Ne oldu İslâm birliğine?

Osmanlı döneminde Araplar genel olarak “kavm-i necip” sayılmalarına karşılık, Vehhabî geleneği ve ondan sonraki Arap milliyetçiliğinin örgütlenmesi demek olan Baas Partisi, Osmanlı'dan ayrılmayı Arapların kurtuluşu saydı. Arap milliyetçiliği hisleriyle bazı Arap aşiretleri Osmanlılara karşı İngilizlerin yanında saf tuttu. Sonuç ortadadır! Hüzün ve utanç vericidir. Filistin, İsrail işgalindedir; Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan, Fars işgalindedir. Arapların milliyetçiliği, bunlara bir çözüm bulmak yerine Türkiye’ye karşı Akdeniz’de yeni cepheler açmaya çalışmaktadır.

NE zaman bir Arap ülkesi ile Türkiye arasında bir sorun yaşansa, hemen birileri ortaya çıkıp, “Ne oldu İslâm birliğine?” diye kendilerine göre en ağır soruyu sormuş oluyorlar.

Türkiye, Kıbrıs Rumları ve Yunanistan ile hemen her dönem bazı sorunları yaşamaktadır. İşte bu sorunlarla birlikte meşhur “Ne oldu İslâm birliğine?” sorusu da güncellenmektedir.

Aslında başka bir soru, yaşanan sorunların özetini verebilir: Ne oldu sizin medeniyet âleminize? Hani o âleme katılarak bu fâni dünyada Türkiye cennet hayatı yaşayacaktı?

Gerçi bu sorunun muhataplarının bir kısmının Cennet ve Cehennem'e inandıklarını söylemek de kendilerine bühtan olur.

Ancak kimse karşı tarafa lâf yetiştirme hevesine kapılmadan olup bitenleri anlamaya çalışmalıdır.

Türkiye’nin sınırları da, Arap ülkelerinin sınırları da Türkler ve Araplar tarafından çizilmedi. Bazılarının “medeniyet âlemi”, “muasır medeniyet” diyerek övdüğü sömürgeci Batılı ülkeler, özellikle İngiltere-Fransa tarafından çizildi. Bu sınırlar elbette doğal değildir. Coğrafyanın kurallarına, yerleşik nüfusun etnik ve kültürel yapısına, nihâyet tarihî şartlara göre çizilmedi. Komşu ülkeleri daima anlaşmazlık içinde bırakacak, sömürgeci ülkelerin müdahalesine fırsat verecek şekilde etnik, coğrafî ve kültürel şartlar yok sayılarak çizildi.

Bu ülkeler sömürgeciler tarafından bağımsız olarak tanındıktan sonra, idarî yapıları büyük ölçüde Avrupalılar tarafından tayin edildi. Avrupalılara hayran, onları üstün gören, her konuda Avrupalıların taklit edilmesini âdeta varlık nedeni bilen kadrolara emanet edildi. Bu kadrolar da ister istemez kendi halkını, özellikle komşu Müslüman toplulukları aşağılayan, kerih gören bir anlayışla ülkelerini yönettiler.

Geçmişte Türkiye’yi yönetenlerin arasında, Türk halkını “başıboş bırakılamayacak” ölçüde ilkel bulanlar, Arap, Kürt ve diğer toplulukları kerih görenler olmuştur. Elbette bu durum karşılıklıdır. Özellikle Vehhabî geleneğine, Baas Partisi'ne mensup olan Arap ileri gelenleri de hem kendi halklarını, hem de özellikle komşuları olan Türkleri kerih görmüşlerdir.

Müslüman topluluklar arasında yardımlaşma ve dayanışmayı savunanlara karşı da ilk tepki gösterenler, tuhaftır ki Batılı sömürgecilerden önce, onların içerideki izleyicileri olmaktadır. Türkiye’de ne zaman bir dayanışmadan söz açılsa, Birinci Dünya Savaşı'ndan başlayarak Arap ihanetinden bitirirler. Bunun imkânsızlığını ve gereksizliğini anlatırlar.

Söylediklerinin bir kısmı da doğrudur. Zaten pek çok yanlış, doğrudan söylenmez. Bazı doğruların arkasına saklanarak telkin edilir. Müslümanların arasında olması icap eden dayanışmanın zor olduğu açıktır. Buna Türkiye’den itiraz edenler olduğu gibi, Arabistan, Faristan ve Türkistan’dan da itiraz eden çok sayıda örnek vardır.

Ancak olaya insaf ile bakanlar görürler ki, tarihte Almanlar, Fransızlar ve İngilizler, Türklerin Araplar ile savaşmalarından daha çok savaşmışlardır. Sadece iki dünya savaşında birbirlerinden öldürdükleri insan sayısı Türkiye nüfusundan bile fazladır. Buna rağmen Avrupa ülkeleri günümüzde AB adıyla hemen her alanda mümkün olan birlik içinde değiller midir?

Avrupa ülkeleri arasında bu birlik tesis edilirken, içlerinden birileri kalkıp da geçmişteki savaşlarını bahane ederek birlik dışında kalmamıştır. Aksine, hepsi mümkün olan birliği kurmak için âdeta yarış içinde olmuştur. O hâlde benzeri ve mümkün olan bir birlik, Türk ve diğer Müslüman topluluklar arasında neden olmasın?

Türkiye ile Yunanistan arasında Akdeniz ve Ege Denizi'nde yaşanan sorunlardan dolayı Suudi Arabistan, BAE ve Mısır’ın Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın yanında saf tutması, "Müslümanlar arasında dayanışma olmalıdır" fikrinin iflâsı olur mu? Kabul etmeli ki, Arap ülkelerinin neredeyse hiçbiri, Müslüman dayanışması fikrini değerli bulan kimseler tarafından yönetilmiyor. Aksine, Arap yöneticileri Türkiye’yi kendileri için öncelikli bir tehdit olarak görmektedirler. Çünkü Türkiye’nin idarî yapısı büyük ölçüde özgür seçimlere dayanmaktadır. Arap yöneticileri ise baskıcı bir hanedanlık zulmüne dayalı olarak iş başındadır. İktidarları sömürgecilerin desteğine bağlıdır.

Türkiye gibi bir ülkeyle işbirliği yapmak yerine, iktidarlarını borçlu oldukları Batılı ülkeleri her zaman tercih etmektedirler.

Nitekim yeni gelişmeler bunun örnekleridir. Türkiye’nin Libya ile yaptığı Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) Anlaşması'ndan sonra benzeri bir anlaşmayı Mısır, Yunanistan ile yaptı. Böylece Yunanistan, Türkiye’ye karşı Mısır ile Akdeniz’de saf tutmuş oldu.

Bu saflaşmayı Müslüman dayanışması fikrinin iflâsından daha çok, darbeci/kukla Sisi’nin marifeti olarak görmek icap eder. Sisi yerine Mısır halkının özgür iradesiyle seçtiği Mursi olsaydı, Yunanistan ile böyle bir anlaşma olabilir miydi? Büyük ihtimâlle olmazdı.

Avrupa ülkelerinin kendi kuklalarını iş başına getirmelerini olağan karşılayanlar, Türkiye ile dayanışma yapabilecek kimselerin Arap ülkelerinde iktidar olmasından bile kaygı duymaktadırlar. Türkiye-Libya dayanışmasına ilişkin muhalefet, “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Libya petrollerinin peşindedir. Libya petrollerini ona yedirtmeyeceğiz” (Engin Altay) gibi bir açıklama, ancak psikiyatri biliminin yapabileceği sözler etmiştir.

Konunun nasılında tıkanmak

Osmanlı döneminde Araplar genel olarak “kavm-i necip” sayılmalarına karşılık, Vehhabî geleneği ve ondan sonraki Arap milliyetçiliğinin örgütlenmesi demek olan Baas Partisi, Osmanlı'dan ayrılmayı Arapların kurtuluşu saydı. Arap milliyetçiliği hisleriyle bazı Arap aşiretleri Osmanlılara karşı İngilizlerin yanında saf tuttu. Sonuç ortadadır! Hüzün ve utanç vericidir. Filistin, İsrail işgalindedir; Yemen, Irak, Suriye ve Lübnan, Fars işgalindedir. Arapların milliyetçiliği, bunlara bir çözüm bulmak yerine Türkiye’ye karşı Akdeniz’de yeni cepheler açmaya çalışmaktadır.

Oysa Türkiye bir Arap ülkesini işgal derdinde değilken, bunu görmeyen bazı Arap liderleri, Arap ülkelerini işgal eden İsrail ve İran’a karşı ortak cephe oluşturmak yerine, Türkiye’ye karşı cephe tutmayı tercih ediyorlar. İsrail ve İran işgali Arap ülkelerini birleştiren bir neden olmazken, Türkiye ile Libya yakınlığı, aynı Arap ülkelerini birleştirmektedir.

Bu örneklerin Müslüman dayanışması fikrini ortadan kaldırdığını iddia etmek beyhudedir. Müslüman toplulukların hak ve menfaatleri, ancak dayanışmaları ile mümkün olabilir. Yüz yıldan beri bu dayanışma yokluğu, Müslümanların perişan, sefil ve yoksul bir hayat yaşamalarına neden oldu. Saldırıya, işgale, sömürüye uğradılar. Kendilerini bile koruyamadılar.

Yüz yıllık bu kötü tecrübe, yeni bir seçimi kaçınılmaz etmiştir: Müslümanlar ya dayanışma içine girerek bu sorunlarını çözmeye çalışacaktır ya da saldırı, işgal ve sömürü altında, zillet içinde yaşamaya devam edeceklerdir!

Türkiye ile Yunanistan arasındaki sınır, Türkiye aleyhine ve Yunanistan’ın yayılma siyasetine göre düzenlenmiştir. Türkiye’nin batı kıyılarına neredeyse bitişik durumdaki adaların Yunanistan’a verilmesi, Yunanistan’a 580 kilometre, Türkiye’ye ise 2 kilometre uzaklıktaki Meis adasının bile Yunanistan’a verilmesi bunun apaçık örneğidir.

Her ne kadar Taha Akyol gibi bazı kimseler, bu sınır düzenlemelerinin Türkiye’nin zararına olmadığına cümle âlemi ikna etmeye çalışsa da gerçek durum böyle değildir!

İkinci Dünya Savaşı esnasında, Ege adalarını önce ABD ve müttefiklerinden ayrılıp kendilerinden yana savaşa katılması kaydı ile 1942’de SSCB, Türkiye’ye teklif ediyor. 1943 baharında Almanya, aynı teklifi Türkiye’ye yapmıştır. 1945’te İtalya’nın benzeri bir teklifini, Türkiye Cumhurbaşkanı İnönü reddetmiştir.

"Türkiye bu teklifi kabul etseydi savaşın tarafı olurdu" gibi değerlendirmeler, Türkiye ile Yunanistan arasında kıta ve hava sahası gibi sorunları çözmüyor. İnönü’nün tercihini "büyük bir vatan hizmeti" diye niteleyerek övmenin, meydanlara heykellerini dikmenin, adını üniversitelere, okullara, caddelere vermenin hiçbir anlamı yoktur!

Açık yüreklilikle sormak icap eder: Mısır gibi ülkelerin Türkiye’ye karşı Yunanistan ile saf tutması Müslüman dayanışması fikrini geçersiz ediyorsa, yüz yıldan beri halkın üzerinde kurulan baskıyla Türkiye’nin Batılı olmaya çalışmasının sonucu nedir?

Yunanistan ile birlikte Fransa gibi ülkeler Türkiye’ye karşı Akdeniz’de ortak bir cephe kurmuş değil midir? O Fransa için Türkiye geçmişte neler yapmıştı? Cezayir Bağımsızlık Savaşı'nda Türkiye, Fransa’nın tarafında yer almıştı. Lübnan’da Müslüman-Hıristiyan savaşında Türkiye, Fransa ile birlikte Hıristiyanların tarafında olmuştu. İşte şimdi o Fransa, Türkiye’ye karşı Rumların ve Yunanların tarafındadır!

Benzeri durumlar için ABD ve İngiltere örnekleri de verilebilir...

Sömürgeci Batılı ülkelerin Türkiye’ye karşı Yunanistan ve Ermenistan ile saf tutmasından dolayı, yüz yıldan beri Türkiye’nin Batıcı siyasetini sorgulamayanlar, "Ne oldu girmeye çalıştığımız o muasır medeniyete?" diyemeyenler, bunun için ödenmiş olan bedelleri bile aklına getirmeyenler, şimdi Mısır-Yunanistan MEB nedeniyle Müslüman dayanışmasını sorgulamaya çalışmaktadırlar.

Türkiye, Batılılar için değil, kendisi için dış siyaset yapmalıdır. Çok yönlü ilişkileri olmalıdır. Kendisini yalnızca ABD’nin veya başka bir ülkenin yanında, yedeğinde görmemelidir.

Teslim etmeli ki, son yıllarda Türkiye’nin yaptığı da bundan ibarettir. Türkiye’nin kendi hakları için, dün iyi ilişkiler içinde olduğu bir ülkeyle bugün karşı karşıya gelmesi hâlinde, “Dün böyle değildiniz” gibi itirazlar, cahilce itirazlardır.

Coğrafyanın kader olduğu vurgusu, belki de en çok dış tercihlerde kendini göstermektedir. Türkiye’nin yakın çevresi ile iyi ilişkiler kurması, barış ve istikrar için bir fırsat olduğu kadar, refah için de bir fırsattır. Önemli olan, Türkiye’nin dış tercihlerini kendi hakları ve kardeş Müslüman topluluklar için yapmasıdır. Bu, ahlâkın da gereğidir.

Siyaset alanında ahlâkın gözetilmesi, gelecek kuşakları utanmaktan kurtarır. Bunun yanında, ahlâk ilkeleri gelecekteki dayanışmanın da fırsat ve zeminini oluşturur. Türkiye’nin haklarını gözetmeyen, Batılıların haklarını ve telkinlerini öne alan, Batılıların önünde diz çöktüren “Yurtta barış, dünyada barış” gibi teslimiyetçi dış siyaset yerine inisiyatif alan, Türkiye’nin hakları için mücadele eden bir dış siyaset, gelecek kuşakların başı dik, onurlu ve refah içinde yaşamaları için ertelenemez bir borçtur.