“BİZ
kırıldık, daha da kırılırız.
Kimse dokunamaz bizim suçsuzluğumuza...”1
Kırık dökük yanlarımızın yegâne tesellisi, suçsuzluğumuza
inanarak yaşamak…
Her birimizden kastım, güzel insanlar… “Siz”, “biz”, uzakta
bizimle, sizinle aynı sevdânın tutkunu olmuş “onlar”…
Çirkinleşmenin pratiğinden yoksun, güzele ulaşma telâşından
yorgun düşmüş bizlerden söz ediyorum. Hani, yitiklerinin ardından “Emanetti
zaten” diyebilmekten, “Ölümü vuslat” bilmekten, kederlinin kederinden
etkilenmekten, düzeltmek için çırpınırken buğuzdan gayrısı gelmeyen elinden…
Bizler?!
Suçsuz ve fakat bir o kadar sorumlu olan bizler…
Kırıldıkça sağlamlaşan bir tevekkül ile ne kötülük yakıştı bize,
ne de iyiliği yakıştırabildik birbirimize…
Öyle çetrefilli bir hengâmenin içinde birileri diğerinin kusuru
üzerinden doğrunun bayraktarlığını yapmanın gayretiyle kutsadı nefislerini. Şimdi
onlar, boy aynalarının önünde vakur bir edâ ile duruyor ve beğeniyorlar
kendilerini.
Ölçüsü iğne ve çuvaldız olan bu eleştirel satırlardan dönüp
kendime bakınca, “İyi bir kul olduğumu iddia
edemem, ancak iyi bir insan olduğumu söyleyebilirim” dediğimin şâhidiyim.
Dedim; çünkü bile isteye kötülüğü ve çirkinliği, aynada gördüğüm
sûretime hiç yakıştıramadım.
Sîretim hepten mesafeliydi Yaratan’ın sanatına ihanet etmelere…
Çünkü “O” güzeldi! Güzeli severdi! Ve el-hamd, bize Kendini
bildirdi!
Kendimden alıp bakışlarımı, civarı, köşeyi ve de bucağı
yokladığımda, yıllarca omuz omuza yol alanından tutun da, vefaya dair söz veren,
yolda yol arkadaşlığına son veren, yoldan çıkana kadar ne çok isim, ne çok
surat(sız) çarpıyor gözüme…
Hâlbuki aynı hedefe koşuyorduk belki de bir zamanlar birlikte…
İnandığımız Rabbimiz bir, kitabımız bir, kıblemiz bir, vatanımız bir, bayrağımız
birdi ve dahi aynıydı. Amacımız birdi, dâvâmız bir… Peki, ne oldu da ayrı düşmelere amâde oldu
içimizden kimileri?
Neden yüzü kıbleden döner dönmez kıblesizlerle iş tutar oldu
sûreti bize benzeyen ama sîreti çelişik kimileri…
Nedendir bu aynılıklarımıza rağmen ayrılıklarımız?
Niye “bütün” olana sırt döneriz de böylesine bölünüp
parçalanırız? Şaşırtıcı olan şu ki, bu sorulara verdiğimiz cevaplarla her
birimiz, kendi menkıbemiz ve yaşadığımız şartlar dâhilinde haklıyız!
Farklı kutsal kitaplardan beslenip dünyaya meydan okuyan Batı/l
(emperyalisti, Evanjelisti, Siyonisti), parçadan bütünü nasıl yakalayabiliyor?
Bölük pörçük inanç sistemlerine rağmen binyıllık bir kavgayı
hâlâ istikrarla nasıl sürdürebiliyorlar? Haçlı ordularının kostümleri
değişiyor, göğüslerine diktikleri Haç (istavroz) sökülüyor da İslâm’a karşı
direnç şuurları nasıl değişmiyor?
Üstelik de, babalı oğullu tanrı inancının yanı sıra bir de her
öldürülen Müslümana karşılık ödülleri tanrı katına, yarı tanrı inancıyla
yükselmekken, bunca tanrı kalabalığı içinde dirlik ve birlikteliklerini ne ile
sağlıyorlar?
Bir vakitler aynı dâvâ, aynı hedef ve aynı inanç ile bir çatı
altında gayret kesilenler ahitlerini, vefalarını unutup yollarını ayıranlar,
staj görmek için mi sızmışlardı ihlâsla çırpınanlar arasına? Nice zaman sonra o
çatının altına yakışmadıklarını akıllarıyla mı öngörmüşlerdi, yoksa şeytanları
mı fısıldamıştı kulaklarına?
Neden daha erken değildi ayrılıkları? Yıllarca ihtisas mı
yapmışlardı? Hani, ayrılığı seçenlerin sayıları çok olsa, kalanların ahvaline
“vah”lanırdık da gidenlerin azlığından ve giderken ayak sürümelerinden bildik
bölmenin, parçalamanın, çıkmanın, çıkarmanın(!) ve çarp(ış)manın dört işlemden
fazlası olduğunu… Nefis muhasebesini değil, nefsî matematiği esas aldıklarını…
Hattâ şeytana uyup, “Kardeşim”, “Yoldaşım”, “Yârenim”, “Arkadaşım”, “Dindaşım”
dediklerine kurşun yağdırmalarından bildik iyi ile kötünün kol kola raks
edebileceğini. Kötülerin havsalaları zorlayan cüretkârlığında iyilerin
aldanmışlık hissiyle kıvranışlarını…
***
Daha kaç yerimizden kırılacak, suçsuz ve paramparça ahvalimizi
ne ile tamamlayacağız?
Dünya yeniden şekillenirken, içimizden kimileri süfli ve beyhude
heyecanlarla iyilerin kuyusunu kazmaya daha ne kadar devam edecekler?
***
“Bir
âlem ki, gökler boru içinde!
Akıl,
olmazların zoru içinde.
Üst üste
sorular, soru içinde:
Düşün
mü, konuş mu, sus mu, unut mu?
Buradan
insan mı çıkar, tabut mu?”2
***
Asr-ı Saâdet günbegün hayâl oluyor.
Zaman lehimize değil, aleyhimize işliyor.
Yalnızca elimizden kayıp düşen cam eşyalarımız kırılmıyor artık…
“Pardon” deyip geçilesi bir düşüş değil bu parçalanmışlıklarımız!
Ah
ki, inancımız, masumiyetimiz, günahsız zamanlarımız kayıp düşüyor modern
zeminlere. Parçalanıyoruz!
Un
ufak olmuş camdan ince mukaddesatımızın kristalize olmuş parçacıklarından
gözlerimize yansıyan şavka aldanıyoruz. Modernite olanca gücüyle projektörlerini
üzerimize çevirmiş çünkü.
Zannederek,
yanılsamalara kanarak, ışığa körleşmiş pervane misâli maddenin ve
nefislerimizin etrafında tavaf mı ediyoruz?
Kimileri
etrafındakiler kötü ve kusurlu, kendileri iyi ve mükemmel zannı ile en büyük
yalanı kendilerine mi söylüyorlar. Onlara kimler inanıyor?
Tamiri
meçhul bir parçalanmışlığın temeli işte böyle nefsi tahayyüllerle atılıyor.
El-Hak!
Ve dahi el-hamd!
Umutsuz
değiliz! Zira hâlâ aynalara utanmadan bakmanın, utanarak duâ edebilmenin
farkındalığını taşıyanlar var. Secdelere yakarışla varan, vatanına sevdâlı,
hürriyeti ibâdetten sayan, verdiği sözleri tutan, emanete ihanet etmeyenler var!
***
“Biz yeni hayatın
acemileriyiz.
Bütün
bildiklerimiz yeniden biçimleniyor
Şiirimiz, aşkımız
yeniden”
diyor aynı adlı şiirinde şair.3
Cenneti
temaşa etmiş mü’min ruhların bu modern zamanlara acemiliği doğrudur,
biçimlendirilecek en önemli husus ise inancımız! Yeniden ve esasına uygun…
Vahdaniyet
inancımızı, Hakk ile Hakk’ın vahyettiği hakkaniyet idrakimizi tazeledikçe
dinçleşeceğiz.
Görünenden
ibâret olmayan hakikatin yüzündeki peçeyi kaldırmaya talip oldukça güneşi
kalplerimizde doğuracağız! Tüm karanlıklara şafak olacağız inşallah!
İşte
o zaman belki şairin dokunulmaz atfettiği “suçsuzluğumuz”(!), imanımızdan
olacak!
“Sanma bu tekerlek
kalır tümsekte!
Yarın, elbet
bizim, elbet bizimdir!
Gün doğmuş, gün
batmış, ebed bizimdir!”4 inancıyla suçluların suçunu yüzlerine
vuracak aynalar olacağız! Söz söylemeden, sataşmadan, kavgalaşmadan
duruşumuzla…
1-3) Yarımada/ Cemal
Süreya
2-4) Zindandan Mehmet’e Mektup/ Necip Fazıl Kısakürek