Ne oldu Tursun Mehmet’e? (2)

“Cüneyt Han, haksızlıklara boyun eğmeyen, yanlış uygulamaları çekinmeden söyleyen ve adalet uğruna kardeşine bile en ağır cezayı verebilen gözü pek bir adamdı. Ona ‘Çöl Kralı’ derlerdi. Ruslar Türkistan’ı işgal etmeye başladığında, Cüneyt Han karşı çıktı ve fırsat bulduğu her an onlarla savaştı. Fakat asker ve silahı yetersiz olduğu için başarılı olamadı. Ancak hiçbir zaman pes etmedi, teslim de olmadı. O, yaptığı son saldırıyı da kaybedince Türkmenistan sınırları dışına çıkarak yine mücadelesine devam etti…”

KURMANBEK, bir Kırgız köylüsüydü. Köylüler Tacikistan’ın doğu sınır bölgesinde yaşarlarken sınırda devriye gezen Çin askerleri tarafından sürekli taciz edildiklerinden, huzurlu bir hayat yaşayamamışlar ve iç bölgelere göçmek zorunda kalmışlardı. Konuşmada fazla sıkıntı yoktu, anlaşabiliyorlardı.

Akşam bir at üstünde Cıldız da geldi. At, evin karşısındaki belene geldiğinde her zaman kişnerdi. Alabaş da ona havlayarak karşılık verirdi. Kurmanbek, “Oğlum geliyor” dedi. Atın kişnemesini duymuştu zira.

Cıldız, 6-7 yaşlarında esmer bir çocuktu. Köydeki akrabalarına gitmişti. Sabah köye gidince ancak akşama geri dönülebiliyordu. Cıldız babasının yaralı hâlini görünce şaşırdı, evdeki yabancı adamdan şüphelenecek oldu. Bacağı sarıldıktan sonra rahatlayan Kurmanbek, “Cıldız, oğlum! Bu Tursun Mehmet, dostum… O olmasaydı, ben bugün ölmüştüm. Beni bu dost kurtardı. Menim Tursun Mehmet’e bir can borcum var” dedi. Cıldız, “N’oldu ki?” diye sordu. Kurmanbek olanları oğluna tek tek anlattı. Cıldız da Tursun Mehmet’in iyi bir adam olduğuna kanat getirdi.

Cıldız köyden gelirken üzüm, kavun ve elma getirmişti. Sebze meyveyi ancak köye giderlerse yiyebiliyorlardı. Yaşadıkları yer yüksek olduğundan sebze ve meyve pek verimli olmuyor, onun için uğraşmak istemiyorlardı. “Ye dostum, şundan da ye!” diyerek gelen meyvelerin hepsini Tursun Mehmet’in önüne yığıyordu Kurmanbek. Yaşadıkları yerde sadece süt, yoğurt, peynir, turşu ve et yiyorlardı. Daha bir gün önce Kurmanbek ekşi mayalı hamurdan çörekler yapmıştı. Cıldız bir tabak yoğurt, bir de çörek getirip koymuştu sofraya. Komşuluk yapacak bir aile olmayışının yalnızlığını zaman zaman hissediyorlardı. Bir şey lâzım olduğunda kapısını çalacak bir komşu aradıkları oluyordu.

Sabah Cıldız’a, hemen koyunun birini tutup Tursun Mehmet’e getirmesini tembihledi. “Keselim, güzel bir et yiyelim” dedi. Bu arada Cıldız kötü bir haber getirmişti. Dediğine göre Tacikistan’a ne kadar kaçak yoldan gelen varsa polisler yakalayıp sınır dışı ediyormuş. Cıldız köyde bunların konuşulduğunu söyledi. Bu T,ursun Mehmet’in canını sıktı. Kurmanbek, “Ortalık sakinleşene kadar seni bir yere bırakmam. Sen Ulu Tanrı’nın bana gönderdiği misafirimsin” dedi.

Havaların soğuması, karların yolları kapatması nedeniyle Tursun Mehmet, Kurmanbek’in evinde kaldı. İyileşene kadar ona Tursun Mehmet yardımcı oldu. Onun kıyafetlerinden ve ayakkabılarından giydi. Beraber yediler, içtiler. Zaman oldu, Cıldız’la sürülerin ardından gitti, süt sağmaya yardım etti. Alabaş bile sahiplenmişti Tursun Mehmet’i. Kurmanbek onu bir kardeşten öte kabullendi. Tâ ki nevruz gelip dağlar canlanana kadar…

Çiğdemler başını topraktan çıkarmaya başlamıştı. Dağların karı eriyerek derelere karışıyordu. Nevruzla birlikte Kurmanbek’e artık gitme vaktinin geldiğini söyledi. Tacikistan’dan Afganistan’a nasıl geçebileceğini sordu. Kurmanbek, Tursun Mehmet’i yalnız bırakmadı. O kadar benimsemişti ki gitmesini gerçekten istemiyordu. Fakat Tursun Mehmet’in aklından hiç çıkmayan Azatgül’ü, Goncagül’ü, Mehmet Can’ı ana ve babası vardı. Kendi emin bir yere yerleştikten sonra bir yolunu bulup onları da yanına alacaktı. Tursun Mehmet’in kararlı olduğunu görünce Kurmanbek, Rushan’a kadar kendi arabasıyla götürdü. Afganistan’a nasıl geçebileceğini tarif etti, bir miktar da cebine para koydu ve yolcu etti. 

Afganistan

Tursun Mehmet, Afganistan sınırındaydı. Yine sarp dağlar, yine yol aramalar başladı. Afganistan’ın doğu bölgesindeki Pamir coğrafyasından geçerken çok zorlandı. Yol bilmeyen, menzile nasıl varır? Her taraf birbirine benziyordu. Bazen aynı civarda dolanıp durduğu oluyordu. Derken kendini on kadar silahlı bir grubun ortasında buldu. “Özbek, Türkmen ve Kırgız Türklerinin de yaşadığı Afganistan’da bir sıkıntıyla karşılaşmadan geçerim” diye düşünüyordu. Fakat yola çıktıktan sonra hiçbir şey düşündüğü gibi olmuyordu. Yine de bu silahlı grupta tutsak kaldığı süre dışında pek sıkıntı çekmedi. Ancak tutsak kaldığı o altı aylık süre içinde öldü, öldü, tekrar dirildi.

Tursun Mehmet’e önce bir Afgan kıyafeti giydirdiler, eline bir de silah verdiler ve bir eğitim kampına götürdüler. Adını, bölgesini bilmediği, dağ arasında bulunan bir kampta altı ay kadar eğitim verdiler. Hiçbirinin dilini, dinini ve milliyetini bilmiyordu. Eğitim sürecinde zaman zaman çeşitli ülkelerden röportaj için gelen gazeteciler oluyordu. Onları başka bir şehirden gözleri bağlı hâlde gruba komuta eden kişi getiriyor, yine gözleri bağlı olarak götürüyordu. Gelen gazeteciler fotoğraf çekiyor, eğitim gören kişilerin hangi ülkelerden geldikleri ve ne tür eğitim aldıkları hakkında sorular soruyorlardı.

Gruba komuta eden kişi, İngilizce ve Arapça yanında bölgenin tüm dillerini biliyordu. Tursun Mehmet’i, “Bize yeni katılan Doğu Türkistanlı Uygur mücahit kardeşimiz” diye tanıttı. Tursun Mehmet, “Ey Allah’ım! Ben Çin zulmünden kurtulmak için ne hayâllerle yollara düştüm, şimdi şu başıma gelenler revâ mıdır?” diye iç geçiriyor ve içinden ağlamak geliyordu. Fakat hıçkırıklar boğazına düğümlenip kalıyordu.       

Tursun Mehmet’in içinde bulunduğu silahlı grup, eğitimini tamamladığı için artık çatışmalara götürülüyordu. Bir gün kimin kime karşı neden savaştığını bilmediği hâlde Tursun Mehmet de baskına götürüldü. Bir vadiye kadar pikapla, ondan sonra dağ yollarından geçerek iki dağ arasından ilerleyen bir dar geçitte pusuya yattılar.

İkindi vaktiydi. Beklerken, geçide doğru katırlarla 20-25 civarında adam yaklaşmaya başladı. Yolculuk ya ikindi sonrası ya da sabah serinliğinde yapılıyordu. Gelenler sayıca Tursun Mehmet’in içinde bulunduğu gruptan daha fazlaydı ve onlar da silahlıydı. Tursun Mehmet yattığı siperden hiç çıkmadı. Gruba komuta eden kişinin işaretiyle ateş etmeye başladılar. Yolcular ânında karşılık verdiler. Bir ara az uzağındaki birkaç kişinin silahının bir tarafta, kendilerinin bir tarafta yattığını gördü. Şiddetli bir çatışma yaşandı. Silah sesleri vadide yankılanarak geri geliyordu.

Seslerinin kesilmesiyle grupta sağ kalanlar farklı taraflara doğru kaçışmaya başladı. Tursun Mehmet de silahı atarak dağlara doğru arkasına bakmadan kaçıyordu. Çatışmanın olduğu yerden epeyce uzaklaştı. Peşinden gelen olup olmadığını kontrol etti. Kimsenin gelmediğine emin olunca biraz yavaşladı. Artık akşam oluyordu, silahı attığına pişman oldu; çünkü karşısına bir yırtıcı çıksa kendini savunacak hiçbir şeyi yoktu. Karanlık çökünce yol alma imkânı kalmadı ve kendine korunaklı bir yer bakmaya başladı. Yine bir kayaya sığındı. Yanına el büyüklüğünde beş on tane taş koydu, sırtını kayaya yaslayarak beklemeye başladı.

Açlıktan karnı gurulduyor, gözlerine uyku girmiyordu. Daha önce aklına hiç gelmeyen ölüm, şimdi geliyordu. Afganistan’da yer adlarını biliyor, fakat bölgeyi tanımadığı için ne tarafa gideceğinden emin olamıyordu. Oracıkta âdeta tünedi. Sabah ışıklarıyla kalktı, etrafı seyretmeye başladı. Hangi yöne gidecekti? Yüksekten bir kartal uçuyordu, bir müddet onu seyretti. Bulunduğu yere epeyce uzakta, yoldan toz kaldırarak bir kafilenin geldiğini gördü. Onlar gelene kadar önlerine inebileceğini düşündü ve hızla aşağı doğru koşmaya başladı.

Kafile gelmeden yola indi. Kafilenin ileri geleni, “Kimsin, necisin, nereye gidiyorsun?” diye sordu. Tursun Mehmet daha cevap vermeden arkadan bir kişi, “Mahdum Ağa, kimmiş o?” diye seslendi. Mahtum Ağa, “Garip bir yolcu” diye cevap verdi. Tursun Mehmet,

“Cevizcan’a (Şibirgan) gidiyordum, yolumu şaşırdım. Adım, Tursun Mehmet. Cevizcan ne taraftadır?” diye sordu. Afgan kıyafetli, gariban görünümlü ve silahsız biri olduğundan çok sorgulamadılar. Mahdum Ağa denilen kişi, “Bu kafile Cevizcan’a gidiyor, gel katıl bize!” dedi. Tursun Mehmet, “Sağ ol! Çok sağ ol!” dedi ve kafileye katıldı.

Tursun Mehmet uykusuzluk, açlık ve susuzluğu unutmuştu. Mola yerlerinde Tursun Mehmet’i de yemeğe davet ediyor, gece konaklamalarında ona da bir battaniye veriyorlardı. Bu şekilde kaç gün yol aldıklarını hatırlamıyordu. Yol boyunca Mahdum Ağa, hep Cüneyt Han’dan bahsetti: “Cüneyt Han, haksızlıklara boyun eğmeyen, yanlış uygulamaları çekinmeden söyleyen ve adalet uğruna kardeşine bile en ağır cezayı verebilen gözü pek bir adamdı. Ona ‘Çöl Kralı’ derlerdi. Ruslar Türkistan’ı işgal etmeye başladığında, Cüneyt Han karşı çıktı ve fırsat bulduğu her an onlarla savaştı. Fakat asker ve silahı yetersiz olduğu için başarılı olamadı. Ancak hiçbir zaman pes etmedi, teslim de olmadı. O, yaptığı son saldırıyı da kaybedince Türkmenistan sınırları dışına çıkarak yine mücadelesine devam etti. İran üzerinden Afganistan’a geçti ve 1938 yılında Afganistan’da vefât etti. Vefât edene kadar mücadelesini hiç bırakmadı. Bizim dedelerimiz dâhil, buralardaki Türkmenlerin çoğu o zaman Cüneyt Han’la gelip yerleşmişler…” 

Arada çok ayrıntılı bilgiler de veriyordu Mahdum Ağa. Tursun Mehmet, “Doğu Türkistan’da Çin zulmeder, Batı Türkistan’da Rus zulmeder; bu, Türklerin kaderi midir?” diye düşünmeden edemiyordu.

Mahdum Ağa güngörmüş ve kafilede herkesin saygı duyduğu bir adamdı. Tursun Mehmet’i yanına çağırdı. Atından indi, uzun süre sohbet ettiler. Mahdum Ağa, nereden geldiğini, nereye gittiğini, kimlerden olduğunu ayrıntılı biçimde sordu Tursun Mehmet’e. O da o güne kadar başından geçenleri tek tek anlattı. Önce Doğu Türkistan’da olanları ve neden ayrılmak zorunda kaldığını, kendisinin bir Uygur Türk’ü olduğunu ve Çin zulmünden kaçtığını anlattı. Sonra sözlerine şöyle devam etti:

 “Uygurlar daha önce üç çocuk sahibi olabiliyordu, artık ikiden fazla çocuk yapmaları yasaklandı. Zoraki kürtaj yaptırıyorlar. Hem de dumansız (narkozsuz) bir şekilde!

Kırsal kesime gidip doğum yapanlar takip ediliyor. Kürtaj yaptırmayıp doğum yapanların ‘yasa dışı’ bebekleri öldürülüyor. Kız, erkek fark etmeksizin on altı yaşından itibaren kısırlık aşısı yapıyorlar. Toplama kamplarında verdikleri ilâçlı yemek nedeniyle erkekler cinsellik yeteneğini kaybediyor, kadınlar da âdet göremiyorlar. Tutukluların çok azına ancak altı ayda iki saat eşiyle görüşmesine izin veriliyor, fakat görüşmeden önce doğum kontrol hapları içiriliyor. Genç kadınlar genellikle geceleri hücresinden alınıp toplu tecavüzlere maruz kalıyor. Bunu gizli tutması için tehdit ediliyor. Evlenen gençler çocuk sahibi olamıyor, gelinler hep düşük yapıyor.

Gençlerimiz eğitim bahanesiyle Çin’e götürülüyor ve orada Çinlilerle zorla evlendiriliyorlar. Namaz ve oruç gibi ibadetleri yasaklıyorlar. Ramazan’da polis eşliğinde içki içmeye zorluyorlar. Zorla bar ve eğlence merkezlerine götürüp içki ve uyuşturucuya alıştırıyorlar.

Suçlanan kişiler yakalanırsa, ailesi topluca cezalandırılıyor; yakalanıp ailesinin de cezalandırılmaması için yurtdışına kaçıyorlar. Daha önemlisi, Doğu Türkistan’dan kaçanlar, ölmemek için kaçmıyorlar.  Eğer bir Uygur idam edilirse, onun bütün sülâlesi terörist ilân ediliyor ve ömür boyu o suçu taşıyor. Her türlü işkenceye maruz kalıyor, malına mülküne el konuluyor, yaşama şansı kalmıyor. Yani aile ve sülâlemizi kurtarmak için Doğu Türkistan’ı terk etmek zorunda kalıyoruz!”

Bu sözler üzerine Mahdum Ağa, “Evlâdım, bu bir toplumu yok etmektir, soykırımdır!” dedi. Tursun Mehmet, yollarda başına gelen olayları da anlattı. Mahdum Ağa’nın üzüntüsü yüzünden belli oluyordu. Çok üzülmüştü. Kendisinin de Türkmenlerin Mahdum tiresinden olduğunu, Afganistan’a Cüneyt Han’la geldiklerini anlattı.

Tursun Mehmet’le Mahdum Ağa’nın ortak noktaları vardı. Biri Ruslardan, diğeri de Çinlilerden zulüm ve baskı görmüştü. Aslında bir ortak noktaları daha vardı: İkisi de Türk idi…

Bu sohbetlerden sonra Mahdum Ağa, Tursun Mehmet’e daha da yakınlık duydu.

***

Tursun Mehmet çok kötü öksürüyordu. O kadar zayıflamıştı ki gözleri içine çökmüş, yüz kemikleri çıkmış, üzerindeki pantolonu beline bir iple bağlamıştı. Genç kızların bakmaktan gözünü alamadığı o yakışıklı adam, tanınmaz hâle gelmişti. Afganistan’da kampta geçirdiği süre içinde açlık, susuzluk ve kötü şartlar onun sağlığını bozmuştu. Yaklaşık on gündür öksürük, ateş, terleme ve göğüs ağrısı, iştahsızlık, kilo kaybı, hâlsizlik ve yorgunluk derken Tursun Mehmet perişan olmuştu. Onu hayata bağlayan tek şey, güvenli bir ülkeye yerleşip ailesini de yanına alma umudu idi.

Mezar-ı Şerif’e girmeden yol ikiye ayrılıyordu. Tursun Mehmet’in önce gözleri karardı, tepesinden aşağı bir sıcaklık hissetti. Gerisini hatırlamıyordu. Bayılmıştı. Mahdum Ağa hemen müdahale etti. Kollarına aldı. O kadar zayıftı ki kav gibi hafiflemişti. Kafiledekilerin bir kısmı yol ayrımından Mezar-ı Şerif’e ayrıldılar. Mahdum Ağa, Cevizcan’a gidecekti fakat Tursun Mehmet’i o hâlde kimseye bırakmak istemedi. Cevizcan’a devam etmesi de mümkün değildi. O da Mezar-ı Şerif’e uğramayı seçti ve bir iki gün şehirdeki bir dostunun evinde dinlendiler. Tursun Mehmet kendine biraz geldi, fakat durumu iyi değildi. Ona bir at ayarlandı ve Cevizcan’a hareket ettiler. Yol boyu fazla konuşmadılar. Aslında Mahdum Ağa konuşmak, sohbet etmek istiyordu ancak Tursun Mehmet’in hiç dermanı kalmamıştı.

Mahdum Ağa’nın Aykız’ı ile Mergen hâriç, diğer çocukları evlenmiş ve kendi yuvalarını kurmuşlardı. Eşi ticaretle uğraşıyordu. Mahdum Ağa, hâli vakti yerinde tacir bir adamdı. Evi geniş, sofrası açık, yardımsever ve çevrede sevilen cömert biriydi. Belh’i geride bırakarak bir akşam vakti Cevizcan’a vardılar. Atın üzerinde iki büklüm bir adam görünce Aykız ve Mergen şaşırdı. Bir anlam veremediler. Mahdum Ağa, Aykız’ına, “Kızım, odalardan birini hemen hazırla! Çok hasta ve yorgun bir hastamız var, bir doktor çağırmamız gerek” dedi.

Tursun Mehmet’i odaya aldılar. Yeni giysiler verdiler ve yatağa yatırdılar. Mahdum Ağa’nın karısı Bahargül Hanım işten yeni gelmişti.

Mahdum Ağa, Hindistan ve Çin taraflarından kumaş getiriyordu. Cevizcan’da büyük bir kumaş mağazası vardı. Oradan toptan satışlar yapıyordu. Daha çok mağazanın başında karısı Bahargül bulunuyordu. Akşam yemeği için çorba, yeşillikler, et haşlaması ve Türkmen pilavı hazırlanmıştı. Tursun Mehmet’e bir kâse çorba ve et suyu verdiler, fakat yarısını bile bitiremedi. Hem iştahsız, hem de dermansızdı. Mahdum Ağa, eşi ve çocukları akşam yemeğini yerken bu garip adamın hikâyesini ayrıntıları ile anlattı. Aile, Tursun Mehmet’in durumuna çok üzüldü.

Sabah bir doktor çağırdı Mahdum Ağa. Muayeneden sonra doktor,

“Hastanın durumu çok ciddî, iyi değil!” dedi. Mahdum Ağa neyi olduğunu sorunca, doktor, “Tüberküloz” dedi ve ekledi: “Bu bulaşıcı bir hastalıktır. Yakınına çok yaklaşmayın. Tabak, çatal, kaşık, bardak gibi onun kullandığı eşyaları kullanmayın. Hepsinden önemlisi, temiz hava alması ve çok iyi beslenmesi gerekir.”

Tursun Mehmet, eşi Azatgül’ün hastalığına yakalandığından habersizdi. Mahdum Ağa bal, tereyağı, yumurta ve tavuk suyu çorbasıyla evinde bir yıl boyunca Tursun Mehmet’e kendi çocuğu gibi baktı. Daha çok genç kızı Aykız ilgileniyordu. Çâresizlik içinde merhamet dilencisine dönen Tursun Mehmet, her geçen gün iyileşiyor, eski sağlığına kavuşuyordu. Çok dürüst, edepli ve utangaçtı. Aykız yemek getirdiği zaman bir kez olsun yüzüne art niyetle bakmamıştı. Onu bacısı gibi görüyordu. Tursun Mehmet’in bu kadar ahlâklı, edepli ve asil oluşu, Aykız’ın hoşuna gidiyordu. Bu hoşlanma her geçen gün biraz daha arttı. Duygularını sözle söylemek istedi, fakat kendinde o cesareti bulamadı. Bir gün odasına yemek getirdiğinde, Tursun Mehmet’in eline küçük bir kâğıt tutuşturdu. Kâğıtta şunlar yazıyordu:

“Men bir er sevdim Tursun Mehmet/ Gurban olsun sana bu can/ ‘Dur, yapma, uslu dur’ dedim/ Gönlüm dinlemedi ferman/ Gönlüm sana doğru aktı/ Kor gibi benliğim yanan/ Meni ömür boyu sana/ Evdeşin eyle ey canan/ Adın dilime vird oldu/ Ne olur aşkıma inan.”

Aykız birkaç gün utangaç bir tavırla hiçbir kelime konuşmadan yemeğini getiriyor, önüne koyup gidiyordu. Tursun Mehmet ise bir şey söylemiyordu. Tursun Mehmet’in duygusal anlamda aklına hiçbir şey gelmemişti. Aklında hep ailesi vardı. Bir gün yastığının altına kâğıt ve kalem konulduğunu fark etti. Anladı ki, cevap yazmasını istiyordu Aykız. Aykız’ın verdiği kâğıdın arkasına Tursun Mehmet de şöyle yazdı:

 “Men garip yolcuyum Aykız/ Gönlüm uslu, değil arsız/ Ne olur çekil yolumdan/ Bırakma beni kararsız/ Yolcu yolunda gerekir/ Mene ‘Kal’ demen yararsız/ Sen de biliyorsun bacım/ Derde tutuldum amansız/ Destur ver de gideyim men/ Şöyle zararsız ziyansız.”

Tursun Mehmet, yazdıklarını tekrar gelişinde Aykız’a verdi. Alırken, Aykız’ın yüzünde tebessüm vardı. Ancak yüzündeki tebessüm fazla sürmedi. Kâğıdı okuduktan sonra inci gibi iki damla yaşın yanaklarından süzüldüğünü gören Tursun Mehmet, ona bir kötülük yapmış gibi kendini fenâ hissetti. Evini ve sofrasını açan Mahdum Ağa’nın o kadar iyiliğine karşı Aykız’ın duygularına karşılık vermekten hicap duyuyordu. Onu bir kardeş gibi görmüştü.

Artık Tursun Mehmet evden çıkıyor, evin geniş bahçesinde dolaşıyordu. Çiçeklere bakarken Aykız da evin penceresinden Tursun Mehmet’e bakıyordu. Tursun Mehmet’in aklında Goncagül ve Mehmet Can vardı, Aykız’ın aklında ise Tursun Mehmet.

***

O sabah etrafta bir hareketlilik vardı. Tursun Mehmet, evin önündeki kayısı ağacının altında düşünceye dalmıştı. “Dünyada hâlâ iyi insanlar varmış. Ya Rabbi! Gittiğim yerlerde böyle iyi insanlarla karşılaştır” diye içinden duâ ediyordu. 

Doğu Türkistan’ı biliyordu, Batı Türkistan’ı da Mahdum Ağa’nın yolda anlattığı tarihî hikâyelerden öğrendi. Her yerde Türk’e zulüm vardı. Tek umudu Anadolu’ydu. Hareketliliğin nedenini çok geçmeden anladı. Mahdum Ağa, kendisi, karısı ve çocukları için üç tane kurban kestirmişti. O gün Kurban Bayramı’nın ilk günüydü. Kurbanın birini gelen ziyaretçilere kavurma ve şaşlık yaptırarak ikram ediyor, diğer iki kurbanın etini de pay ederek kenar mahallelerdeki fakir insanlara dağıttırıyordu. Evinin önündeki geniş alana büyük salıncaklar kurulmuş, çocuklar, gençler ve hattâ yaşlılar binip sallanıyorlardı. Bu salıncakta sallananlar, günahlarının döküldüğüne inanıyorlardı.

Tursun Mehmet, Mahdum Ağa’nın yanına geldi, elini öptü, bayramını kutladı. Sonra yola çıkmak için müsaade ve helâllik istedi. Mahdum Ağa “Bayram geçsin, öyle gidersin” dediyse de Tursun Mehmet yola çıkmakta kararlıydı.

Mahdum Ağa, Tursun Mehmet’i bayramın ikinci günü Cevizcan’dan Merv’e giden bir araca bindirerek yolcu etti. Tursun Mehmet, Selçuklu Devleti’ne başkentlik yapan Merv’de bir gün kaldı. Alparslan ve Sultan Sencer’in mezarlarından habersiz, ertesi günü Serahs’a doğru yola çıktı.

Serahs’a vardığında el-Mebsut’un yazarı Serahsi’yi hatırladı. Fazla kalmadı, oradan da Meşhed’e geçti. Yani eski ismiyle Horasan’a…

Güney Azerbaycan

Bayram olduğu için Türkmenistan’dan İran sınırları içinde kalan akrabalarını ziyarete giden Türkmenler vardı. Onun için İran’a geçerken bir sıkıntı yaşamadı. Meşhed’den Sebzevar’a, oradan birkaç günde Kazvin’e, oradan Zencan’a, oradan da Tebriz’e geçti. Tebriz’de kendini çok güvende hissetti ve birkaç gün dinlendi. Hiç sıkıntı çekmedi, neredeyse herkes Türkçe konuşuyordu. Geceleri ışıl ışıldı Tebriz’in.

Bir sabah, kaldığı pansiyondan çıktı, Tebriz’in Tarbiyat Caddesi’nde yürümeye başladı. Dükkânlardaki kilim, savan, keçe, şal ve kumaşlar, görenleri tekrar dönüp baktırıyordu. Tebriz’in ipek halıları ise göz kamaştırıyordu. Şairler Mezarlığı önünden geçerken gözlerine inanamadı. Onun olması mümkün değildi. “Hayâl görüyorum herhâlde” diye düşündü. Yüzünü tokatladı, başını sağa sola salladı, fakat aklı da yerindeydi, gözleri de gayet iyi görüyordu. Ama o buralara nasıl gelebilirdi? “Tek başına mı, başka biriyle mi geldi?” diye düşünürken babasının tacir olduğu aklına geldi ve “Onunla gelmiştir!” diye düşündü. Zihnindeki soruları yerli yerine oturtamıyordu. Kızın arada bir kaçamak bakışları bir ok gibi kalbine saplandı. Gülümseyince dişleriyle gamzelerinin ahengi Tursun Mehmet’in aklını darmadağın etti. Bu gördüğü, Aykız’dan başkası değildi. Aykız’ın ta kendisiydi!

Arkasından koşarak seslendi: “Aykız! Aykız!” Fakat kız, oralı bile olmadı ve çekip gitti. Tursun Mehmet olduğu yerde kaldı. Bu arada sokak arasından gelen Isfahan makâmındaki şarkının ezgisi Tursun Mehmet’i kendine doğru çekti. Sesin geldiği yöne doğru yöneldi. Aslında ezgiden çok sözleri onu cezbediyordu. Saç sakal birbirine karışmış, orta yaşlarda, derviş görünümlü biri ud çalarak yanık bir sesle şarkı söylüyor, şöyle diyordu:

“Tebriz’de bir güzel gördüm/ Vallahi Tebriz’den güzel/ Yüzündeki gamzeleri/ Nakşolmuş ervah-ı ezel/ Söz kalem kifayetsizdir/ Anlatmaya şol dilberi/ Gözler kamaşır şavkından/ Beşer değil, sanki peri/ Yolcu! Sen var git yoluna/ Her şûha gönlünü verme/ Ararsan hakikat ara/ Her bahça gülünü derme.” 

Tursun Mehmet şarkıyı sonuna kadar dinledi. Rüyada gibiydi. Bir süre kendine gelemedi. Hâlâ çekip giden kızın Aykız olduğunu düşünüyordu. Diğer taraftan şarkıdaki sözler, sanki kendisi için söylenmişti. Aykız’a olan alâkasının bilinçaltına bastırıldığının farkında değildi. Sonra kendini toparlasa da aklında hep o vardı. O gün şehirden ayrılacaktı fakat onu gördükten sonra şehri terk edemedi. Akşama, gece yarılarına kadar şehrin altını üstüne getirdi. Ancak bir daha izine rastlayamadı. Sonra dinlediği şarkıdaki sözler aklına geldi: “Yolcu! Sen var git yoluna/ Her şûha gönlünü verme/ Ararsan hakikat ara/ Her bahça gülünü derme.” “Sanki bu sözler bana bir uyarı” diye düşündü…

Türkiye

Ertesi gün Urumiye’ye, oradan da Yüksekova’ya geldi. Türkiye topraklarına ayağını bastığı an, sanki yıllar önce bu topraklardan göç etmiş de vatanına tekrar geri dönmüş gibi sevindi. Babasının ve yaşlı Uygurların anlattıklarını, “Anadolu’daki Türkler bizimle aynı kandan, candan! Buralardan göçüp gittiler; aramızdaki mesafe yakın olsa durumumuz çok farklı olurdu” şeklindeki övgüleri hatırladı.” Osmanlı döneminde askeriyle, öğretmeniyle hep yanımızda oldular” dedikleri aklına geldi. Büyüklerin aşıladığı bu sözler, özlemi bir nebze gideriyordu.

Yüksekova’dan da bir otobüse binerek Van, Bitlis, Diyarbakır, Adana ve Ankara üzerinden İstanbul’a ulaştı. Tursun Mehmet, artık özgürlüğüne kavuşmuştu!

Kaşgar’dan ayrıldığından beri ailesinden hiçbir haber alamıyordu. Yıllardır Azatgül’ün, Goncagül’ün, Mehmet Can’ın, ana ve babasının hayâliyle yaşıyor, onların hayâliyle hayata tutunuyordu. Onları da bir gün yanına alacaktı.

***

Tursun Mehmet, bir lokantada iş buldu. Günlük iaşesini karşılayacak kadar da kazanıyordu. Bir gün Beyazıt’ta dolaşırken sahaflarda “Çin Rüyası” adlı bir kitap gördü. İçindekiler kısmına baktı. Doğu Türkistan’ı anlatıyordu. Ancak hasret kaldığı Doğu Türkistan’ın güzelliklerinden bahsetmiyor, aksine orada yaşanan haksızlık ve zulmü anlatıyordu. Kitabı satın aldı. Hemen okumaya başladı. Doğu Türkistan’da Uygur Türkçesiyle yazılan kitapların toplatılması, Uygur Türkçesinin eğitimden kaldırılarak Çince yapılması, ana babası toplama kampına götürülen çocuklara “Melek Yuvası” adındaki çocuk yuvalarında Çin kültürünü benimsetilmesi, Uygurların Türk soyundan gelmediği görüşünün yayılmaya çalışması, ezanın içeriğini Çin Komünist Partisi’ne methiye olarak değiştirme isteği ve “İslâm’ı Çinlileştireme Projesi” gibi konuları okuyunca, Doğu Türkistan’da şâhit olduğu olaylar gözünde tekrar canlandı.

Yıllar sonra hemşire Şiao Hu ile yapılan mülâkatta okuduğu şu itirafı da hatırladı Tursun Mehmet: “Yeni doğan bebeğin sesinden çok korkuyorum. Çünkü hemşire olarak görevlerimizden biri, yeni doğan bebekleri boğmak idi. Su dolu küçük bir demir kovamız vardı ve ‘yasa dışı’ doğmuş olan minicik çocuğu kovaya koyar ve boğulmalarını beklerdik. Onlardan hiç unutamadığım biri şöyle oldu: Güçlü bir bebek vardı, kovaya koydum, üç gün boyunca kovada direndi. Ancak üç gün sonra öldü. Hâlâ sesleri kulağımda!”

***

Tursun Mehmet artık özgürdü ama aklı fikri Doğu Türkistan’daydı. İnsanın doğup büyüdüğü yerlerden uzak kalması, hele ailesinden, akrabasından yıllarca haber alamaması üzüntü olarak yetiyordu. Yıllar sonra bir gün Kaşgar’daki mahallesinden tanıdığı Ali ile İstanbul’da karşılaştı. Tursun Mehmet, onu görünce “Ailemden bir haber alırım” diye sevinerek selâmladı onu: “Ne zaman geldin? Kaşgar’da durumlar nasıl? Bizimkilerden haberin var mı?”

Ali, “Sen Afganistan’da değil miydin?” diye sorunca, Tursun Mehmet, “Hayır, Afganistan üzerinden geldim buraya” diye cevap verdi. Ali, “Ben Kaşgar’dan çıkalı neredeyse bir yıl sekiz ay oldu. İstanbul’a geleli de birkaç ay” deyince, Tursun Mehmet sabırsızlanarak sordu: “Azatgül, Goncagül, Mehmet Can, anam, babam nasıl, iyiler miydi?”

Ali biraz durgunlaştı, yutkundu, etrafına bakındı, ellerini ovuşturdu, nasıl söyleyeceğini bilemedi. Oyalamak istercesine, “Sen Afganistan’da mücahitlerle beraber değil miydin?” diye sorunca, Tursun Mehmet, “Hayır, onlar beni altı ay kadar esir aldılar, sonra kaçtım” dedi. Ali bu kez uzatamadı ve her şeyi anlattı: “Afganistan’da Afganlı mücahitlerle gazetelerde senin resmini görmüşler. Önceki suçlamalarla bunu birleştirerek senin aşırı dincilerle iş birliği yaptığına ve terörist olduğuna hükmetmişler. Annen ve babanı senin yerini haber vermemek ve seni saklamakla suçladılar. Onları alıp toplama kampına götürdüler… Azatgül hastalığına yenik düştü, başın sağ olsun. Goncagül ve Mehmet Can’ı yetimhaneye götürdüler…”

Tursun Mehmet kahrolmuştu, keşke onunla karşılaşmaz olaydı. Ali’nin verdiği haberle dünyası başına yıkıldı. Anlatılanları dinlerken yerinde duramıyordu, ayağa zor kalktı. Bir sarhoş gibi sağa sola yalpalıyor, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Bir müddet sonra kahkahalar atmaya başladı. Sesi kısıldı. Cılız bir sesle dilinden son bir cümle döküldü: “Neredesen kavim kardaş?”

Gören, duyan, bilen var mı? Sahi, ne oldu Tursun Mehmet’e?