“ÖZ’ de bakayım…” “Öz…” “Bi de ‘gür’ de… “Gür…” “Şimdi bi de ‘lük’… “Lük…” “Oku bakayım…” “Öz-gür-lük…” “Oku bakayım…” “Öz-gür-lük…”
Böyle vurgulayarak söyleyince kaç misli özgür oluruz acaba? Ya da söylediğimizin ne anlama geldiğini tam olarak bilmesek de söyleyince biliyor(muş) sayılır mıyız aslında? Kısacası kıymetli okur, bilmek bildiğini avaz avaz bağırmak olmadığı gibi çokça tekrar edilen şey de yoksunluğundan dile düşmez her zaman. Ama yine de zaman zaman oldukça yüksek sesler duyarız; ne söylediklerini kendilerinin dahi bilmedikleri…
Yukarıdaki heceli tekrarları okuyan her bir okur rahmetli Barış Manço’nun 1992 yılında çıkardığı ve çocuklar eşliğinde seslendirdiği “Oku Bakayım Ayı” parçasını hatırladığından eminim. Zaten aradan geçen 33 yıla rağmen hiç eskimedi ve halktan uzaklaşmadı da... Parçanın akışı, çocuklara öğretmek istediği kelimeyi hecelerine ayırarak ve bu heceleri tekrar ettirerek ilerliyor. Bu bir metot; tıpkı ilk okulda “fiş” dediğimiz, bir cümleyi hecelerine ayırarak yapılan okuma pratikleri gibi…
Bu örneğin niçin verildiği merakının açıklamasını yapmadan evvel teknik üzerine birkaç cümle kurmak metnin akışına katkı sağlayacaktır.
Eğitim/ öğretimin temelinde kelimeyi hecelerine ayırmada anlamsal ve de ifadesel olarak kolaylaştırma hedefi vardır. Seviyenin ilerlemesiyle beraber metodun temel prensibi üzerinden konu/ların tekrarıyla bu yöntem devam eder. Metodun düzenli kullanılması bilginin bellekte sağlam yer edinmesinde son derece etkilidir. Sadece eğitim/ öğretimde değil geleneksel öğretide ve bireysel pratiklerimizde de sıklıkla bu metodu kullanırız. Bir çocuğun ısrarla istediği şeyi tekrar etmesi anne babayı ikna etmekte nasıl etkili oluyorsa anne babanın da çocuğa belletmek istediği düşünce ve davranışları sık sık vurgulaması, onun kabul ve tatbikinde aynı etkiyi gösterir.
Hepimiz çocukluğumuza şöyle kısa bir yolculuk yapalım. Ahlâkî, millî ve manevî değerlerin fikren aynı zamanda da fiilen aktarımında ne çok hatırlatma, üstünden defalarca geçilerek ruhunu hissedecek kadar ne çok aktarım canlanır zihnimizde. Özellikle de “utanma duygusu” olarak tanımladığımız fakat açılımında zarafet, eylem ve söylemlerdeki ölçüye dayalı incelikleri içine alan “edep” ve bunları icra etme şekli olan “adap”ın hayatlarımıza yerleşmesi adına anne babalarımızın, büyüklerimizin, hocalarımızın bizlere kaç tekrar geçtiklerini, defalarca uyarılarda bulunduklarını anlatmakla bitiremeyiz. Kısacası insan, yaşamda bu yöntemi tüm yaş skalalarında ve ele aldığı tüm konularda gerek düz mantık üzerinden gerekse taktiksel bir tasarımla daima kullanır. Yani, her zaman Barış Manço’nun parçasındaki gibi masumane niyetlerle ele alınmaz.
Bu hususta sayısızca örnek vermek mümkün. Kitleleri konsolide etmek için birtakım planlar önce kavramsal tekrarlar üzerinden ele alınarak bir yayılma eylemi gösterir. Burada konu olan kavramın hakiki mânâda neyi karşıladığının çok bir önemi yoktur. Herhangi protez bir anlam yansıması kurgusal hedef için kafidir. Özellikle modern dünyada iletişim ağlarının son derece yaygın olmasıyla oluşan bilgi kirliliği kavramsal sapmalardaki beklentiyi desteklerken buradan nüksedecek dejenerasyonu da tehlikeli boyutlara varacak seviyeye ulaşmasına çokça katkı sağladı. Malûmunuz üzere her daim var olan değişim refleksi internet kullanımıyla son derece hızlı ve kuşaklar arası mesafeye de kapatılmaz bir boşluk açtı. Açılan bu mesafenin içinde en çok “özgürlük” söyleminin tekrar edildiğine tanıklık ediyoruz. Birbiriyle aynı zamanın içinde yaşayan iki kuşağın kabullerinin sözlü veya fizikî pratiklerinde görülen adeta asırlık farklar bazı şeylerin doğru iz üzerinden ilerlemediğinin alenen ispatı gibidir.
İnsanın birincil meselesi olan ve tarihin belki de yegâne izahı olabilecek olan “özgürlük” kavramı hiç eskimeyen, zamanın akışıyla tesiri azalmayan ve insanın tüm alanlarda ilk elde etmek istediği bir hak olarak varlığını muhafaza eder. Buraya kadar çok haklı ve gereksinimli bir hak kovalayışı olarak kabul de edilir. Asıl kritize edilmesi gerekense neye özgürlük dendiği ve hangi yöntemle elde etme gayretine düşüldüğüdür. İşte tam da burada hikâye başlıyor diyebiliriz.
Bilhassa son zamanlarda özgürlük oldukça sığ, sahte ve deforme etme üzerine idealize edilmiş söylemlerle karşımıza çıkıyor. Öncelikle bir şerh düşmemiz gerekiyor ki, özgürlük, sınırsızlığın ve toplumun değer yargılarının ötelendiği, kadim bilgilerin iptidai bir zaviyeden değersizleştirilip yerine aidiyetsiz savunmaların ikame edildiği bir değer asla değildir. Özgürlüğün mayasında insana ait birikimler vardır ve insan bedensel olduğu kadar etik değerlerinin muhafazasında bu hakkını yaşama hissini taşır. Yok sayılan hiçbir değer özgürlüğün alanına girmez.
Şimdi derdimizin ne olduğuna dair cümleler kurabiliriz. Her zaman olmakla beraber son birkaç yılda oldukça yoğunlaşan ve yine, maalesef kadının bedeninin aracı olarak kullanıldığı giyim kuşamın ölçüsüzlüğü organize bir hareketle tüm etik değerlerle restleşme refleksi geliştirildi. Sistematik ve metotsal olarak yürütülen bu durum tarihe, medeniyete, kadim bilgilerimize ve inanç sistemine karşı kuvvetli bir başkaldırıdan başka ne olabilir ki? Etrafımız medyatik simaların (kendilerince) figüranlığında revize edilmeye çalışılan değer yargılarının çarpık, sığ ve mesnetsiz ifadeleriyle kuşanmış vaziyette. Adaba mugayir hâl ve hareketlerin izahları ise hayretler üstü… Bu, insan onuruna karşı başlatılmış alenî bir savaş! Hem de kimlikli, aidiyetli ve de büyük bir medeniyetin evlatlarının devşirilmesiyle başlatılan bir savaş! Her hecesinin üzerinden defalarca geçiliyor. Sakil bir küçümseme edası gözbebeklerinden dökülürken varlıklarının çerçevelenmiş billboarddan başka hiçbir iddiaya sahip olmaması ise farkındasızlığın zirvesi olacak türden.
İnsanın, bilhassa kadının objeleştiği dönemde bilge lider Aliya İzetbegoviç’in “İnsan şahsiyetini alçaltan, onu eşyayla bir tutan şey gayri insanidir” ifadesi ne kadar haklı bir tespit olarak karşımıza çıkıyor. Kadını sırf beden olarak ele alan kafa ona bu yüklenimin karşılığında “özgürlük” tezgâhının altında kendi ideolojisini satıyor. Metalaşmış bir düzende çeperleri sökülen kadın, fıtrî kodlarıyla uyuşmayan ve onu yoran bir döngüde hırpalanıyor. Peki sistemin sunduğu “özgürlük” takasında kazanç hanesine eklenen ne? Tek bir cevap verilebilir buna: Yönetme… Kaldı ki bu yönetme hiçbir dönemde kadının lehine olmadı.
Modern dünya bir alışverişin içinde. Bu o kadar acımasız, insanı o kadar nesneleştiren bir alışveriş ki, bizi tükettikleri düzeneğin savunucusu, var edicisi olarak da yine bizi kullanıyor. Bu sosyal, siyâsal ve kültürel olmak üzere tüm sahalarda etkin bir metot. Yazının girişinde bahsi geçtiği gibi toplumsal anlamda hedeflenen neticeye ulaşana kadar tüm platformlarda figüratif karakterlerle tekrar tekrar üzerinden geçilerek kendisine gerekli yeri ediniyor. Öylesi derin bir zihin işgaline maruz kalmış vaziyetteyiz ki “bakmak” ve “akletmek” gibi melekelerimiz tamamen devre dışı bırakılmış vaziyette.
Ayıkmak bizim en büyük hamlemiz olacak… Ve biz ayıkınca nice fikir iklimlerinde tüm mevsimleri hür ve güvende karşılayacağız.



