Ne izlediğini söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana!

Aşk ve sevgi adına yapılmayan kepazelik kalmadı. Kadına şiddetin en âlâsının dizilerde boy göstermesi ise başka bir hastalık olsa gerek. Toplumsal tepkiye rağmen şiddetin özendirilir şekilde verilmeye devam etmesi akıl alır gibi değil! Tam da burada, “Toplum öyle istiyor” diyerek reyting peşinde olan senaristinden tutun, yapımcı ve yönetmenine, hattâ kanal sahiplerine kadar şiddet karşısında olduğunu söyleyenlere sormak lâzım: “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”

ÇAĞIN gelişen teknolojik yapısı insanlarda yeni alışkanlıklar, yeni tutkular, yeni uğraş alanları oluşturmaktadır. Buna karşı koyma imkânı olmadığı gibi, genel mânâda kimse bu durumdan rahatsız görünmemektedir. Hâliyle, insanlığın hizmetinde olan ve insan eliyle icat edilen teknolojiyi kullanmanın keyfini çıkarmak da insanların en doğal hakkıdır. Hak olarak yerini bulmayan bir şey varsa, o da insanın sahip olduklarını yönetememekten kaynaklanmaktadır.

Radyo, televizyon ve sosyal medya kullanım döneminden öncesi önemli meşguliyetleri olmayan kişilerin duvar dipleri, kahve köşeleri ve dost meclislerinde yaptıkları muhabbet veya dedikodular günümüzde teknoloji sayesinde, önceleri evlerin başköşesinde yapılır hâle gelmişken, günümüzde yer, mekân ve zaman sınırı tanımaksızın insanların en aktif meşguliyet alanı hâline geldi. Mekân ve zaman sınırı tanımayan sunum ve iletiler; centilmenlik, saygı, edep ve ahlâk sınırlarını da tanımazlığının doğal hâle getirilmesine vesile olmaya başladı.

1950’li yıllardan itibaren radyonun ve 70’li yıllardan itibaren televizyonların yaygınlaşması, insanlar için uzakları yakın ederek, en ücra köşelerde dahi toplumsal yapıya damgasını vurmaya başladı. Yakın çevrede kurulan iletişim alanları genişlediği gibi, kültürel etkileşim de o nispette kendi alanını oluşturmayı sürdürmeye devam etti. Televizyon yayınlarının günün her saatinde yayında olması ve görüntünün renklenmesiyle birlikte, her yaştaki insanın ilgi ve merakı şekil değiştirmeye başladı.

1990’lara kadar TRT’nin tek kanaldan yaptığı yayınlarla yetinen Türk toplumu, yayına başlayan özel televizyonlar sayesinde çok sesliği yaşamakla karşı karşıya kaldı. İnsanlar birçok farklı kanaldan beğenilerine göre program seçme ve izleme zevkini yaşamanın heyecanını yaşayacaklarını zannederlerken, tek kanallı günlerin sanat ve kültür ağırlıklı programları aranır oldu. Bununla birlikte, doğru Türkçe kullanımı konusunda örnek gösterilen TRT sunucularının akıcı, doğru ve arı dil kullanımı da mâzide kalan bir hoş sadâ olarak hâfızalarda yerini aldı. İşinin erbâbı olan kişiler yerine ekran yüzü ön plâna alınınca, sunucuların dil kapasitesi ve doğru Türkçe kullanımı sokak diline dönüşmeye mahkûm oldu.

Çığ gibi büyüyen televizyon kanalları ayakta kalabilmek için her geçen gün yeni programlarla daha fazla seyirciyi kendi kanalı karşısında toplamanın gayreti içerisine girdiler. Bir hizmet alanı olarak ortaya çıkan bu kanallar, özelleştirilmesiyle birlikte gelir getiren bir işletme veya toplum mühendisliği yapmanın aracı hâlini alınca, kendi çıkarlarını ve kafasındaki gelecek plânı için üzerlerine düşeni yapmayı öncelediler. Sosyal toplumun gereği ve değerler sistemiyle ilgili prensipler unutuldu, günü kurtarmanın ve belli çevrelere hizmet eden araç olarak kullanılmaya başlandı televizyon.

Reyting elde etmek uğruna ilgi çekme, heyecan yaratma, sürtüşmelerden medet umma ise toplumun oluşmuş genel yapısını altüst eder duruma getirdi. “Seyircinin ilgisini çekiyor” gerekçesiyle -ne kadar ilgi çekip çekmediği her zaman tartışmaya açık olmasına rağmen-  gayr-i ahlâkî yaşam tarzları, günün her saatinde izleyicinin gözünün içine içine sokulmaya çalışılır oldu.

Bireyin kendince yaşaması, arzu ve isteklerini yerine getirmesi ve insanî bir kavram olarak izah edilebilecek özgürlüğün “başıboşluk” olarak zirveye çıkması, normal davranışlardan sayılır oldu. Binlerce yıldır oluşmuş Türk-İslâm aile kültürü ötelenip gayr-i ahlâkî yaşantılar modernliğin nişânesi olarak sunulur hâle geldi.

Cinselliğin, hattâ sapıklığın normal yaşam düzeyinde gösterilmeye çalışıldığı diziler, magazin ve özellikle gündüz kuşağı programları, özenilmesi gereken yaşantılar olarak lânse edilir oldu. Genç neslin rol modelleri bu programlarda reyting alan –“sanatçılar veya ünlüler” diyemeyeceğim- popülerlerden seçilir hâle geldi. Belki gece yarılarında sunulabilecek düzeyde toplumsal yaşama ters düşen görüntüler, günün en aktif saatlerinde seyirciye sunulur oldu.

Bir ahlâksızlık serüveni

Kapitalist yaşam, ideolojiden öte bir dine dönüştü. Maddiyatın her şeyin önüne geçmesi ve binlerce yıldır oluşabilmiş toplumsal yapıya ters olarak ticarî meta gibi sunulması moda hâline geldi. Kazanmak, ama ne şekilde olursa olsun sadece kazanmak; mümkün olanın da ötesinde cüzdanları şişirmek, en geçerli meziyetler arasına girdi. Üstelik hedefe ulaşmak için her türlü yolu mubah sayan, popülerlik veya maddî zenginlik içinde olan insanların yaşantıları büyük bir meziyet olarak topluma pompalandı.

Kişisel hayatların dizi, film veya sosyal medya aracılığıyla yozlaştırılması, her türlü gayr-i ahlâkî davranışın ayan beyan ortaya serilmesi modernliğin yansıması olarak sunuldu. Çok eşliliğin kanunlarında yasak olduğu ülkede, nikâhsız yaşamsa özendirilen hayatlar arasında yerini aldı. Zinanın toplumun inanç sisteminde ve kanunlarında doğrudan suç sayıldığı bir toplumda, magazin programlarında imrenilecek hayatlar olarak sunulması ise medeniyetin gelişmişliğinden addedildi.

Çocukların birer cinsel meta hâlinde görülmesi normalleştirildi. Dindarından dinsizine kadar birçok çevrede çocuk istismarının yaygınlaşması, günün normal haberleri arasında yer almaya başlaması, hiç de yadırganmadan güncel kılındı. Konu daha da derinleştirilerek tartışılıp normal yaşam şartları hâline getirildi. Ülke olarak altına imza atılan çocuk hakları beyannâmelerine, yüzde 99’u Müslüman olmakla övünülen bir toplumda, İslâm’daki çocuğa bakış açısına rağmen çocuk evliliği ve çocuk istismarını önleyecek sert cezaî müeyyidelerin uygulanmasından imtina edilir oldu.

Kültür kodlarımıza uygun aile yaşantısı ve toplumsal ilişkileri dizi ve filmlerde görmeye hasret kalınır oldu. Özellikle dizi filmlerde kimin eli kimin cebinde olduğunu anlamak gayrimümkün hâle geldi. Aşk ve sevgi adına yapılmayan kepazelik kalmadı. Kadına şiddetin en âlâsının dizilerde boy göstermesi ise başka bir hastalık olsa gerek. Toplumsal tepkiye rağmen şiddetin özendirilir şekilde verilmeye devam etmesi akıl alır gibi değil! Tam da burada, “Toplum öyle istiyor” diyerek reyting peşinde olan senaristinden tutun, yapımcı ve yönetmenine, hattâ kanal sahiplerine kadar şiddet karşısında olduğunu söyleyenlere sormak lâzım: “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”

Dağ başında yaşayan insanların dahi altlarındaki son model taşıtlarla, ahlâk dışı kazançlar sayesinde ne kadar lüks yaşantı içinde oldukları ve bu bir marifetmiş gibi lânse edilir oldu. Ülke dışından herhangi bir seyirci gözüyle bakıldığında, her şeyin mafya gruplarının elinde olduğu, adam öldürmenin sinek öldürmekten kolay olduğu, kaba kuvvet kullanmadan hiçbir problemin hâlledilemediği bir ülke izlenimi verebilecek düzeydeki yaşantıların sergilenmesi doğal görülür oldu.  

“Ahlâksızlık ve rüşvet olmadan bu dünyada yaşanamaz” intibaının sergilendiği çarpık aile dramları, istisnasız bütün kanalları kaplamış durumda. Genç neslin gelecek plânlamasına bakış açısında, gayr-i insanî yol ve yöntemlerin yer alması da “çağdaş model” (!) olarak sunulmaktadır.

Sinema filmlerinde normal insanî yaşantılara yer verilmediği gibi, az sayıda da olsa hasbelkader ortaya çıkan eserlerse sinema tröstlerinin kösteğiyle karşı karşıya kalmakta, sinemalarda yer bulamamakta, televizyonlardan rağbet görmemektedir. “Mizah” adı altında “insan” denen mahlûkun en alt seviyesini gösterme furyası ortalığı kaplamış durumdadır. Çirkinlikler, edepsizlikler ve ahlâksızlıklar mizahın vazgeçilmezi gibi sunulmakta, belden aşağı edilmeyen ve küfürsüz sözler mizahtan sayılmamakta ve bu bir genel intiba gibi fütursuzca sergilenmektedir.


Seviyesiz bir hegemonya

Bir zamanlar sabahlara kadar merak ve heyecanla izlenen tartışma programlarının yerini, birilerinin gündem oluşturma plâtformuna dönüştürülmüş, oturumların belli kişilere parsellendiği ve ne söyleyecekleri, neyi nasıl savunacakları önceden belirlenmişçesine, robot misâli sahibinin sesini dillendirmekten başka bir şey yapmayan/yapamayan kişilerin her gün boy gösterdiği mecralar almıştır.

Bazı kişilerin aynı gün birden fazla kanalda boy göstermesi doğal hâle gelmiş, 83 milyonluk ülkede başka kimse yokmuş gibi her olayda onların görüşünü alma hastalığı sürdürülür olmuştur. Ne gariptir ki, önceki bir olayda taraf olan veya fikir beyan eden kişi/kişiler, rüzgârın yön değiştirmesiyle birlikte tam da zıddı bir konuda karşı görüşü savunur olmuştur ki bu, insanları şaşırtmamaktadır. Depremi de onlar yorumlar, ekonomiyi de, işsizliği de, salgın hastalıkları da, eğitim problemlerini de, çocuk istismarını da, kadına karşı şiddeti de, hattâ futbolu da… Özellikle de ülke ve dünya siyaseti onlardan sorulur. Kısacası, gündemde ne varsa onların görüşüne başvurmak zorunlu hâle gelmiş gibidir.

Birçoğunun, isminin altında yazılan titrler veya görev tanımlarıyla ilgili ne tür çalışma yaptıkları, kendi alanlarıyla ne kadar ilgilendikleri meçhuldür. 203 üniversite ve akademi, onlarca araştırma ve strateji kuruluşuna sahip olan ülkemizde adam kıtlığının çekilmesi oldukça düşündürücüdür!

Malûmunuz, bir söz vardır, “Arkadaşını söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana”. Buradan yola çıkarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki, “Ne izlediğini söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana” noktasına gelindiğini akıldan çıkarmamak gerekir.

İnsanın meyli, sosyal ve psikolojik yapısının aynasıdır. İlgi alanları farkında olmadan kişiliğini ele verir. Burada kişinin sosyal statüsü, tahsili, yaşı önem arz etmez. O, bulduğu her fırsatta meylinin gereğini yapacaktır. Özellikle televizyonların sabah kuşağındaki magazin programları ve öğleden sonra kuşağında yapılanlar kişileri bu yönde rahatlıkla kullanmaya devam etmektedirler. Bu ve benzeri yayınlar toplumsal yapının nereye doğru sürüklendiğini en bâriz şekilde ortaya koyar.

Burada, yapacak başka bir meşguliyeti olmadığı için kerhen de olsa ekran karşısında olanları unutmamakta yarar vardır. Bunlar, çâresizliklerinden dolayı verilene mahkûm olmak durumunda olanlardır. Öyle zannediyorum ki, alternatif program sunulacak olsa birçoğu bağlı kaldığı ekranı kolaylıkla terk edecek türden izleyicilerdir.

Ülke nüfusunun artmasına, aynı bina içine onlarca, hattâ yüzlerce kişinin sıkışmasına rağmen insanlık gitgide yalnızlaşmaktadır. Şehirlerin büyümesiyle birlikte apartman hayatının içine sıkışmış olan insanlar, yalnızlıklarından kurtulmak için cam levhanın karşısına mahkûm olmaktan başka çâre bulamamaktadırlar. Bu bir televizyon, bilgisayar veya eldeki telefon olabilir.

Seçilen programların genellikle birilerinin tavsiyesi veya medyanın yansıtma şekliyle tercih edildiği görülmektedir. “Başkaları beğendiyse iyidir, hakkında çok konuşuluyorsa onda mutlaka bir şey vardır” düşüncesi her zaman öne geçmektedir. Bunu bilen üreticiler, tanıtımlarını çok iyi pazarlayarak gerekli ilgiyi çekmek için her yola başvurmaktan geri durmamaktadırlar. Özellikle de toplum bireylerinin hassas olduğu noktaları istismar ederek taraftar oluşturma, en kolay ve verimi arttıran olgular olarak her daim yer bulabilmektedir.

Toplumu meydana getiren bireylerin titiz, özverili ve bilinçli tavır ortaya koymaları, o toplumun kültür seviyesini ve yaşam kalitesini arttıracaktır. 

Yapılan eleştiriler ve yapımcıların verdiği cevaplar genelde aynı minvâldedir: “Toplum öyle istiyor”, “Seyirci ona rağbet ediyor”, “İnsanların ihtiyacı olana cevap arama peşindeyiz” gibi birçok mazeret ileri sürülebilmektedir. Oysa birçoğu, mevcûtlar arasından bazılarına râm olmak durumunda kalmaktadır. Bunun yanında, bilinçli bir şekilde kullanılan tercih olmamaktadır. Toplumsal yapıyı oluşturanların zaaflarını da, yapımcılar tarafından çok iyi değerlendirildiğini de unutmamak gerekir.

Bunun yanında, hangi televizyonda yayınlandığı ya da oynayan sanatçıların kamuoyundaki yansıması tercih sebebi olmaktadır. Ülkede kanalların dahi toplumu gruplara ayırması ilginç durumdur. Yayınlanan programların içeriği, ortaya konulan sanat eserlerinin kalitesi veya oyuncuların performansları irdelenmeden kabul ya da reddedilebilmektedir. Önemli olan, seyirci durumunda olan insanların takınacağı tavırdır. Kişiyi bireysel ilgi ve uğraş alanlarından uzaklaştırmadan, hayatın akışı içinde, yaşantısına engel teşkil etmediği müddetçe hiçbir sakıncası yoktur. O teraziyi tutacak olan, kişinin kendisidir.

Ne yapmalı?

Seçici olmayı bilmekle birlikte zamanının ne kadarını ona ayıracağını ayarlamak gibi bir yükümlülüğünün olduğunun bilincinde olmalı insan. Böyle bir tespit ne kadar doğru olursa olsun, toplumsal yapı düşünüldüğünde, sadece bireyin özel dikkati yeterli değildir, olmamalıdır da. Toplumun geneline hitap eden ve herkese açık olan yayınlar belirli süzgeçlerden geçmek durumundadır. Bireysel özgürlüğe cevap verecek türde sunulacak programlar belirli kıstaslara uygun olmalı ve oralara her isteyen istediği zamanda ulaşamamalıdır. Bunun adı “sansür” olmayacak; toplum ve aile yapısının, hayata yeni atılmak üzere olan genç neslin korunması ve kültür değerlerine uygun yetiştirilmesine hizmet ve kamu hayatının düzenlemesi olacaktır.

Özellikle çocuk ve genç insanların bulunduğu mekânlarda sabahtan akşama kadar açık televizyon olması, internet veya akıllı telefonlar karşısında çakılı kalmaları, hem yukarıda bahsedilen konularla karşılaşmaları açısından, hem de değerli olan zamanlarının meşgul edilmesi açısından sakıncalıdır. Ayrıca düşünme, yorum yapma ve kendi fikrini geliştirme aşamalarından mahrum kalmalarına yol açacaktır. Gerekli gereksiz medya karşısında olan çocuk ve genç nesil, düşünmek yerine var olanı izlemek veya dinlemekle yetinmeye şartlanmaktadır. Ne kadar acı da olsa, bir nevi eğitim sistemimizin hizmet alanı olan “Verileni al, isteneni istendiği kadar öğren ve soru geldiğinde seçenekler arasından uygun olanı işaretle” mantığına hizmet etmektedir bu.

Bazı hususlar sadece devletin ortaya koyduğu kanun ve yönetmenliklere de bırakılmamalı, alanda hizmet sunanların kendi aralarında oluşturacağı otokontrol sistemi geliştirilmeli. Bu mânâda, yüzyıllar önce toplum yapısını düzenleyen Ahi Teşkilâtı’nın varlığı yeniden canlandırılmalı, hangi alanda çalışılır olursa olsun, aynı mesleği kazanç kapısı olarak görenlerin kendilerinin koyduğu prensipler dâhilinde kontrol sistemi geliştirmeleri, bilinen sansürden öte bir denetim sistemi devreye almış olacaktır. Aykırı hareket edenler bu sayede hem devlet mevzuatında karşılığını bulacak, hem de hizmet alanından men edilebileceklerdir.

Bir başka ve en önemli husus ise, izleyicinin tepki ortaya koyabilmesidir. Bu tepki, kurumun kapısı veya penceresinin aşağı indirilmesi gibi insanî olmayan bir yöntem ile değil, medya sunucuları ve hizmet sunanlar arasından seçici olmayı bilmekten, elindeki kumandayı gereği gibi kullanabilmekten veya cihazın düğmesini kapatmayı bilebilmekten geçer. İzlenmediği hâlde açık olan programlar, sunan açısından seyredilmek şeklinde algılandığına göre, özellikle izlenmediği anlarda televizyonun veya cihazın düğmesini kapatmak, en doğru olanıdır.

Reyting uğruna her şeyi topluma revâ gören kişi ve kuruluşlara verilebilecek en tesirli tepki, onların reytinglerini düşürecek bir protesto yöntemi olacaktır. Bu da kişisel duyarlılık ve sorumlulukla birlikte toplumsal sorumluluk ve duyarlılığı da gerektirir. Toplumu meydana getiren bireylerin titiz, özverili ve bilinçli tavır ortaya koymaları, o toplumun kültür seviyesini ve yaşam kalitesini arttıracaktır. Hem şikâyet, hem de en lüzumsuz programları seyretmeye devam etmek, samîmiyetsizliğin veya cahilliğin göstergesi olsa gerektir.