E-POSTALAR üzerinden iletişim kurarken en az bir kere “yanlış
anlaşılmaya” veya “yanlış anlamaya” uğramayan var mıdır aramızda acaba?
Muhtemelen hepimiz, yazılı iletişimin “yanlış anlaşılmaya açık” doğasını
aslında erkenden fark ediyoruz. Yazışmalarda, insanlarla yüz yüze konuşurken
kullandığımız ses tonlamaları, beden hareketleri ve yüz ifadeleri gibi birçok
destekleyici ve karmaşık bileşenden yoksun kalıyoruz.
Mesela biri size, sorduğunuz soruya karşılık “çok güzel
soru” dediğinde, yüz ifadesi ve ses tonundan sizinle dalga mı geçtiğini, yoksa
gerçekten sorunuzu takdir mi ettiğini hiç zahmet çekmeden anlayabilirsiniz.
Fakat bir e-postada benzer bir ifade gördüğünüzde bunu anlama imkânınız
yoktur. Peki, ne yapacaksınız? Elbette o an içinde bulunduğunuz zihinsel duruma
göre kendi zihinsel algınızı karşıdakine yansıtarak aradaki bu onulmaz boşluğu
doldurmaya çalışacaksınız.
Kendi zihnimizi karşıya yansıtma davranışımız adeta bir
refleks gibidir ve çoğu zaman biz farkında bile olmadan devreye giriverir.
Sadece yazışmalarda da değil, günlük iletişimimizde de sıklıkla kullanırız bu
refleksi. Karşı tarafın ifadelerindeki esas maksadı anlama konusunda her zaman
en üst düzeyde dikkat sergileyemeyiz. Zira sürekli olarak dikkatimizi dağıtan,
kafamızı meşgûl eden bir şeyler vardır. Karşı tarafın bedeninden ve sesinden
gelen belirsiz işaretleri ıskalama şansımız yüksektir. Bu durumda da yansıtma
refleksi imdadımıza yetişir. Bilinçsiz olarak “Böyle demek istiyor” der,
anladığımıza hükmeder ve rahatlarız.
Kısacası bu refleks, aslında işimizi kolaylaştıran bir
konfor sistemidir. Fakat sözlü iletişimin kısıtlı olduğu yazışma gibi
durumlarda en baskın kullandığımız sistem, bu “egosantrik yansıtma” sistemidir.
İnsanın zihinsel donanımına incelikle dercedilmiş bu
bilinçsiz özelliklerin hemen hemen tamamı, hayatımızı daha kolay yaşamak,
bilincimizi serbest bırakmak üzere karmaşık süreçleri otomatiğe bağlamak için
verilmiştir aslında. Bu rahatlatıcı ve kısa yol sağlayıcı devreler sayesinde
elimizdeki işe daha rahat odaklanabilir, gereksiz ayrıntılarla bilincimizi
meşgul etmemiş oluruz. Fakat kendimizi, -sözgelimi- iletişim konusunda tamamen
böyle “otomatik” bir sistemin insafına bırakınca, hiç farkına varmadan yanlış
anlaşılmalar girdabına kapılabilir ve hayatımızı iyiden iyiye zorlaştırabiliriz.
En yakınlarınızı en kolay mı anlarsınız?
Eşimiz, çocuklarımız, anne ve babamız ve de yakın
arkadaşlarımız, bize genellikle anlaşılması en kolay insanlar gibi görünürler.
Fakat psikolojik araştırmalar, bunun tam tersini gösteriyor. İnsanlar bize ne
kadar yakınsa, kendi zihinsel kabullerimizi onları anlamak üzere “yansıtma”
davranışına daha çok başvurduğumuzu görüyoruz(*).
Bazı insanlarla sürekli görüşüyor ve yakın çevrelerinde
yaşıyor olmamız, onları daha iyi anladığımız anlamına gelmiyor. Eğer anlamak
için özel bir gayret sarf etmiyor, onların ruhsal durumlarına nüfuz edecek
bilinçli ve asgarî çabayı sarf etmiyorsak, sözgelimi eşimizle aramızdaki
“yanlış anlaşılma” oranı, bazen bir yabancıyla olduğundan daha fazla
olabiliyor.
İnsanların düşüncelerini anlamak zordur. Zira her bir bilinç, aslında kapalı bir kutudur ve bilim adamı bile olsanız, diğer insanların zihinleri en nihâyetinde sizin için bir muamma olarak kalacaktır. Bu gerçek, aynı zamanda ileri derecede sosyal bir canlı olan insanın yaşamını sürdürmesi için gerekli olan sosyal iletişim becerileri açısından bir açık tezattır. Bunun üstesinden gelme yolu ise karşıdaki insanların zihinlerinin çözemediğimiz bölümlerine, kendi zihinsel kurgularımızla “yamalar” yapmak ve onların davranış ve hareketlerini bu yolla anlamlandırmaktır. Bu garip görünen uyarlama işlemi, hepimizin pek uzman olduğu bir beceridir ve aslında en önemli zaafımızdır.
Her şeyin anlamını anlamak
Karşımızdaki insanları anlamaya çalışırken bile ne kadar
zorluk çektiğimizi bu minik örneklerden sanırım fark edebildik. Yalnız şimdi
bir adım ileri atalım ve inandığımız dinin mesajını ne kadar doğru anlayabileceğimize
bakalım!
Her Şeyin Yaratıcısı olan bir varlığa inanıyorsanız,
O’nun, bildiğiniz her şeyden daha üstün ve daha karmaşık olması gerekir. Zira
bildiğiniz en acayip şeylerin tümünü ve bilmediklerinizi de dâhil olmak üzere O
yaratmış olmalıdır. Yaratılan her şey, Yaratıcısına nispetle daha alt düzeyde
varlıklardır. Yani bizler de inandığımız “Yaratıcı”ya göre oldukça alt düzeyde
ve “basit” varlıklar olmalıyız.
Kendimiz gibi sıradan insanları bile anlamakta zorluk
çekerken, acaba Yaratıcı’yı nasıl anlayabiliyoruz? Mesela Müslümansanız,
elinizde Kur’ân-ı Kerîm gibi bir yazılı metin vardır. İnsanlardan gelen e-postalar
bile bu kadar yanlış anlaşılmaya açıkken, elimizdeki altı yüz küsur sayfalık
bir metni “hakkıyla” anlayabileceğimizi iddia edebilir miyiz? Sanırım hayır!
Peki, başka ne var? Bir sonraki seviye için “hadîsleri” belirtebilirsiniz,
fakat bunlar da neticede “yazılı” metinlerdir ve bizler gibi insanlar
tarafından tarih boyunca bize aktarılan anekdotlardan oluşur. Peki, başka bir
şey var mı? Aslında pek yok. Sonuç olarak, bu büyük belirsizlik içinde
sarılabileceğimiz ilk can simidi, yine o egosantrik yansıtma refleksimizdir.
“Allah bizimle beraberdir” sözünü duymuşsunuzdur. Bunu neredeyse her dinden insan söyler. Bu söz doğrudur da. Zira her inanan, inandığı İlah’ın “aynen bildiği gibi” olduğuna îmân etmiştir. O’nu anlayamayacak kadar karmaşık bulduğu için de bilmeden, zihinsel yamalama süreci ile Yaratan’ının muradını kendi zihniyle tevil eder, öyle anlamlandırır. Bu konuda yapılan beyin tarama çalışmaları, inanan insanların “Tanrı’nın zihninden geçenleri” ve “kendi zihninden geçenleri” düşünmeleri istendiğinde, her iki durumda da aynı beyin devrelerinin faaliyete geçtiğini gösteriyor. Bunda şaşılacak bir durum da yok; zira elimizdeki en kullanışlı araç, bu konuda kendi zihnimiz ve zihinsel reflekslerimizdir. Zira bir başkasının, hele hele bizi Yaratan Zât’ın “zihnini” okumak gibi bir donanımımız, en azından bildiğimiz kadarıyla yok.
Kendimize ve zihnimize vakit ayırarak üzerimizdeki emanetin ağırlığına uygun bir vaziyet alalım inşallah. Zira vaktimiz dar, işimiz zor!
Kendini bilmek
Peki, ben bütün bunlardan ne anlam çıkartıyorum? Bir
insan, bir Müslüman ve bir sinirbilimci olarak, kendim hakkındaki
zayıflıklarımı anlamak her zaman bana yeni kapılar açmıştır. Bu bilgi aynı
zamanda, bu fıtrî zayıflıkları bilmeyen insanların “Allah adına” cinayet işlemelerinin,
zulüm yapmalarının, adaletsiz davranabilmelerinin, tembellik edebilmelerinin
ardında yatan mekanizmayı biraz olsun anlayabilmeyi de sağlıyor diye
düşünüyorum. “Allah böyle istiyor” diye sandığımız birçok şeyi aslında
“zihnimiz öyle istemektedir” ve bu zafiyetimizi bilmeden bu tehlikeli düşünce
yanlışının farkına bile varamayabiliriz.
İslâm’da Allah’ın kelâmı olan Kur’ân-ı Kerîm’i okuma
oranımız ortadadır. Diyanet İşleri Başkanlığı’nın 2010 yılında yaptırdığı bir
araştırmada, Müslümanların yüzde 20’sinin Kur’ân’ı hiç eline almadığı, yüzde 80
kadarınınsa okusa bile içinde ne yazdığını bilmediği ortaya çıkmıştı. Bu,
elbette bir inanç için vahim bir durumdur! Fakat daha vahim olanı, “ana
mesajından” habersiz olduğumuz bir din hakkında “kesin kanaatlerimizin”
olmasıdır. Giyim kuşamımız, helâl-haramımız, iyi-kötü telakkîlerimiz,
ibadet-taat anlayışımız ve daha nice “dinî bilgimiz” neredeyse tartışılmaya
gerek olmayacak kadar “açık ve sarih” görünür. Tartışma ve şüpheler, olsa olsa
detaylarda, önemsiz ayrıntılardadır. Zira “ana mevzuyu” çoktan anladığımız için
çoğu zaman emînizdir(!). Hâlbuki kökten yanılıyor olmamız her zaman daha büyük
bir ihtimâldir.
Fakat baştan beri anlatmaya çalıştığım “zihinsel
yansıtmalar” gibi kolaylıklar sayesinde bu eksiklik çoğu zaman bizleri pek
fazla rahatsız etmez. Zira bizden “muradın” ne olduğu konusunda kendimizi çok
emîn hissederiz. Bu hâle İslam literatüründe “gaflet” adı verildiğini de duymuş
olabilirsiniz.
“Kendini bilmek gibi irfan olmaz” derler. Kendimle ilgili
böyle bir bilgi, bir zafiyet öğrendiğimde hemen alarm çanlarının çaldığını ve “Acaba
nerede nefsimden, nerede Hakk’tan bahsediyorum?” diye kendimi hızla sorguya
çekmem gerektiğini hissediyorum. Ayrıca zihnimdeki bu kolaycılık devrelerinin hem bilinçsizce, hem de günde 24 saat
çalıştığını fark edince, yükümün ne kadar ağır, emanetin ne kadar çetin olduğu
bir kez daha ortaya çıkıyor. Ama ne kadar fark edebiliyor, ne kadar gereğini
yapabiliyorum, işte orası meçhûl!
Bana sorarsanız, Kur’ânî ifade ile “yeryüzünde
bozgunculuk çıkaran insan”, kendi üzerine kafa yormamayı seçenlerden çıkıyor,
özellikle de bu “bilgi çağında”. Kendimize ve zihnimize vakit ayırarak
üzerimizdeki emanetin ağırlığına uygun bir vaziyet alalım inşallah. Zira
vaktimiz dar, işimiz zor!
*Bu konular hakkında detaylı bilgi için Nicholas Epley imzalı “Mindwise” kitabına bakılabilir.