ek işler de yapıyor, beş on kuruş da oradan kazanıyordu.

Tursun Mehmet, ortaokuldan sonra meslek lisesine giderek ipekçilik bölümünü okumuştu. Liseyi ve meslek yüksekokulunu iyi dereceyle bitirmiş ve ipek böceği ile ilgili büyük plânlar yapmaya başlamıştı.

***

Abdulkerim Ağa hâlâ sedirin üzerinde oturuyordu. Bu arada köyden Kaşgar’a gelişi, Tursun Mehmet’i elinden tutup ilkokula götürüşü, okumaya ilk başladığındaki sevinci, mezun oluşu, mezuniyet töreninde dereceyle bitirdiğini ilân ettiklerinde nasıl gururlandığını hatırladı. Ortaokul ve lise yılları tek tek gözünün önünden geçti. Yüksekokulu bitirdikten sonra Mir Kemal’in kızı Azatgül’ü Tursun Mehmet’e istemeye gidişi, düğünde arak içmesi için çok ısrar etmelerine rağmen onları reddetmesi, fakat oyuna kaldırdıklarında kolları yorulana kadar oynadığı ve çok eğlendiği zihninden geçti.

Bunları düşünürken yüzünde bir tebessüm belirdi Abdulkerim Ağa’nın. Tursun Mehmet’i baş göz etmiş, mürüvvetini de görmüştü. İlk torunu olmuş, Abdulkerim Ağa ona “Mehmet Can” diye kendi babasının adını koymuştu. Artık Tursun Mehmet de işlerini yoluna koymuş sayılırdı. Dut ağaçları olan büyük bir arazi almış, orada ipek böceklerinden ipek ipliği elde ediyordu. Tursun Mehmet her yıl elde ettiği önemli miktardaki ipek ipliği Çin, Pakistan, Kazakistan ve Moğolistan gibi ülkelerden gelen müşterilere satıyordu. Artık yavaş yavaş tanınıyordu. Bu güzel gelişmelerle birlikte Abdulkerim Ağa, gelinin durumuna çok üzülüyordu.

***   

Doğu Türkistan

Bir gün Pakistan’dan Tarık Zafer İkbal adında bir müşterisi geldi. Ne olduysa ondan sonra oldu. Müşterisinin yanında Salman isimli bir adam daha vardı. Müşterisi, onun bir tarih araştırmacısı olduğunu ve Doğu Türkistan’daki tarihî mekânları gezmesinde rehberlik yapmasını rica etti. Tursun Mehmet önce tereddüt etti, sonra Tarık Zafer İkbal’in ısrarı üzerine kabul etti. Tarık Zafer İkbal’le işleri bitirdikten sonra Salman’a önce Kaşgar’ı gezdirdi. Sonra Yarkent, Hoten, Aksu, Urumçi ve Turfan’a götürdü. Hoten’de, 1237 yılında yapılan Bayram Mescidi’ni gezeceklerdi fakat yerinde mescidi bulamadılar. Mescidin yerle bir edilmiş olduğunu gördüler.

Yine Hoten’de eski merkez mezarlığı görmeye gittiklerinde, ancak yıkılmış yerini görebildiler. Tarihî mekânları bir hafta boyunca beraber gezdiler. Gezdiler ama gezdikleri tarihî mekânların çoğunun adı var, fakat kendisi yerinde yoktu. Bu arada kendilerini adım adım takip eden sivil polislerden haberleri de yoktu. Pakistanlı Salman’ın geziyi tamamlayıp Kaşgar’dan ayrılmasından hemen sonra, sivil polisler Tursun Mehmet’in kapısına dayandılar. “Bizimle karakola gelmen gerekiyor” dediler. Tursun Mehmet, “Hayırdır, kabahatim nedir? Ben bir suç işlemedim” dediyse de polisler, “Karakolda derdini anlatırsın” diyerek apar topar polis arabasına bindirerek karakola götürdüler.

Karakolda bir polis memuru, copun ucuyla böğrüne böğrüne dürterek, “O kişiyi nereden tanıyorsun?” dedi. Tursun Mehmet, “Hangi kişiyi?” dedi. “Bak bak! Bir de bilmezlikten geliyor” dedi polis, copu daha sert dürttü ve “Bir haftadır beraber dolaşıyorsun ya, kimdir o, nereden geliyor? Buraya niçin geldi, kimlerle görüştü, geliş amacı nedir?” diye soruları peş peşe soruyordu. Sonunda yan odadan omuzunda rütbesi olan bir polis çıktı. “Yanında dolaştığın adamla senin bağlantın hangi düzeydedir?” diye sordu.

Tursun Mehmet, sorulan soruların her birine tek tek aslı nasılsa olduğu gibi cevap veriyor olsa da polisleri ikna edemedi. Polis şefi olduğu anlaşılan kişi, “Beraber dolaştığınız adam, Pakistan Cemaat-i İslâmî Hareketi üyesi ve buraya o cemaatin görüşlerini yaymaya geldiğini bizim kadar sen de biliyorsundur. Sen onun burada temsilcisisin, burada onunla örgütlenme yapıyorsun, değil mi?” diye çıkıştı. Tursun Mehmet şaşkınlık içinde, “Vallahi öyle bir şey yok! Ben işinde gücünde bir adamım. Ben onu tanımam, o benden iplik alan Tarık Zafer İkbal adlı müşterimin arkadaşı. Onun söylediğine göre bir tarihçiymiş, Doğu Türkistan’ın tarihi ile ilgili bir araştırma yapmak için gelmiş. Tarihî yerleri gezip incelemesi için müşterim Tarık Zafer İkbal benden yardımcı olmamı rica etti. Bunun dışında hiçbir ilgim bilgim yok” dedi.

Aslında o gün, Tursun Mehmet’in oğlu Mehmet Can’ın ikinci yaş günü kutlaması vardı. Azatgül tedavi gördüğü sanatoryumdan yeni çıkmıştı. Abdulkerim Ağa’nın morali epeyce düzelmişti. Gelinine kıyamadığı için bütün hazırlıkları Saadet Hanım yapmıştı. O akşam ev neşe kaynayacaktı. Fakat Tursun Mehmet karakoldan dönemedi. O geceyi karakoldaki hücrede geçirdi. Evdekiler sabaha kadar meraktan uyuyamadılar; neşe yerine eve korku ve endişe hâkim oldu.

Tursun Mehmet doğum gününü filan unutmuştu. Çünkü bu karakola çağrılma işi pek hayra alâmet değildi. Ertesi gün her gün gelip imza atması için bir form doldurttular ve Tursun Mehmet’i bıraktılar. Tursun Mehmet başına gelecekleri tahmin edebiliyordu. Çünkü bir sokak ileride Turdi Ahun’un oğlu Samet Can’ı ikinci kez karakoldan çağırmışlardı fakat altı aydır hâlâ bir haber yoktu. Çünkü Çin polisi ile yolu kesişen birinin ondan yakasını kolay kurtardığı vaki değildi.

Yakın zamanda gerçekleşen olaylar gözünün önünden bir film şerdi gibi aktı. Hele Gulca’da olanlar aklına gelince tüyleri diken diken oluyordu. Polislerin Kadir Gecesi bir evde toplanan kadınları dışarı çıkararak üzerlerine mermi yağdırdıkları hiç aklından çıkmıyordu. Oracıkta birçok kadını katletmişlerdi. Tutuklama ve işkenceler sıradanlaşmıştı. Tursun Mehmet, şu iki olayı hatırladığında ise gözyaşlarını tutamıyordu: Biri, tutuklanan babasının serbest bırakılması için Gulca’daki hükûmet binasının önüne gidip oradan ayrılmak istemeyen daha 8 yaşındaki Fatima’nın acımasızca vurularak öldürülmesi, diğeri de eşinin serbest bırakılmasını talep ettiği sırada hamile olan Gülizar adlı bir genç kadının Çin güvenlik güçleri tarafından karnındaki bebeği ile katliydi. 

Tursun Mehmet’in karakola çağırılması kendisiyle sınırlı kalmayacaktı. İşin sorgulamayla bitmeyeceğinden, ileride olmadık suçlamalarla başına türlü belâlar açacağından endişe eden Tursun Mehmet, hiç vakit kaybetmeden sınır dışına çıkmayı düşündü. Eve geldi ve evdekileri endişelendirmemek için “Sanırım bir yanlış anlaşılma olmuş” diyerek ayrıntıları anlatmadı. Mehmet Can’ı kucağına aldı sarıldı, öptü. Henüz bir aylık olan bebeğini de kucağına aldı, sanki son kez koklar gibi kokladı, derin derin içine çekti. Azatgül’e, Urumçi’ye gideceğini söyledi. Ana ve basına da bir iş için Urumçi’ye gideceğini söyleyerek vedâlaştı ve evden ayrıldı.  

Kaşgar’ı bir an önce terk etmeliydi. Hemen zihninde alternatif yollar düşündü. İki şeyi göze aldı: Birincisi, yakalanmazsa hayatta kalacağıydı. İkincisi, yakalanırsa sorgusuz sualsiz infaz edileceği... İkincisi, işkence görerek her gün ölmekten daha iyiydi. Tursun Mehmet, yolculuk sırasında hesapta olmayan zorluklarla karşılaşabileceğini aklından çıkarmıyordu ve ona kendini psikolojik olarak hazırlıyordu. Çünkü sadece Doğu Türkistan sınırlarından çıkmak da kurtulmak için yeterli değildi. Orta Asya’da Şangay İşbirliği Teşkilâtı’na üye devletlerin takibinden kurtulmak çok zordu. Zira üye ülke polisleri, yakaladıkları an Çin’e teslim ediyorlardı. Ayrıca kaçan bir Uygur’u yakalayan polislere hem terfi, hem para, hem de Çin’de seyahat ödülü veriyorlardı. Onun için çok dikkatli olması gerekiyordu.

Soydaş ve dindaşlarının yaşadığı Türkiye’ye ulaşmayı hedefliyordu Tursun Mehmet. Çünkü küçüklüğünden beri hem babasından, hem de yaşlılardan, aynı candan ve kandan olan ve buralardan göçüp Anadolu’ya yerleşen Türklerin olduğunu dinlemişti. Onlara olan sevgi ve özlemle büyümüşlerdi. Çinlilerden bir kötülük gördüklerinde, “Aramız uzak olmasa bunu bize yapamazlar!” diye mesafenin uzaklığından yakınırlardı. Yaşlıların anlattığı bu övgüler, genç nesil üzerinde Anadolu’ya karşı bir sevgi ve özlem oluşturuyordu.

Tursun Mehmet, önce Moğolistan, Rusya, Kazakistan, Azerbaycan, İran ve Türkiye güzergâhını düşündü. Fakat Şangay İşbirliği’ne üye ülkeler olduğundan güvenli gelmedi. Sonra Hindistan, Pakistan, Afganistan ve İran güzergâhını düşündü. Bunlar da Şanghay İşbirliği üyesiydi ve güzergâh tekin değildi. Takip edilecek en akıllıca yolun Tacikistan, Afganistan, İran ve Türkiye olabileceğini düşündü…

Duruma göre bu güzergâhı da her an değişebilirdi, ancak yine de bir plâna göre hareket etmenin doğru olacağını düşündü. Geçeceği ülkelerden Afganistan ve İran, Şangay İşbirliği’ne üye değillerdi ve diğer ülkeler kadar sıkı takip olmayacağını düşünüyordu. Ayrıca bu ülkelerden geçerken dil sıkıntısı çekmeyeceğini de hesaplıyordu.

Tursun Mehmet, eşine, ana ve babasına söylediği gibi Urumçi tarafına gitmedi. Bir taksi kiralayarak Tacikistan sınırına doğru yola çıktı. Şoför, yaşlı bir Çinliydi. Tursun Mehmet Çince bildiğinden anlaşmada hiç sıkıntı çekmedi, Tacikistan sınırına yakın bir yer adı söyledi ve “Beni kaç yuana götürürsün?” dedi. Biraz sarhoş olan yaşlı adam,

“200 yuan” dedi. Aslında değerinden biraz fazla söylemişti. Tursun Mehmet için bunun hiç önemi yoktu. İstediğinden daha fazlasını verdi. Şoförün keyfine diyecek yoktu. Yola çıktılar.

Yaşlı Çinli, kafası iyi olduğundan şarkılar söylüyor, fıkralar anlatıyor, bazen yaptığı hovardalıklardan bahsediyordu. Kızıl Derya’nın paralelinde saatlerce gittiler. Aracın yakıt işareti sinyal vermeye başlayınca, şoför yol kenarındaki bir benzin istasyonundan benzin aldı. Tekrar yola koyuldular. İşlek bir yol değildi, saatte birkaç araçla ancak karşılaşıyorlardı. Bazen tarladan mevsimin son ürünlerini toplayan kadınlara rastlıyorlardı. Tursun Mehmet şoförü memnun edecek bir miktar para çıkardı ve yolun sonuna kadar götürmesini istedi.

Paraları gören şoför, hiç itiraz etmeden devam etti. Epeyce daha gittiler. Sonra Mergensu ırmağı karşılarına çıktı. O ırmağın paralelinde günün sonuna kadar yol aldılar. Yol, bir tepenin ardından geldikleri istikamete doğru geri dönüyordu. Tursun Mehmet, “Burada ineceğim” dedi. Şoför tekrar tekrar teşekkür ediyordu. Çünkü nerdeyse bir haftada kazanacağı parayı almıştı.

***

Tursun Mehmet için asıl macera yeni başlıyordu. Önüne devâsa yalçın kayalar ve ormanlık bir alan çıktı. Köy hayatını tanıdığından, dağları aşabileceğine inanıyordu. Evden çıkarken üzerine bir miktar para, bir çantaya da biraz nan (ekmek) almıştı. Ekmekten el ucu kadar böldü, onu yedi. Ekmeği idareli tüketmesi gerektiğinin farkındaydı. Sınırın öbür tarafına geçmek için dağın zirvesine kadar tırmanması gerekiyordu, fakat Tursun Mehmet’in bir korkusu vardı. O da ıssız dağlarda bir yırtıcıyla karşılaşırsa nasıl korunabileceğiydi. 

Akşam güneşi tepeleri çoktan terk etmişti. Yukarı doğru tırmandıkça hava serinliyordu. Kayada kuytu bir yeri gözüne kestirdi ve sığınabileceğini düşündü. Korunaklıydı. Dağa tırmanırken değnek olarak kullandığı sağlam sopayı yanından hiç ayırmıyordu. Tek silahı oydu. Sırtını kayaya vererek arkasını sağlama aldı, ön taraftan gelebilecek bir yırtıcıyı sopayla bertaraf edebilecek bir pozisyonda çömeldi. Aslında burayı uyumak için seçmemişti. Karanlıkta yönünü ve yürüyebileceği yol bulamadığı için havanın aydınlanmasını bekliyordu.

Gözüne uyku girmiyordu. Tursun Mehmet, verem hastası eşini, anasını, babasını, oğlu Mehmet Can’ı ve öpüp koklamaya doyamadığı henüz bir aylık Goncagül’ünü düşündü. Aklına o kadar soru gelip geçti ki sanki doğumundan ölümüne kadar bütün bir hayatın muhasebesini yaptı.

Uykuyla uyanıklık arası sabah ışıklarını bekliyordu. Sabah tekrar yola çıkacaktı fakat nelerle karşılaşacak, önüne nasıl yollar çıkacak, kimler ve nelerle karşılaşacağı hakkında habersizdi. Sabaha doğru bir ara içi geçti. “Fııırt” şeklindeki bir sesle irkildi. Çok yakınına kadar sokulmuş bir karaca yavrusu, annesiyle otluyordu. Tursun Mehmet’in kokusunu almışlardı. Hemen yanı başındaydı. Tursun Mehmet, karaca yavrusunun masumluğu ve sevimliliği ile kendi yavrusunu, Goncagül’ünü özdeşleştirdi. İçinden ona sarılmak geldi. Bu arada annesi, kulaklarını dikti ve ön ayaklarını bir iki kez yere sert bir şekilde vurdu. Yine “fııırt” sesiyle kuş gibi ormanın içine doğru giderek gözden kayboldular.

Artık şafak sökmüştü. Bir parça nan çıkardı çantadan, onu yedi; biraz ileride şırıl şırıl akan su gözünden suyunu da içti. Tekrar tırmanışa geçti; bir süre sonra dağ da, orman da bitti. Ormansız olan açık alana çıkmak istemedi. Açık alanda yürüyerek birinin görmesine fırsat vermemek için tedbiri elden bırakmıyordu. Yine orman içinden ilerlemeye çalıştı. Zaman zaman karşısına çıkan koca kayaların etrafını dolanmak veya uçurumların gerisinden geçmek zorunda kalıyordu. Sular geçiyor, taşlar ve hendekler atlıyor, durmadan yürüyordu…

Ağaçlar kesilerek orman içinde tarla açılmış, fakat ekilip biçilmeyen terk edilmiş bir alana rastladı. O civarlarda oturan insanların olabileceğini düşündü. Yürümeye devam etti. Yürürken önünden kaçan tavşan, ağaçtan ağaca atlayan sincap ve sansar, yaban domuzu, tilki ve porsuk gibi hayvanlara rastlıyor, bazen uçan kuşların kanat sesinden bile ürktüğü oluyordu. Hele bazı kuşların Tursun Mehmet’i takip etmesi ve ıslık sesi gibi sesler çıkarması da ürkmesine yetiyordu. Ses çıkaran kuşu görünceye kadar tedirginliğini atamadı. Hayli yürüdü, ancak hâlâ sabah yediği bir parça ekmekle duruyordu.

Ağaçları sık bir ormandan geçti. Biraz daha yürüdükten sonra kıpkırmızı ayıburnu yemişlerini gördü. Kimi kurumaya yüz tutmuş, kimi tam olgunlaşmıştı, onlardan mide kazınması giderecek kadar yedi. Bir pança da toplayıp çantasına koydu.

Yürümeye devam ederken bir çılgaya rastladı. Koyun veya keçilerin yürüyerek yaptığı yoldan yürümeye devam etti. Artık akşam vakti giriyordu. Çılgaya girince yürümesi biraz hızlandı, gide gide derme çatma bir yayla evine vardı. Fakat in cin top oynuyordu, kimsecikler yoktu. Oranın bir sene gelinen, bir sene gelinmeyen bir yayla olduğunu düşündü.

Güneş battıktan sonra hava yine serinlemişti. Ağaçlarla yığma şeklinde yapılan evin önü açık, üstü kapalı kısmına geçti, oturdu. Evin altı ahır, üst kısmı da çobanların yatması için plânlanmış küçük bir barakaydı. Geceyi bu barakada geçirmeye karar verdi. Rüzgârla birlikte çok uzaklardan bir köpek sesi geliyordu. Ertesi gün bir köye rastlayabileceğini düşündü. Gece evin ön tarafını kapatan çinkonun üzerine yağan çiy sesi, ninni gibi geliyordu. Yine aklında Azatgül’ü, Goncagül’ü, Mehmet Can’ı, yaşlı ana ve babası vardı. 

Tacikistan

Vakit hayli ilerlemişti, gözü bir türlü uyku tutmuyordu. Aklına altı aydır haber alınamayan Samet Can’ın abisi Ferhat’ın anlattıkları geldi. “Ya anam, babam, eşim ve çocuklarıma onun anlattığı gibi işkenceler yaparlarsa?” diye zihninden geçti. “Estağfirullah!” diyerek irkildi. Onu düşünmek bile ürpermesine yetti. Ferhat, su içinde yatağa bağlayarak gece uyutmama, uzuvlara elektrik verme, gece boyunca işkence sesi dinletme, tecavüz etme, sandalyeye zincirleyip uyutmama, cinsel organa at kuyruğu kılı sokma, saatlerce duvara baktırma, güneş altında ve gece ayakta bekletme, yüksek voltajlı elektrik ışığında bekletme, Çince şarkılar ezberletip söyletme, baş aşağı asma, tuvalet ihtiyacını koğuştaki bir kovaya yaptırma gibi daha birçok şey anlatmıştı. Tursun Mehmet, Çinlilerin toplama kamplarında tutuklu Uygur Türkü ve diğer Müslümanlardan narkoz kullanmadan aldıkları organları “helâl” ürün diye başta Suudi Arabistan gibi zengin Müslüman ülkelere sattıklarını hatırlayınca gözyaşlarına hâkim olamadı.

Karşı yamaçtan gelen tilki ve çakal sesleri bu kâbus gibi düşünceden çıkmasına neden oldu. Dikkati, seslere doğru yoğunlaştı. Bir ara puflama-hırlama karışımı bir ses duydu, çok yakından geliyordu. Sessizce dizlerinin üzerine kalktı, evin ön tarafından sesin geldiği yöne dikkatlice baktı. Bulut arkasında kalan ayın hafif ışığında belli belirsiz iki porsuk, evin önündeki hayvan zibilini eşeleyerek içinde yiyecek bir şeyler arıyordu. Yanından ayırmadığı sopasını kaldırdı, tahtaya hızlı bir şekilde vurdu. Vurmasıyla birlikte tabanca sesi gibi bir sesin yankısı karşılardan geldi. Sesle birlikte porsuklar havaya yarım metre zıplayarak gözden kayboluverdiler.

***

Sabah dağların engin yerlerini sis bastırmıştı; sadece çıplak tepeleri görünüyordu. Topladığı ayıburnu ile bir parça nanı birlikte yedi. Yayla yerine gelen patika yola düştü, dere tepe aşarak vadi boyu ilerleyen bir köy yoluna vardı. Atına odun yüklemiş bir köylüyü yoldan geçerken gördü. Tursun Mehmet, görünmemek için bir ağacın arkasına gizlendi. Köylü geçtikten sonra köy yoluna girmeden ormandaki çılgadan yürümeye devam etti.

Tursun Mehmet, Tacikistan’da Türkmen, Özbek, Kırgız ve Uygur Türklerinin köyleri olduğunu bildiğinden, tahminî olarak o bölgelere doğru yürüyordu.   

Yürürken kulağına fazla uzak olmayan bir yerden bir ses geldi: “Yardım edin! Yardım edin! Cıldız! Cıldız neredesin?”

Tursun Mehmet, tedirginlikle sevinci birlikte yaşadı. Tedirgin oluyordu ki, bu bir tuzak olabilirdi. Çünkü uçan kuştan nem kapıyordu. Seviniyordu, çünkü dilini anladığı, derdini anlatabileceği bir insana rastlamıştı. Hemen sesin geldiği tarafa doğru hızlı adımlarla yürümeye başladı. Fakat çok hızlı yürüyemiyordu. Çünkü sol ayakkabısının altı kopmuş, onu sarmaşıkla bileğine bağlamış hâlde ancak idare ediyordu. Yaklaştı, sesin geldiği yeri sessizce gözlemledi. Bir kişi, baş aşağı bir ağaçla taş arasına sıkışmış, elleri boşta ve gövdesi askıda kalmış, belini doğrultup da bir yerden tutamıyor, çâresizce duruyordu.

Arkasında başka adamların olabileceği düşüncesiyle etrafı iyice dinledi. Ses sedâ yoktu. Elindeki çanta ve sopayı yere atıp adamın yanına indi. Adamın yanına gelerek sordu: “Nime boldu saña?”

Adam, “Kellem döndü, dengemi kaybettim ve düştüm dogan, özüme yardım et” dedi. Tursun Mehmet, aşağı tarafa geçti. Bayır olduğundan tutunmakta zorlanıyordu. Omzunu vererek adamı biraz yukarı kaldırdı ve ellerinin ağacın dalına ulaşmasını sağladı. Tekrar yukarı tarafa geçti, ellerinden tuttu. Fakat adam ayağını oynatamıyordu. Sıkıştığı yerden kurtarmaya çalışınca adam şiddetle feryâdı bastı. Belli ki çok acısı vardı. Sonunda Tursun Mehmet, adamı saplandığı yerden kurtardı. Fakat adam, ayağı üzerine hiç basamıyordu. Sağ ayağı diz altından sallanıyordu. Beti benzi solmuş, aç susuz hâlde perişan olmuştu. Tursun Mehmet çantasındaki nandan son parçayı yaralı adama verdi. Adam alkış üstüne alkış ediyordu: “Tanrı yalkasın, duragın uçmağ olsun! Özün olmasa men şu yerde ölecektim. Çok sağ ol!”

Biraz dinlendikten sonra Tursun Mehmet, yürürken destek alması için sopasını adama verdi. Koltuğuna girdi, daracık patika yollardan zor belâ şekilde adamı evine kadar götürdü. Ancak eve girene kadar akla karayı seçtiler. Tursun Mehmet’i yabancı biri olarak görünce, sahibine rağmen eve yaklaştırmıyordu adamın alabaş köpeği ve bir türlü sakinleşmiyordu. Sahibi epey dil döktükten sonra eve girebildiler. Ev sıradan, küçük bir köy eviydi fakat içinde hiç kimse yoktu. Etrafta başka bir ev de yoktu. Evin etrafında koyun ve keçiler meleşiyordu. Tursun Mehmet, “Yumurta ve sabun var mı?” diye sordu. Yaralı adam yumurta çanağını gösterdi, “Sabun da hamamda var” dedi.

Tursun Mehmet, kırılan bir kol veya bacağın nasıl sarıldığını küçükken, köydeki komşuları sınıkçı Erkin Goca’dan görmüştü. Sınıkçı Erkin Goca’nın bacak kırığını sarmak için ince tahtalar kullandığını biliyordu. Fakat Tursun Mehmet’in tahta arayıp bulacak zamanı yoktu. Yirmi beş santim kadar uzunlukta, parmak kalınlığında beş altı tane çubuk ayarladı. Bacağını saracak kadar da bir bez parçası buldu. Bir tabağa sabunu bıçakla kıydı, sonra dört beş tane yumurtayı kırarak sadece akını tabağa akıttı. Çubuğun biriyle onu iyice karıştırarak macun hâline getirdi. Sonra bezin üzerine yaydı. Adamı, “Dişini sık, canın acıyacak. Fakat kırılan yeri yerine getirmem gerek” diye uyardı. El yordamıyla ayak bileğinin biraz yukarısından, kırılan bacağı çekerek yerine getirdi. Çekerken kemik çıtırtılarını duyuyordu. Bu esnada adamının sesi tâ karşı derelerde yankılanıyordu.

Sonra bezi oranın üzerine sıkıca sardı. Onun üzerine de ayarladığı çubukları aralıklarla yerleştirerek bir iple üzerinden sararak sıkıca bağladı. Böylece o bölge tamamen sabitlenmiş oldu. Hayvanların ayağı kırıldığında bu uygulamayı yumurta yerine katran kullanarak yaralı adam da yapıyordu.

Tursun Mehmet, “Karın, çocukların yok mu?” diye sordu. Karısı öldükten sonra köyün epey uzağında güzle olarak kullanılan (kışlak ile yaylak arasında konaklanan yer) yerde kendine ait ağılların yanına bir ev yaparak köyün dışına taşındığını, köylüler baharda güzleyi bir mola yeri olarak kullanırken kendinin kışlak olarak kullandığını ve baharla yaylalara çıktığını, adının “Kurmanbek” olduğunu ve “Cıldız” adında bir de oğlunun olduğunu söyleyerek hikâyesini uzun uzun anlattı. Tursun Mehmet’e minnet duyarak, “Seni Tanrı saldı, sen gelmesen men ölürdüm. Nerden gelir, nereye gidersin?” diye sordu. Tursun Mehmet de başından geçenleri güven veren bu adama anlattı…