Ne istediğini bilmeyenlerin dünyası

Böyle koşuşturmacalı bir yaşam içerisinde insanın ihtiyacı, diğer bir insanla değil, kendi içine dönmekle alâkalıdır. Bunca hızın içerisinde, çoklukların dünyasında neyi neden yaptığımız, hangi bilgiyi nereden bildiğimizi sorgulamaya dahi zamanımız yokken bunları yapabilmek adına durabilmek, belki tek olmasa da en önemli ihtiyacımız olan şeydir. Aksi hâlde dünya, “ne istediğini bilmeyenler” dünyası…

GEÇTİĞİMİZ günlerde bir bayramı geride bıraktık; Türk Dil Bayramı...

Geniş bir kitle tarafından ne anlam ifade ettiği bilinmeden veya geniş bir kitleye bir anlam ifade etmeden geçirdiğimiz bir gün oldu.

Dilin önemine binaen bilgi yoksunluğumuzun günden güne azaldığı bu süreçte “İşin neresinden tutmalı?” diye çok düşünmüştüm. Hakikaten dil ile ilgili yeni şeyler öğrenmeye gayret gösterdiğim bu süreçte, özellikle Türkçeye dair muazzam bir yapı ile karşılaşmak ve kelimelerin kökenine indiğimizde bizi karşılayan anlamlar ayrı bir hayranlık sebebi olmaya talip şeyler. Aynı süreç içerisinde elde edilen her bilgi, dilin bir millet için, o milletin kültürü için, yaşayış tarzı için neler ifade ettiğinin ayrı bir göstergesi olmakta.

Bugünkü toplumsal şikâyetlerimizin temelinde dile vurulmuş darbenin büyük bir pay sahibi oluşu, gerek devlet, gerek toplum bazında bizi tepki verecek bir reflekse nasıl ve ne yolla sürüklemedi, hep merak etmişimdir.

Bilindiği üzere bugün yaşadığımız iletişimsizliğin temelinde halk tarafından “anlaşılma yoksunluğu” ya da bir diğer ifade ile “kelimelerimizin içinin boş kalışı” yatmaktadır. İçi (asıl anlamı) boşaltılmış kelimelere her farklı birey tarafından kendi yaşantısına, kültürüne, bilgi düzeyine, hattâ ekonomik seviyesine göre yeni anlamlar yüklenir hâle gelmesi, dolayısıyla karşının da aynı kriterlere göre kendi anlamlarıyla o ifadeleri kabulü sonucunda, iletişim kurulmaya çalışılan bir ortamdan daha çok, bir savaş ortamıyla karşılaşmaktayız.

Günümüz toplumsal şikâyetlerinin temeli iletişimsizlik, iletişimsizliğin sebebi içi boşaltılmış kelimeler (dolayısıyla bireylerin o kelimelerin içini kendi “dar ve sınırlı dünyaları” ile doldurma uğraşları), kelimelerin anlam yoksunluğunun nedeni ise belki bir oranda harf devrimi fakat çok daha büyük bir oranda “dil devrimi”...

Cumhuriyet dönemine ait yaşadığımız bu tramvatik durumun önemli sebebi dil devrimi ile alâkalı şu sözü eklemeden asıl meseleye geçiş, konu bütünlüğünde bir eksiklik oluşturacak diye düşündürdü:

“Bir ülkeyi işgal etmek, sürekli savaşmayı göze alacağınız bir düşman kazanmak demektir. Oysa bir toplumun dilini ve zihnini ele geçirdiğinizde işgale gerek kalmaz. Artık düşmanınız değil, gönüllü askerleriniz vardır. Hayata sizin sözcüklerinizle, sizin zihninizle bakan askerler...”

21’inci yüzyılın şu ilk çeyreğinde, gün geçtikçe artan travma hâlimizin Cumhuriyet dönemine ait ilk ve önemli sebebi olan dil devrimi, ne yazık ki etkili bir biçimde işlevini yerine getirmekte. Fakat travmanın bir diğer sebebi de kısıtlı bir zaman içerisinde âniden gelişen şehirleşme girişimleri ve günümüze doğru gelindiğinde bu şehirleşmenin küresel boyutta gelişen teknolojinin getirdiği yenilikler ve hızımıza hız katan sürati…

Netîcede sürekli hâle gelen düşmelerimizin, düştüğümüz yerden kalkamamalarımızın, kalkmak adına çırpınıp aynı yerde sadece güç kaybedişlerimizin ve sorunlarımızı fark etmek bir tarafa, bir sorunsallar bütünü içerisinde olduğumuzu dahi fark edemeyişlerimizin en büyük müsebbibi için “hız” diyebilir miyiz?

Elbette…

Hızdan ötürü bir türlü duramayışımızı, duramadığımız için akledemediğimizi, dolayısıyla birçok şeyi de fark edemediğimizi buraya ekleyebiliriz.

Durabildiğimiz ve bakabildiğimizde, yüzde 20’si şehirli ve yüzde 80’i köylü yaşantısı içerisinde olan bir toplumun âniden, müthiş bir hızla yüzde 8’inin kırsalda, yüzde 92’sininse (çoklukla şehir hayatına adapte olma uğraşında çırpınıp duran) şehirde yaşayan bir topluluk hâline geldiğini görebilmek mümkün.

Bu tabloyu farklı şekilde yorumlamak gerekirse, dönem içerisinde talep ettiği şeyleri doğadan alan insanın, artık tüm ihtiyaçlarını doğadan değil, insandan alacağı bir seviyeye geçtiği bir yanılsamadan bahsetmek mümkün.

Aynı süreçte tüm taleplerin insanlarla ilgili olma durumu ve dijitalle birlikte gelen birkaç kişi veya birkaç şeyden/andan birkaç milyon kişiye veya binlerce şeye ulaşabilirlik hâlinin de tuhaf bir şekilde çokluklar sıkıntısına yol açtığı söz konusu…

Çokluklar dünyasında peşinde koştuğumuz fırsatlar ya da o çokluklardan kaçan insanlar hâlini almamız, diğer yandan da aynı şey için iki zıt karakter ortaya koymanın başlangıcını oluşturmakta. Yani çokluklar içerisinde karmaşıklık yaşayan, karmaşıklık içerisinde karar verememekten ötürü çelişkili hâller barındıran tiplerin “ne istediğini bilmeyenler” olarak tanımlanabildiği bir dönem…

Bu durumda öz disiplin oluşturmakta güçlük çeken ve bir devinim içerisinde boğulup giden insan, aslında diğer yandan da bazı şeyleri fedâ ederek, en azından bir derecelendirme ile önceliklerini belirlemekte ve geriye kalanı kesip atmada çok zayıf kalmakta.

Genel bağlamda insanın fıtratıyla alâkalı olarak yoksunluğun içerisinde bir anda çoklukla hemhâl olma zorunluluğu ve bu karmaşıklık içerisinde bir fırsat kollama, aslında o fırsatın sadece durabilmekle yakalanabileceği ayrıntısını da göz ardı etmekle alâkalı.

Fırsat için, sadece işimize yarayacak bilgiye ulaşmak gerekir. Bilgi içinse belirli filtreler üreterek, gün içerisinde durmaksızın fazlasıyla beynimize akan verilerin yolunu kesmek, hattâ mümkünse birkaç dakikalığına da olsa hiçbir şey düşünmeden durabilmek…

Günden güne bu duruşların vakitlerini arttırarak, bir vakitten sonra ise sadece gerekli olan veriyi almayı sağlamak gerekir. Durmadığımız ve akan veriyi durdurmadığımız sürece, belli bir yaşa gelene kadar ne yaşadığını bilmeyen, belli bir yaştan sonra da pişmanlık içerisinde daha yoğun şekilde bir boş vermişlik hâline bürünen insanlara dönüşmek çok zor bir ihtimâl değil. Daha genel bir tâbirle, bir ömür boyunca “ne istediğini bilmeyenler” olarak bu hayatı yaşamış olmak kaçınılmaz!

Böyle koşuşturmacalı bir yaşam içerisinde insanın ihtiyacı, diğer bir insanla değil, kendi içine dönmekle alâkalıdır. Bunca hızın içerisinde, çoklukların dünyasında neyi neden yaptığımız, hangi bilgiyi nereden bildiğimizi sorgulamaya dahi zamanımız yokken bunları yapabilmek adına durabilmek, belki tek olmasa da en önemli ihtiyacımız olan şeydir. Aksi hâlde dünya, “ne istediğini bilmeyenler” dünyası…