ÇAĞIN gelişen teknolojik
yapısı insanlarda yeni alışkanlıklar, yeni tutkular, yeni uğraş alanları
oluşturmaktadır. Buna karşı koyma imkânı olmadığı gibi, genel mânâda kimse bu durumdan
rahatsız görünmemektedir. Hâliyle, insanlığın hizmetinde olan ve insan eliyle
icat edilen teknolojiyi kullanmanın keyfini çıkarmak da insanların en doğal
hakkıdır. Hak olarak yerini bulmayan bir şey varsa, o da insanın sahip
olduklarını yönetememekten kaynaklanmaktadır.
Radyo, televizyon ve sosyal medya kullanım
döneminden öncesi önemli meşguliyetleri olmayan kişilerin duvar dipleri, kahve
köşeleri ve dost meclislerinde yaptıkları muhabbet veya dedikodular günümüzde
teknoloji sayesinde, önceleri evlerin başköşesinde yapılır hâle gelmişken,
günümüzde yer, mekân ve zaman sınırı tanımaksızın insanların en aktif
meşguliyet alanı hâline geldi. Mekân ve zaman sınırı tanımayan sunum ve iletiler;
centilmenlik, saygı, edep ve ahlâk sınırlarını da tanımazlığının doğal hâle
getirilmesine vesile olmaya başladı.
1950’li yıllardan itibaren radyonun ve 70’li
yıllardan itibaren televizyonların yaygınlaşması, insanlar için uzakları yakın
ederek, en ücra köşelerde dahi toplumsal yapıya damgasını vurmaya başladı.
Yakın çevrede kurulan iletişim alanları genişlediği gibi, kültürel etkileşim de
o nispette kendi alanını oluşturmayı sürdürmeye devam etti. Televizyon
yayınlarının günün her saatinde yayında olması ve görüntünün renklenmesiyle
birlikte, her yaştaki insanın ilgi ve merakı şekil değiştirmeye başladı.
1990’lara kadar TRT’nin tek kanaldan yaptığı
yayınlarla yetinen Türk toplumu, yayına başlayan özel televizyonlar sayesinde
çok sesliği yaşamakla karşı karşıya kaldı. İnsanlar birçok farklı kanaldan
beğenilerine göre program seçme ve izleme zevkini yaşamanın heyecanını
yaşayacaklarını zannederlerken, tek kanallı günlerin sanat ve kültür ağırlıklı
programları aranır oldu. Bununla birlikte, doğru Türkçe kullanımı konusunda
örnek gösterilen TRT sunucularının akıcı, doğru ve arı dil kullanımı da mâzide
kalan bir hoş sadâ olarak hâfızalarda yerini aldı. İşinin erbâbı olan kişiler
yerine ekran yüzü ön plâna alınınca, sunucuların dil kapasitesi ve doğru Türkçe
kullanımı sokak diline dönüşmeye mahkûm oldu.
Çığ gibi büyüyen televizyon kanalları ayakta kalabilmek için her geçen gün yeni programlarla daha fazla seyirciyi kendi kanalı karşısında toplamanın gayreti içerisine girdiler. Bir hizmet alanı olarak ortaya çıkan bu kanallar, özelleştirilmesiyle birlikte gelir getiren bir işletme veya toplum mühendisliği yapmanın aracı hâlini alınca, kendi çıkarlarını ve kafasındaki gelecek plânı için üzerlerine düşeni yapmayı öncelediler. Sosyal toplumun gereği ve değerler sistemiyle ilgili prensipler unutuldu, günü kurtarmanın ve belli çevrelere hizmet eden araç olarak kullanılmaya başlandı televizyon.
Reyting elde etmek uğruna ilgi çekme, heyecan yaratma, sürtüşmelerden medet umma ise toplumun oluşmuş genel yapısını altüst eder duruma getirdi. “Seyircinin ilgisini çekiyor” gerekçesiyle -ne kadar ilgi çekip çekmediği her zaman tartışmaya açık olmasına rağmen- gayr-i ahlâkî yaşam tarzları, günün her saatinde izleyicinin gözünün içine içine sokulmaya çalışılır oldu.
Bireyin kendince yaşaması, arzu ve isteklerini yerine getirmesi ve insanî
bir kavram olarak izah edilebilecek özgürlüğün “başıboşluk” olarak zirveye
çıkması, normal davranışlardan sayılır oldu. Binlerce yıldır oluşmuş Türk-İslâm
aile kültürü ötelenip gayr-i ahlâkî yaşantılar modernliğin nişânesi olarak
sunulur hâle geldi.
Cinselliğin, hattâ sapıklığın normal yaşam düzeyinde gösterilmeye
çalışıldığı diziler, magazin ve özellikle gündüz kuşağı programları, özenilmesi
gereken yaşantılar olarak lânse edilir oldu. Genç neslin rol modelleri bu
programlarda reyting alan –“sanatçılar veya ünlüler” diyemeyeceğim-
popülerlerden seçilir hâle geldi. Belki gece yarılarında sunulabilecek düzeyde
toplumsal yaşama ters düşen görüntüler, günün en aktif saatlerinde seyirciye
sunulur oldu.
Bir ahlâksızlık serüveni
Kapitalist yaşam, ideolojiden öte bir dine dönüştü. Maddiyatın her şeyin
önüne geçmesi ve binlerce yıldır oluşabilmiş toplumsal yapıya ters olarak
ticarî meta gibi sunulması moda hâline geldi. Kazanmak, ama ne şekilde olursa
olsun sadece kazanmak; mümkün olanın da ötesinde cüzdanları şişirmek, en
geçerli meziyetler arasına girdi. Üstelik hedefe ulaşmak için her türlü yolu mubah
sayan, popülerlik veya maddî zenginlik içinde olan insanların yaşantıları büyük
bir meziyet olarak topluma pompalandı.
Kişisel hayatların dizi, film veya sosyal medya aracılığıyla yozlaştırılması,
her türlü gayr-i ahlâkî davranışın ayan beyan ortaya serilmesi modernliğin
yansıması olarak sunuldu. Çok eşliliğin kanunlarında yasak olduğu ülkede, nikâhsız
yaşamsa özendirilen hayatlar arasında yerini aldı. Zinanın toplumun inanç
sisteminde ve kanunlarında doğrudan suç sayıldığı bir toplumda, magazin
programlarında imrenilecek hayatlar olarak sunulması ise medeniyetin
gelişmişliğinden addedildi.
Çocukların birer cinsel meta hâlinde görülmesi normalleştirildi.
Dindarından dinsizine kadar birçok çevrede çocuk istismarının yaygınlaşması,
günün normal haberleri arasında yer almaya başlaması, hiç de yadırganmadan
güncel kılındı. Konu daha da derinleştirilerek tartışılıp normal yaşam şartları
hâline getirildi. Ülke olarak altına imza atılan çocuk hakları beyannâmelerine,
yüzde 99’u Müslüman olmakla övünülen bir toplumda, İslâm’daki çocuğa bakış
açısına rağmen çocuk evliliği ve çocuk istismarını önleyecek sert cezaî
müeyyidelerin uygulanmasından imtina edilir oldu.
Kültür kodlarımıza uygun aile yaşantısı ve
toplumsal ilişkileri dizi ve filmlerde görmeye hasret kalınır oldu. Özellikle
dizi filmlerde kimin eli kimin cebinde olduğunu anlamak gayrimümkün hâle geldi.
Aşk ve sevgi adına yapılmayan kepazelik kalmadı. Kadına şiddetin en âlâsının dizilerde
boy göstermesi ise başka bir hastalık olsa gerek. Toplumsal tepkiye rağmen
şiddetin özendirilir şekilde verilmeye devam etmesi akıl alır gibi değil! Tam da
burada, “Toplum öyle istiyor” diyerek reyting peşinde olan senaristinden tutun,
yapımcı ve yönetmenine, hattâ kanal sahiplerine kadar şiddet karşısında
olduğunu söyleyenlere sormak lâzım: “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu?”
Dağ başında yaşayan insanların dahi altlarındaki
son model taşıtlarla, ahlâk dışı kazançlar sayesinde ne kadar lüks yaşantı
içinde oldukları ve bu bir marifetmiş gibi lânse edilir oldu. Ülke dışından
herhangi bir seyirci gözüyle bakıldığında, her şeyin mafya gruplarının elinde
olduğu, adam öldürmenin sinek öldürmekten kolay olduğu, kaba kuvvet kullanmadan
hiçbir problemin hâlledilemediği bir ülke izlenimi verebilecek düzeydeki
yaşantıların sergilenmesi doğal görülür oldu.
“Ahlâksızlık ve rüşvet olmadan bu dünyada yaşanamaz”
intibaının sergilendiği çarpık aile dramları, istisnasız bütün kanalları
kaplamış durumda. Genç neslin gelecek plânlamasına bakış açısında, gayr-i
insanî yol ve yöntemlerin yer alması da “çağdaş model” (!) olarak sunulmaktadır.
Sinema filmlerinde normal insanî yaşantılara yer verilmediği gibi, az sayıda da olsa hasbelkader ortaya çıkan eserlerse sinema tröstlerinin kösteğiyle karşı karşıya kalmakta, sinemalarda yer bulamamakta, televizyonlardan rağbet görmemektedir. “Mizah” adı altında “insan” denen mahlûkun en alt seviyesini gösterme furyası ortalığı kaplamış durumdadır. Çirkinlikler, edepsizlikler ve ahlâksızlıklar mizahın vazgeçilmezi gibi sunulmakta, belden aşağı edilmeyen ve küfürsüz sözler mizahtan sayılmamakta ve bu bir genel intiba gibi fütursuzca sergilenmektedir.
Seviyesiz bir hegemonya
Bir zamanlar sabahlara kadar merak ve heyecanla
izlenen tartışma programlarının yerini, birilerinin gündem oluşturma
plâtformuna dönüştürülmüş, oturumların belli kişilere parsellendiği ve ne
söyleyecekleri, neyi nasıl savunacakları önceden belirlenmişçesine, robot misâli
sahibinin sesini dillendirmekten başka bir şey yapmayan/yapamayan kişilerin her
gün boy gösterdiği mecralar almıştır.
Bazı kişilerin aynı gün birden fazla kanalda
boy göstermesi doğal hâle gelmiş, 83 milyonluk ülkede başka kimse yokmuş gibi her
olayda onların görüşünü alma hastalığı sürdürülür olmuştur. Ne gariptir ki,
önceki bir olayda taraf olan veya fikir beyan eden kişi/kişiler, rüzgârın yön
değiştirmesiyle birlikte tam da zıddı bir konuda karşı görüşü savunur olmuştur
ki bu, insanları şaşırtmamaktadır. Depremi de onlar yorumlar, ekonomiyi de,
işsizliği de, salgın hastalıkları da, eğitim problemlerini de, çocuk
istismarını da, kadına karşı şiddeti de, hattâ futbolu da… Özellikle de ülke ve
dünya siyaseti onlardan sorulur. Kısacası, gündemde ne varsa onların görüşüne
başvurmak zorunlu hâle gelmiş gibidir.
Birçoğunun, isminin altında yazılan titrler
veya görev tanımlarıyla ilgili ne tür çalışma yaptıkları, kendi alanlarıyla ne
kadar ilgilendikleri meçhuldür. 203 üniversite ve akademi, onlarca araştırma ve
strateji kuruluşuna sahip olan ülkemizde adam kıtlığının çekilmesi oldukça
düşündürücüdür!
Malûmunuz,
bir söz vardır, “Arkadaşını söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana”. Buradan
yola çıkarak rahatlıkla söyleyebiliriz ki, “Ne izlediğini söyle bana, kim olduğunu söyleyeyim sana”
noktasına gelindiğini akıldan çıkarmamak gerekir.
İnsanın meyli, sosyal ve psikolojik yapısının
aynasıdır. İlgi alanları farkında olmadan kişiliğini ele verir. Burada kişinin
sosyal statüsü, tahsili, yaşı önem arz etmez. O, bulduğu her fırsatta meylinin
gereğini yapacaktır. Özellikle televizyonların sabah kuşağındaki magazin
programları ve öğleden sonra kuşağında yapılanlar kişileri bu yönde rahatlıkla
kullanmaya devam etmektedirler. Bu ve benzeri yayınlar toplumsal yapının nereye
doğru sürüklendiğini en bâriz şekilde ortaya koyar.
Burada, yapacak başka bir meşguliyeti olmadığı
için kerhen de olsa ekran karşısında olanları unutmamakta yarar vardır. Bunlar,
çâresizliklerinden dolayı verilene mahkûm olmak durumunda olanlardır. Öyle
zannediyorum ki, alternatif program sunulacak olsa birçoğu bağlı kaldığı ekranı
kolaylıkla terk edecek türden izleyicilerdir.
Ülke nüfusunun artmasına, aynı bina içine
onlarca, hattâ yüzlerce kişinin sıkışmasına rağmen insanlık gitgide
yalnızlaşmaktadır. Şehirlerin büyümesiyle birlikte apartman hayatının içine
sıkışmış olan insanlar, yalnızlıklarından kurtulmak için cam levhanın karşısına
mahkûm olmaktan başka çâre bulamamaktadırlar. Bu bir televizyon, bilgisayar
veya eldeki telefon olabilir.
Seçilen programların genellikle birilerinin tavsiyesi veya medyanın yansıtma şekliyle tercih edildiği görülmektedir. “Başkaları beğendiyse iyidir, hakkında çok konuşuluyorsa onda mutlaka bir şey vardır” düşüncesi her zaman öne geçmektedir. Bunu bilen üreticiler, tanıtımlarını çok iyi pazarlayarak gerekli ilgiyi çekmek için her yola başvurmaktan geri durmamaktadırlar. Özellikle de toplum bireylerinin hassas olduğu noktaları istismar ederek taraftar oluşturma, en kolay ve verimi arttıran olgular olarak her daim yer bulabilmektedir.
Toplumu meydana getiren bireylerin titiz, özverili ve bilinçli tavır ortaya koymaları, o toplumun kültür seviyesini ve yaşam kalitesini arttıracaktır.
Yapılan eleştiriler ve yapımcıların verdiği
cevaplar genelde aynı minvâldedir: “Toplum öyle istiyor”, “Seyirci ona rağbet
ediyor”, “İnsanların ihtiyacı olana cevap arama peşindeyiz” gibi birçok mazeret
ileri sürülebilmektedir. Oysa birçoğu, mevcûtlar arasından bazılarına râm olmak
durumunda kalmaktadır. Bunun yanında, bilinçli bir şekilde kullanılan tercih
olmamaktadır. Toplumsal yapıyı oluşturanların zaaflarını da, yapımcılar
tarafından çok iyi değerlendirildiğini de unutmamak gerekir.
Bunun yanında, hangi televizyonda yayınlandığı
ya da oynayan sanatçıların kamuoyundaki yansıması tercih sebebi olmaktadır.
Ülkede kanalların dahi toplumu gruplara ayırması ilginç durumdur. Yayınlanan
programların içeriği, ortaya konulan sanat eserlerinin kalitesi veya oyuncuların
performansları irdelenmeden kabul ya da reddedilebilmektedir. Önemli olan,
seyirci durumunda olan insanların takınacağı tavırdır. Kişiyi bireysel ilgi ve
uğraş alanlarından uzaklaştırmadan, hayatın akışı içinde, yaşantısına engel
teşkil etmediği müddetçe hiçbir sakıncası yoktur. O teraziyi tutacak olan,
kişinin kendisidir.
Ne yapmalı?
Seçici olmayı bilmekle birlikte zamanının ne
kadarını ona ayıracağını ayarlamak gibi bir yükümlülüğünün olduğunun bilincinde
olmalı insan. Böyle bir tespit ne kadar doğru olursa olsun, toplumsal yapı
düşünüldüğünde, sadece bireyin özel dikkati yeterli değildir, olmamalıdır da.
Toplumun geneline hitap eden ve herkese açık olan yayınlar belirli süzgeçlerden
geçmek durumundadır. Bireysel özgürlüğe cevap verecek türde sunulacak
programlar belirli kıstaslara uygun olmalı ve oralara her isteyen istediği
zamanda ulaşamamalıdır. Bunun adı “sansür” olmayacak; toplum ve aile yapısının,
hayata yeni atılmak üzere olan genç neslin korunması ve kültür değerlerine
uygun yetiştirilmesine hizmet ve kamu hayatının düzenlemesi olacaktır.
Özellikle çocuk ve genç insanların bulunduğu
mekânlarda sabahtan akşama kadar açık televizyon olması, internet veya akıllı
telefonlar karşısında çakılı kalmaları, hem yukarıda bahsedilen konularla
karşılaşmaları açısından, hem de değerli olan zamanlarının meşgul edilmesi
açısından sakıncalıdır. Ayrıca düşünme, yorum yapma ve kendi fikrini geliştirme
aşamalarından mahrum kalmalarına yol açacaktır. Gerekli gereksiz medya
karşısında olan çocuk ve genç nesil, düşünmek yerine var olanı izlemek veya
dinlemekle yetinmeye şartlanmaktadır. Ne kadar acı da olsa, bir nevi eğitim
sistemimizin hizmet alanı olan “Verileni al, isteneni istendiği kadar öğren ve
soru geldiğinde seçenekler arasından uygun olanı işaretle” mantığına hizmet
etmektedir bu.
Bazı hususlar sadece devletin ortaya koyduğu
kanun ve yönetmenliklere de bırakılmamalı, alanda hizmet sunanların kendi
aralarında oluşturacağı otokontrol sistemi geliştirilmeli. Bu mânâda, yüzyıllar
önce toplum yapısını düzenleyen Ahi Teşkilâtı’nın varlığı yeniden
canlandırılmalı, hangi alanda çalışılır olursa olsun, aynı mesleği kazanç
kapısı olarak görenlerin kendilerinin koyduğu prensipler dâhilinde kontrol
sistemi geliştirmeleri, bilinen sansürden öte bir denetim sistemi devreye almış
olacaktır. Aykırı hareket edenler bu sayede hem devlet mevzuatında karşılığını
bulacak, hem de hizmet alanından men edilebileceklerdir.
Bir başka ve en önemli husus ise, izleyicinin
tepki ortaya koyabilmesidir. Bu tepki, kurumun kapısı veya penceresinin aşağı
indirilmesi gibi insanî olmayan bir yöntem ile değil, medya sunucuları ve
hizmet sunanlar arasından seçici olmayı bilmekten, elindeki kumandayı gereği
gibi kullanabilmekten veya cihazın düğmesini kapatmayı bilebilmekten geçer. İzlenmediği
hâlde açık olan programlar, sunan açısından seyredilmek şeklinde algılandığına
göre, özellikle izlenmediği anlarda televizyonun veya cihazın düğmesini
kapatmak, en doğru olanıdır.
Reyting uğruna her şeyi topluma revâ gören kişi
ve kuruluşlara verilebilecek en tesirli tepki, onların reytinglerini düşürecek bir
protesto yöntemi olacaktır. Bu da kişisel duyarlılık ve sorumlulukla birlikte
toplumsal sorumluluk ve duyarlılığı da gerektirir. Toplumu meydana getiren
bireylerin titiz, özverili ve bilinçli tavır ortaya koymaları, o toplumun
kültür seviyesini ve yaşam kalitesini arttıracaktır. Hem şikâyet, hem de en
lüzumsuz programları seyretmeye devam etmek, samîmiyetsizliğin veya cahilliğin
göstergesi olsa gerektir.