Ne kötülük yakıştı bize, ne de iyiliği yakıştırabildik birbirimize!

Cenneti temaşa etmiş mü’min ruhların bu modern zamanlara acemiliği doğrudur, biçimlendirilecek en önemli husus ise inancımız! Yeniden ve esasına uygun… Vahdaniyet inancımızı, Hakk ile Hakk’ın vahyettiği hakkaniyet idrakimizi tazeledikçe dinçleşeceğiz.

“BİZ kırıldık, daha da kırılırız.

Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza...”1

Kırık dökük yanlarımızın yegâne tesellisi, suçsuzluğumuza inanarak yaşamak…  

Her birimizden kastım, güzel insanlar… “Siz”, “biz”, uzakta bizimle, sizinle aynı sevdânın tutkunu olmuş “onlar”…

Çirkinleşmenin pratiğinden yoksun, güzele ulaşma telâşından yorgun düşmüş bizlerden söz ediyorum. Hani, yitiklerinin ardından “Emanetti zaten” diyebilmekten, “Ölümü vuslat” bilmekten, kederlinin kederinden etkilenmekten, düzeltmek için çırpınırken buğuzdan gayrısı gelmeyen elinden…

Bizler?!

Suçsuz ve fakat bir o kadar sorumlu olan bizler…

Kırıldıkça sağlamlaşan bir tevekkül ile ne kötülük yakıştı bize, ne de iyiliği yakıştırabildik birbirimize…

Öyle çetrefilli bir hengâmenin içinde birileri diğerinin kusuru üzerinden doğrunun bayraktarlığını yapmanın gayretiyle kutsadı nefislerini. Şimdi onlar, boy aynalarının önünde vakur bir edâ ile duruyor ve beğeniyorlar kendilerini. 

Ölçüsü iğne ve çuvaldız olan bu eleştirel satırlardan dönüp kendime bakınca, “İyi bir kul olduğumu iddia edemem, ancak iyi bir insan olduğumu söyleyebilirim” dediğimin şâhidiyim. 

Dedim; çünkü bile isteye kötülüğü ve çirkinliği, aynada gördüğüm sûretime hiç yakıştıramadım.

Sîretim hepten mesafeliydi Yaratan’ın sanatına ihanet etmelere…

Çünkü “O” güzeldi! Güzeli severdi! Ve el-hamd, bize Kendini bildirdi!

Kendimden alıp bakışlarımı, civarı, köşeyi ve de bucağı yokladığımda, yıllarca omuz omuza yol alanından tutun da, vefaya dair söz veren, yolda yol arkadaşlığına son veren, yoldan çıkana kadar ne çok isim, ne çok surat(sız) çarpıyor gözüme…

Hâlbuki aynı hedefe koşuyorduk belki de bir zamanlar birlikte… İnandığımız Rabbimiz bir, kitabımız bir, kıblemiz bir, vatanımız bir, bayrağımız birdi ve dahi aynıydı. Amacımız birdi, dâvâmız bir…  Peki, ne oldu da ayrı düşmelere amâde oldu içimizden kimileri?

Neden yüzü kıbleden döner dönmez kıblesizlerle iş tutar oldu sûreti bize benzeyen ama sîreti çelişik kimileri… 

Nedendir bu aynılıklarımıza rağmen ayrılıklarımız?

Niye “bütün” olana sırt döneriz de böylesine bölünüp parçalanırız? Şaşırtıcı olan şu ki, bu sorulara verdiğimiz cevaplarla her birimiz, kendi menkıbemiz ve yaşadığımız şartlar dâhilinde haklıyız!

Farklı kutsal kitaplardan beslenip dünyaya meydan okuyan Batı/l (emperyalisti, Evanjelisti, Siyonisti), parçadan bütünü nasıl yakalayabiliyor?

Bölük pörçük inanç sistemlerine rağmen binyıllık bir kavgayı hâlâ istikrarla nasıl sürdürebiliyorlar? Haçlı ordularının kostümleri değişiyor, göğüslerine diktikleri Haç (istavroz) sökülüyor da İslâm’a karşı direnç şuurları nasıl değişmiyor?

Üstelik de, babalı oğullu tanrı inancının yanı sıra bir de her öldürülen Müslümana karşılık ödülleri tanrı katına, yarı tanrı inancıyla yükselmekken, bunca tanrı kalabalığı içinde dirlik ve birlikteliklerini ne ile sağlıyorlar?

Bir vakitler aynı dâvâ, aynı hedef ve aynı inanç ile bir çatı altında gayret kesilenler ahitlerini, vefalarını unutup yollarını ayıranlar, staj görmek için mi sızmışlardı ihlâsla çırpınanlar arasına? Nice zaman sonra o çatının altına yakışmadıklarını akıllarıyla mı öngörmüşlerdi, yoksa şeytanları mı fısıldamıştı kulaklarına?

Neden daha erken değildi ayrılıkları? Yıllarca ihtisas mı yapmışlardı? Hani, ayrılığı seçenlerin sayıları çok olsa, kalanların ahvaline “vah”lanırdık da gidenlerin azlığından ve giderken ayak sürümelerinden bildik bölmenin, parçalamanın, çıkmanın, çıkarmanın(!) ve çarp(ış)manın dört işlemden fazlası olduğunu… Nefis muhasebesini değil, nefsî matematiği esas aldıklarını… Hattâ şeytana uyup, “Kardeşim”, “Yoldaşım”, “Yârenim”, “Arkadaşım”, “Dindaşım” dediklerine kurşun yağdırmalarından bildik iyi ile kötünün kol kola raks edebileceğini. Kötülerin havsalaları zorlayan cüretkârlığında iyilerin aldanmışlık hissiyle kıvranışlarını…

***

Daha kaç yerimizden kırılacak, suçsuz ve paramparça ahvalimizi ne ile tamamlayacağız?

Dünya yeniden şekillenirken, içimizden kimileri süfli ve beyhude heyecanlarla iyilerin kuyusunu kazmaya daha ne kadar devam edecekler?

***

“Bir âlem ki, gökler boru içinde!

Akıl, olmazların zoru içinde.

Üst üste sorular, soru içinde:

Düşün mü, konuş mu, sus mu, unut mu?

Buradan insan mı çıkar, tabut mu?”2

***

Asr-ı Saâdet günbegün hayâl oluyor.

Zaman lehimize değil, aleyhimize işliyor.

Yalnızca elimizden kayıp düşen cam eşyalarımız kırılmıyor artık… “Pardon” deyip geçilesi bir düşüş değil bu parçalanmışlıklarımız!

Ah ki, inancımız, masumiyetimiz, günahsız zamanlarımız kayıp düşüyor modern zeminlere. Parçalanıyoruz!

Un ufak olmuş camdan ince mukaddesatımızın kristalize olmuş parçacıklarından gözlerimize yansıyan şavka aldanıyoruz. Modernite olanca gücüyle projektörlerini üzerimize çevirmiş çünkü.

Zannederek, yanılsamalara kanarak, ışığa körleşmiş pervane misâli maddenin ve nefislerimizin etrafında tavaf mı ediyoruz?

Kimileri etrafındakiler kötü ve kusurlu, kendileri iyi ve mükemmel zannı ile en büyük yalanı kendilerine mi söylüyorlar. Onlara kimler inanıyor?

Tamiri meçhul bir parçalanmışlığın temeli işte böyle nefsi tahayyüllerle atılıyor.

El-Hak! Ve dahi el-hamd!

Umutsuz değiliz! Zira hâlâ aynalara utanmadan bakmanın, utanarak duâ edebilmenin farkındalığını taşıyanlar var. Secdelere yakarışla varan, vatanına sevdâlı, hürriyeti ibâdetten sayan, verdiği sözleri tutan, emanete ihanet etmeyenler var!

***

“Biz yeni hayatın acemileriyiz.

Bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyor

Şiirimiz, aşkımız yeniden” diyor aynı adlı şiirinde şair.3

Cenneti temaşa etmiş mü’min ruhların bu modern zamanlara acemiliği doğrudur, biçimlendirilecek en önemli husus ise inancımız! Yeniden ve esasına uygun…

Vahdaniyet inancımızı, Hakk ile Hakk’ın vahyettiği hakkaniyet idrakimizi tazeledikçe dinçleşeceğiz.

Görünenden ibâret olmayan hakikatin yüzündeki peçeyi kaldırmaya talip oldukça güneşi kalplerimizde doğuracağız! Tüm karanlıklara şafak olacağız inşallah!

İşte o zaman belki şairin dokunulmaz atfettiği “suçsuzluğumuz”(!), imanımızdan olacak!

“Sanma bu tekerlek kalır tümsekte!

Yarın, elbet bizim, elbet bizimdir!

Gün doğmuş, gün batmış, ebed bizimdir!”4 inancıyla suçluların suçunu yüzlerine vuracak aynalar olacağız! Söz söylemeden, sataşmadan, kavgalaşmadan duruşumuzla… 


1-3) Yarımada/ Cemal Süreya

2-4) Zindandan Mehmet’e Mektup/ Necip Fazıl Kısakürek