DÜZCE; tam bayır değil, dümdüz de sayılmaz, düzce…
Yenice;
eski değil, pek yeni demek de zor, yenice…
Sütlüce;
sütsüz olduğunu söylemek hatâ olur, bütünüyle sütlü de diyemeyiz, sütlüce…
İstanbul’da bir semt. Evet, olay İstanbul’da geçiyor. Fakat sütle mütle bir
alâkası yok mevzunun.
Not: Bu yazıdan
önce Kahraman Gündüz’ün Haber Ajanda Net’teki bütün yazıları, bilhassa son
yazısı (Ve Durgun Akardı Ohio) okunmalı. Aksi hâlde anlamsız kalabilir…
Cazurt
cuzurt seslerinden hiç hoşlanmam. İnternet ilk çıktığı, daha doğrusu ülkemizi
teşrif ettiği günlerde bağlantı kurulurken çıkardı. Aşırı ve aşırı yavaş
olduğundan, dakikalarca beklerdik. Bazen bağlantının sağlanamadığı da çoktu.
Modem
öyle değil. Ülkemizin internet kapasitesi yine düşük sayılır ama eskisine
nazaran füze gibi. Küçücük cihazın üstünde minik ışıklar yanıp sönüyor,
bağlanıveriyoruz. Birdenbire gönlümüz ferahlıyor.
Ne
gariptir, yıllardan beri bu modern, bu küçük ve becerikli âleti kullandığım
hâlde, geçenlerde o sesi tekrar duydum.
Kafam,
bir anda târih içinde gitti geldi.
Modemden
öyle bir ses gelemeyeceğine göre, artık evimizde tahta kasalı devasa büyüklükte
lâmbalı radyo da bulunmadığına göre, o radyonun istasyon düğmesi haylaz ve ne
aradığını bilmeyen ve dolayısıyla nerede duracağına dair en ufak bir fikri
olmayan, sabırsız bir çocuk tarafından sağa sola rastgele çevrilmediğine göre,
bu ses neyin nesiydi?
Televizyondur
efendim, televizyon…
Yok
efendim, o da kapalı!
Cazurt
cuzurt sesleri, elimin altındaki bilgisayardan gelmekteydi.
Şaşmak
için…
Nasıl
olduysa oldu, bencağızın bilgisayarı İBB’nin mi, AKOM’un mu, Emniyet’in mi,
artık nerenin ise, bir yere bağlandı.
Birtakım
görüntüler geliyor, sesler geliyor. Hızla değişiyor. Bazı yerleri arada bir
tekrar ediyor.
Sanırım
birileri benim bilgisayara girmeye çalışırken, tersi oldu.
Kimseyi
suçlamak niyetiyle söylemiyorum. Yanlışlıkla da olabilir. Zâten o karışıklık ve
görüntüler fazla sürmedi. Bir süre sonra kapandı.
Ancak
o cazırtılı cuzurtulu başlangıç ânından kesilme ânına kadar bazı kamera
görüntüleri ekranıma yansıdı.
Araya
polis telsiz cızırtıları ve anonsları bile karıştı.
“Doğrusu
paniklemedim” desem, bilmem ki doğru olur mu? Korku, telâş oldu hakikaten.
Tedirginlik oldu. Elim karıştı, kafam karıştı. Fakat paniğe kapılmadım. Evet,
kapılmamışımdır herhâlde…
Evvelce
tivit hesâbım saldırıya uğramış ve kullanılamaz hâle gelmişti. Ayyıldız Tim’den
yardım istedim, kurtarmaya çalıştılar fakat olmadı. Çâresizce yeni bir hesap
açmak zorunda kaldım. Bir süre sonra ikinci tivit hesabı da kontrolden çıktı.
Bir Samsun’dan, bir Hatay’dan, bir Iğdır’dan hesaba girildiğine dâir uyarılar
gelmeye başladı. Netîcede askıya mı alındı, iptal mi edildi ne olduysa oldu,
tivitsiz kaldım. Fenâ da olmadı ama alışmak kolay değildi. Elim ikide bir
gidiyor, gittiğiyle kalıyordu; boşlukta…
Bu
tivit hikâyesini uzatmak gereksiz. Demek istediğim, oluyor böyle şeyler.
Teknolojik âletleri kullanıyoruz ama tam anlamıyla bizim kontrolümüzde değil
hiçbiri. Biz öyle sansak da değil.
Anonslar
ve cızırtıların yanında kulağıma gelenler arasında aklımda kalanlar şunlar:
“Bir araç, Sütlüce
sokaklarında dikkat çekici şekilde dolanıp duruyor…”
“Maksadı
belli değil…”
“Belli belli…
Anladım ben onu…”
“Malkom
Y’yi arıyor olabilir…”
“Gidip kontrol
edelim…”
“Ne
işimiz var Sütlüce’de?”
Bu
konuşmalardan bir şey anlamak mümkün değil takdir edersiniz ki. Hele Malkom Y,
şaka gibi!
Arada
birkaç defa “Güherçile” lâkırdısı da geçti.
İşte
o zaman, konuyu bir ucundan yakalar gibi oldum!
Sokaklarda
dolaşıp duran, bir oraya bir buraya giden, manevralar yapan, bir geçtiği yerden
bir daha geçen aracın sürücüsüne zum yapıldığında, görüntü epeyce tanıdık
geldi.
“Bizim Kahraman
Gündüz’e benziyor bu”
dedim. Dergideki fotoğrafı geldi gözümün önüne. Kısmen var benzerlik...
Zâten
güherçileden bahsedildiği ân, şimşek çakmıştı!
Bilmeyen
için o maddenin ne olduğundan bahsedelim: “Simgesi
KNO3 olan, doğada özellikle Hindistan’da ve Mısır’da bulunan, tarımda gübre,
hekimlikte ilâç olarak kullanılan, barut gibi patlayıcı maddelerin yapımına
yarayan, ak renkte ve billur durumunda bileşik bir madde.”
Peki,
güherçilenin kullanıldığı yerler nereleridir?
Onun
da cevabı var efendim...
Söz
konusu maddenin (potasyum nitrat olarak geçer) kullanım alanları:
1.
Gübre yapımında…
2.
Sanayi alanında potasyum nitratın asitleyici özelliğinden yararlanılır.
3.
Havai fişek ve patlayıcı yapımında da kullanılmaktadır.
4.
Cam ve kibrit yapımında…
5.
Etlerin konserve edilmesinde, diğer konserve türlerinde, mum filtrelerinin
yapılmasında kullanılmaktadır.
Bu
kadar mı?
Dahası
var!
Güherçile
(kimya) tarımda gübre, hekimlikte ilâç olarak kullanılan, ayrıca barut ve
patlayıcı madde yapımına yarayan, ince beyaz kristaller durumunda bulunan bir tuz,
potasyum nitrat.
Şili
güherçilesi: Gübre olarak ve nitrik asit üretiminde kullanılan bir tuz, sodyum
nitrat (NaNO3).
Teknik
bilgileri uzatmak da anlamsız.
Emniyet
mensuplarının bu olayın peşine düşmesi ve dikkat çekici şekilde önemsemesi,
takdir edersiniz ki benim de ilgimi çekti.
Hem,
Kahraman Gündüz kardeşimizin başı dertte olabilirdi. Her ne kadar henüz
tanışmamış olsak da, yalnızca yazılarından bir yakınlık kurmuş, hayranlıkla
tâkip ediyorsam da bu olay bir şekilde bana uzanmış ve hediye gibi gelmişti.
Değerlendirmemek, hele umursamamak, yokmuş gibi davranmak olmazdı. Meraklı
gazetecilik damarım bir kabardı ki sormayın!
Daha
sonra aynı mecrada yazıyor olmanın verdiği kardeşlik duygusu, meraklı
gazetecilik damarını geride bıraktı. İnanın böyle!
Tahmin
edileceği üzere yola düştüm, pek de uzak olmayan Sütlüce sokaklarında dolanıp
duran arabayı bulmaya niyetlendim.
Yine
tahmin edileceği üzere, Emniyet görevlileri bu olayda patlayıcı imâl edilme
ihtimâli üzerinde durmaktaydı.
Nereden
bilsinler, onun Sefîne’si (Sefîne-i Tayy-i Zaman) ile zamanda yolculuk
yaptığını…
Yakıtının
güherçile olduğunu…
Çok
önemli olayların peşine düştüğünü…
Unutur
gibi olduğumuz önemli noktalara açıklık getirdiğini, tam yerinde ve zamânında
şâhitlik ettiğini…
Bugüne
de ışık tuttuğunu…
Bazı
kafası karışıkların, kafalarını ütüleyebilecek imkâna sâhip olduğunu…
Son
yazısında, Ağır Sıklet Dünya Boks Şampiyonu Muhammed Ali, henüz gençken,
Müslüman olmadan önce, adı “Cassius Marcellus Clay JR” iken, bir lokanta
girişinde ırk ayrımcılığı ile karşılaştığı için, aldığı altın madalyayı nehre
nasıl attığını anlatıyordu biz tiryâkilerine.
Zaman
makinesi yapmakla iş bitmiyor tabiî. Bir de ona, her sefer öncesi, yeterli
miktarda yakıt temin etmek gerekiyor.
Yoksa
kuru kuru makine ne işe yarar?
Yakıt
olmadıktan sonra, takur tukur öter, bir süre sonra o ses bile kalmaz. Lök gibi
yerinde durur, dikiş makinesinden farkı kalmaz.
Öyle
böyle derken, kafamda “Aman kardeşimizin
başına bir sıkıntı gelmesin!” düşüncesiyle ilerleyip Sütlüce’ye vardım.
Birkaç sokakta tur attıktan sonra, ekrandan tanıdığım arabayı tespit ettim,
peşine düştüm.
Ancak
aramızda, onu yakından tâkip eden bir başka araç vardı. Beyaz araç… Geçen
yazıda bahsettiydi ondan.
Hangi
sokağa girse, o sivil araç da onun arkasından giriyor; hızlansa hızlanıyor,
yavaşlasa yavaşlıyordu. Nihâyet durunca da durdu. Bir kahvehânenin önünde…
Kahraman
Gündüz bir kahramanlık yapacak da başına iş açılacak endişesiyle ben de onları
tâkip ettim. Gerçi ne yapabilirdim? Elimden ne gelirdi?
İnsan
böyle zamanda orasını düşünmüyor ki… Hesap bile yapmıyor. 15 Temmuz gecesi
sokağa çıkarken, bir şeyleri hesap mı etmiştik?
Hangi
birimizin elinde bir “âlet” vardı? Yürüdük gittik. Bazılarımız evine dönemedi.
İşte
öyle bir şey!
Beyaz
araç Kahraman’ı tâkip ederken, önündeki arabaya kilitlendiğinden olsa gerek,
beni fark etmediler… Diye düşünüyorum. Yine de her ihtimâle karşı, ben ikisini
de geçtikten sonra biraz ileride, uykuluk lokantalarından birinin önünde
durdum.
Sütlüce
deyince, akla hemen uykuluk gelir malûm. Yahu karnım da bir acıkmış ki durunca
fark ettim.
Genç
ustamız, kahvehâne önünde durdu ama inmek için uzun süre bekledi. Ya da bana
uzun geldi. On dakika mı, on beş dakika mı? Bana bir saat gibi geldi. O arada,
ben masama gelen güzelliğin yarısını bitirmiştim bile.
Sonra
arabadan indi, kahveye girdi ve sanırım çay içti.
Gariptir,
o sırada beyaz araba çekti gitti.
Ben
de bir “Oh!” dedim.
Hesâbı
ödemeye niyetlendim, “Kasaya ödeyiniz” yazısını görmemiştim. İçeri girip iki
dakika sonra çıktığımda, ortada kimse kalmamıştı. Kahvehâne önündeki araba da
gitmiş kaşla göz arasında.
Tanışmak
başka bir güne kaldı. Artık, ne güne nasipse…
Yalnız,
görüştüğümüz zaman ilk tavsiye edeceğim şey, güherçileden vazgeçmesi olacak.
Nedir bu sıkıntı arkadaş? Geç gaza, kurtul.
Araması
dert, bulması dert, bulduktan sonra evin yolunu tutturmak bile dert… Sokaklar
dolambaçlı. Satıcı çok soru soruyor…
Güherçile
dediğin nedir? Güherçile bülbülüm çile… Değer mi arkadaş?
Gaz
gibisi var mı? Gaz candır. Tüpü taktır, rahatla.
Evet,
bunları söyleyeceğim!
Peki,
o gecenin tâkip mâcerâsını anlatır mıyım?
Sanmam.
Okur nasılsa. Niye tekrar anlatayım? Yapacak daha önemli pek çok iş, konuşacak
pek çok konu varken…
Meselâ
şu Malkom Y konusu nedir? Var mı öyle biri? Yoksa dalgaya mı geldik? Kafa
bulmak isteyen birinin numarası mı bu? Gerçekten öyle biri varsa biliyor mu,
tanıyor mu?
Y
varsa, başka bir yerden de Malkom Z çıkar mı?
Çok
soru soran o satıcıya tekrar gidecek mi? Başka bir yer mi arayacak? Tuhaf tipli
adam o maddeyi ne maksatla aldığını sanıyor? Bir sonraki zaman yolculuğuna
berâber çıkmak mümkün olur mu? Vs. vs.