NE
zaman bir Arap ülkesi ile Türkiye arasında bir sorun yaşansa, hemen birileri
ortaya çıkıp, “Ne oldu İslâm birliğine?”
diye kendilerine göre en ağır soruyu sormuş oluyorlar.
Türkiye,
Kıbrıs Rumları ve Yunanistan ile hemen her dönem bazı sorunları yaşamaktadır.
İşte bu sorunlarla birlikte meşhur “Ne
oldu İslâm birliğine?” sorusu da güncellenmektedir.
Aslında
başka bir soru, yaşanan sorunların özetini verebilir: Ne oldu sizin medeniyet
âleminize? Hani o âleme katılarak bu fâni dünyada Türkiye cennet hayatı
yaşayacaktı?
Gerçi bu
sorunun muhataplarının bir kısmının Cennet ve Cehennem'e inandıklarını söylemek
de kendilerine bühtan olur.
Ancak kimse
karşı tarafa lâf yetiştirme hevesine kapılmadan olup bitenleri anlamaya
çalışmalıdır.
Türkiye’nin
sınırları da, Arap ülkelerinin sınırları da Türkler ve Araplar tarafından
çizilmedi. Bazılarının “medeniyet âlemi”, “muasır medeniyet” diyerek övdüğü
sömürgeci Batılı ülkeler, özellikle İngiltere-Fransa tarafından çizildi. Bu
sınırlar elbette doğal değildir. Coğrafyanın kurallarına, yerleşik nüfusun
etnik ve kültürel yapısına, nihâyet tarihî şartlara göre çizilmedi. Komşu
ülkeleri daima anlaşmazlık içinde bırakacak, sömürgeci ülkelerin müdahalesine
fırsat verecek şekilde etnik, coğrafî ve kültürel şartlar yok sayılarak
çizildi.
Bu ülkeler
sömürgeciler tarafından bağımsız olarak tanındıktan sonra, idarî yapıları büyük
ölçüde Avrupalılar tarafından tayin edildi. Avrupalılara hayran, onları üstün
gören, her konuda Avrupalıların taklit edilmesini âdeta varlık nedeni bilen
kadrolara emanet edildi. Bu kadrolar da ister istemez kendi halkını, özellikle
komşu Müslüman toplulukları aşağılayan, kerih gören bir anlayışla ülkelerini
yönettiler.
Geçmişte
Türkiye’yi yönetenlerin arasında, Türk halkını “başıboş bırakılamayacak” ölçüde
ilkel bulanlar, Arap, Kürt ve diğer toplulukları kerih görenler olmuştur.
Elbette bu durum karşılıklıdır. Özellikle Vehhabî geleneğine, Baas Partisi'ne
mensup olan Arap ileri gelenleri de hem kendi halklarını, hem de özellikle
komşuları olan Türkleri kerih görmüşlerdir.
Müslüman
topluluklar arasında yardımlaşma ve dayanışmayı savunanlara karşı da ilk tepki
gösterenler, tuhaftır ki Batılı sömürgecilerden önce, onların içerideki
izleyicileri olmaktadır. Türkiye’de ne zaman bir dayanışmadan söz açılsa,
Birinci Dünya Savaşı'ndan başlayarak Arap ihanetinden bitirirler. Bunun
imkânsızlığını ve gereksizliğini anlatırlar.
Söylediklerinin
bir kısmı da doğrudur. Zaten pek çok yanlış, doğrudan söylenmez. Bazı
doğruların arkasına saklanarak telkin edilir. Müslümanların arasında olması
icap eden dayanışmanın zor olduğu açıktır. Buna Türkiye’den itiraz edenler
olduğu gibi, Arabistan, Faristan ve Türkistan’dan da itiraz eden çok sayıda
örnek vardır.
Ancak olaya
insaf ile bakanlar görürler ki, tarihte Almanlar, Fransızlar ve İngilizler,
Türklerin Araplar ile savaşmalarından daha çok savaşmışlardır. Sadece iki dünya
savaşında birbirlerinden öldürdükleri insan sayısı Türkiye nüfusundan bile
fazladır. Buna rağmen Avrupa ülkeleri günümüzde AB adıyla hemen her alanda
mümkün olan birlik içinde değiller midir?
Avrupa
ülkeleri arasında bu birlik tesis edilirken, içlerinden birileri kalkıp da
geçmişteki savaşlarını bahane ederek birlik dışında kalmamıştır. Aksine, hepsi
mümkün olan birliği kurmak için âdeta yarış içinde olmuştur. O hâlde benzeri ve
mümkün olan bir birlik, Türk ve diğer Müslüman topluluklar arasında neden
olmasın?
Türkiye ile
Yunanistan arasında Akdeniz ve Ege Denizi'nde yaşanan sorunlardan dolayı Suudi
Arabistan, BAE ve Mısır’ın Türkiye’ye karşı Yunanistan’ın yanında saf tutması,
"Müslümanlar arasında dayanışma olmalıdır" fikrinin iflâsı olur mu?
Kabul etmeli ki, Arap ülkelerinin neredeyse hiçbiri, Müslüman dayanışması
fikrini değerli bulan kimseler tarafından yönetilmiyor. Aksine, Arap
yöneticileri Türkiye’yi kendileri için öncelikli bir tehdit olarak
görmektedirler. Çünkü Türkiye’nin idarî yapısı büyük ölçüde özgür seçimlere
dayanmaktadır. Arap yöneticileri ise baskıcı bir hanedanlık zulmüne dayalı
olarak iş başındadır. İktidarları sömürgecilerin desteğine bağlıdır.
Türkiye gibi
bir ülkeyle işbirliği yapmak yerine, iktidarlarını borçlu oldukları Batılı
ülkeleri her zaman tercih etmektedirler.
Nitekim yeni
gelişmeler bunun örnekleridir. Türkiye’nin Libya ile yaptığı Münhasır Ekonomik
Bölge (MEB) Anlaşması'ndan sonra benzeri bir anlaşmayı Mısır, Yunanistan ile
yaptı. Böylece Yunanistan, Türkiye’ye karşı Mısır ile Akdeniz’de saf tutmuş
oldu.
Bu
saflaşmayı Müslüman dayanışması fikrinin iflâsından daha çok, darbeci/kukla
Sisi’nin marifeti olarak görmek icap eder. Sisi yerine Mısır halkının özgür
iradesiyle seçtiği Mursi olsaydı, Yunanistan ile böyle bir anlaşma olabilir
miydi? Büyük ihtimâlle olmazdı.
Avrupa
ülkelerinin kendi kuklalarını iş başına getirmelerini olağan karşılayanlar,
Türkiye ile dayanışma yapabilecek kimselerin Arap ülkelerinde iktidar
olmasından bile kaygı duymaktadırlar. Türkiye-Libya dayanışmasına ilişkin
muhalefet, “Cumhurbaşkanı Erdoğan, Libya
petrollerinin peşindedir. Libya petrollerini ona yedirtmeyeceğiz” (Engin
Altay) gibi bir açıklama, ancak psikiyatri biliminin yapabileceği sözler
etmiştir.
Konunun nasılında tıkanmak
Osmanlı döneminde
Araplar genel olarak “kavm-i necip” sayılmalarına karşılık, Vehhabî geleneği ve
ondan sonraki Arap milliyetçiliğinin örgütlenmesi demek olan Baas Partisi,
Osmanlı'dan ayrılmayı Arapların kurtuluşu saydı. Arap milliyetçiliği hisleriyle
bazı Arap aşiretleri Osmanlılara karşı İngilizlerin yanında saf tuttu. Sonuç
ortadadır! Hüzün ve utanç vericidir. Filistin, İsrail işgalindedir; Yemen,
Irak, Suriye ve Lübnan, Fars işgalindedir. Arapların milliyetçiliği, bunlara
bir çözüm bulmak yerine Türkiye’ye karşı Akdeniz’de yeni cepheler açmaya
çalışmaktadır.
Oysa Türkiye
bir Arap ülkesini işgal derdinde değilken, bunu görmeyen bazı Arap liderleri,
Arap ülkelerini işgal eden İsrail ve İran’a karşı ortak cephe oluşturmak
yerine, Türkiye’ye karşı cephe tutmayı tercih ediyorlar. İsrail ve İran işgali
Arap ülkelerini birleştiren bir neden olmazken, Türkiye ile Libya yakınlığı,
aynı Arap ülkelerini birleştirmektedir.
Bu
örneklerin Müslüman dayanışması fikrini ortadan kaldırdığını iddia etmek beyhudedir.
Müslüman toplulukların hak ve menfaatleri, ancak dayanışmaları ile mümkün
olabilir. Yüz yıldan beri bu dayanışma yokluğu, Müslümanların perişan, sefil ve
yoksul bir hayat yaşamalarına neden oldu. Saldırıya, işgale, sömürüye
uğradılar. Kendilerini bile koruyamadılar.
Yüz yıllık
bu kötü tecrübe, yeni bir seçimi kaçınılmaz etmiştir: Müslümanlar ya dayanışma
içine girerek bu sorunlarını çözmeye çalışacaktır ya da saldırı, işgal ve
sömürü altında, zillet içinde yaşamaya devam edeceklerdir!
Türkiye ile
Yunanistan arasındaki sınır, Türkiye aleyhine ve Yunanistan’ın yayılma
siyasetine göre düzenlenmiştir. Türkiye’nin batı kıyılarına neredeyse bitişik
durumdaki adaların Yunanistan’a verilmesi, Yunanistan’a 580 kilometre,
Türkiye’ye ise 2 kilometre uzaklıktaki Meis adasının bile Yunanistan’a
verilmesi bunun apaçık örneğidir.
Her ne kadar
Taha Akyol gibi bazı kimseler, bu sınır düzenlemelerinin Türkiye’nin zararına
olmadığına cümle âlemi ikna etmeye çalışsa da gerçek durum böyle değildir!
İkinci Dünya
Savaşı esnasında, Ege adalarını önce ABD ve müttefiklerinden ayrılıp
kendilerinden yana savaşa katılması kaydı ile 1942’de SSCB, Türkiye’ye teklif
ediyor. 1943 baharında Almanya, aynı teklifi Türkiye’ye yapmıştır. 1945’te
İtalya’nın benzeri bir teklifini, Türkiye Cumhurbaşkanı İnönü reddetmiştir.
"Türkiye
bu teklifi kabul etseydi savaşın tarafı olurdu" gibi değerlendirmeler,
Türkiye ile Yunanistan arasında kıta ve hava sahası gibi sorunları çözmüyor.
İnönü’nün tercihini "büyük bir vatan hizmeti" diye niteleyerek övmenin,
meydanlara heykellerini dikmenin, adını üniversitelere, okullara, caddelere
vermenin hiçbir anlamı yoktur!
Açık
yüreklilikle sormak icap eder: Mısır gibi ülkelerin Türkiye’ye karşı Yunanistan
ile saf tutması Müslüman dayanışması fikrini geçersiz ediyorsa, yüz yıldan beri
halkın üzerinde kurulan baskıyla Türkiye’nin Batılı olmaya çalışmasının sonucu
nedir?
Yunanistan
ile birlikte Fransa gibi ülkeler Türkiye’ye karşı Akdeniz’de ortak bir cephe
kurmuş değil midir? O Fransa için Türkiye geçmişte neler yapmıştı? Cezayir
Bağımsızlık Savaşı'nda Türkiye, Fransa’nın tarafında yer almıştı. Lübnan’da
Müslüman-Hıristiyan savaşında Türkiye, Fransa ile birlikte Hıristiyanların
tarafında olmuştu. İşte şimdi o Fransa, Türkiye’ye karşı Rumların ve Yunanların
tarafındadır!
Benzeri
durumlar için ABD ve İngiltere örnekleri de verilebilir...
Sömürgeci
Batılı ülkelerin Türkiye’ye karşı Yunanistan ve Ermenistan ile saf tutmasından
dolayı, yüz yıldan beri Türkiye’nin Batıcı siyasetini sorgulamayanlar, "Ne
oldu girmeye çalıştığımız o muasır medeniyete?" diyemeyenler, bunun için
ödenmiş olan bedelleri bile aklına getirmeyenler, şimdi Mısır-Yunanistan MEB
nedeniyle Müslüman dayanışmasını sorgulamaya çalışmaktadırlar.
Türkiye,
Batılılar için değil, kendisi için dış siyaset yapmalıdır. Çok yönlü ilişkileri
olmalıdır. Kendisini yalnızca ABD’nin veya başka bir ülkenin yanında, yedeğinde
görmemelidir.
Teslim
etmeli ki, son yıllarda Türkiye’nin yaptığı da bundan ibarettir. Türkiye’nin
kendi hakları için, dün iyi ilişkiler içinde olduğu bir ülkeyle bugün karşı
karşıya gelmesi hâlinde, “Dün böyle
değildiniz” gibi itirazlar, cahilce itirazlardır.
Coğrafyanın
kader olduğu vurgusu, belki de en çok dış tercihlerde kendini göstermektedir.
Türkiye’nin yakın çevresi ile iyi ilişkiler kurması, barış ve istikrar için bir
fırsat olduğu kadar, refah için de bir fırsattır. Önemli olan, Türkiye’nin dış
tercihlerini kendi hakları ve kardeş Müslüman topluluklar için yapmasıdır. Bu,
ahlâkın da gereğidir.
Siyaset alanında ahlâkın gözetilmesi, gelecek kuşakları utanmaktan kurtarır. Bunun yanında, ahlâk ilkeleri gelecekteki dayanışmanın da fırsat ve zeminini oluşturur. Türkiye’nin haklarını gözetmeyen, Batılıların haklarını ve telkinlerini öne alan, Batılıların önünde diz çöktüren “Yurtta barış, dünyada barış” gibi teslimiyetçi dış siyaset yerine inisiyatif alan, Türkiye’nin hakları için mücadele eden bir dış siyaset, gelecek kuşakların başı dik, onurlu ve refah içinde yaşamaları için ertelenemez bir borçtur.