“Kudüs
anadır; her dem Selahaddinlere gebe…” (K.G.)
***
HAZRETİ Muhammed’in
(sav) dedesi Abdülmuttalib, Ebrehe’den el koyduğu yüz devesini geri istediğinde,
Ebrehe, “Ben, Kâbe’yi yıkmak için geliyor ve bundan vazgeçmem için rica
etmenizi bekliyorken, siz develerinizin derdine düşüyorsunuz, öyle mi?”
diye sormuştu.
Abdülmuttalib
ise, “Ben develerin sahibiyim ve onları istiyorum. Kâbe’nin sahibi Kâbe’yi
koruyacaktır!” demişti.
Gerçekten
de Kâbe’nin Sahibi, Harem-i Şerif’i korumuştu. Ebrehe’nin ordusundaki dev
filler bir noktadan sonra ayak diremişler, Kâbe’ye yaklaşmamışlardı bile.
Ebrehe’nin ordusu ise ebabil kuşları tarafından telef edilmişti.
Kâbe’nin
Sahibi, muhakkak ki Mescid-i Aksâ’nın da sahibidir. Müslümanların ilk kıblesini
ve Hazreti Muhammed’in (sav) miraca yükseldiği bu mukaddes mekânı da korumaya
muktedirdir O.
Bunu
nasıl yapacağı, Yüce Yaradan’ın takdiridir. O gün ebabiller memur edilmişti
Allah’ın mekânını muhafazaya; bugünün ebabillerinden ne haber vardır?
***
Yahudiler
enteresan geleneklere sahiptir, bilirsiniz.
Meselâ
Cumartesi günleri arabaya binmezler, paraya dokunmazlar. Hatta Cumartesi
günleri asansörleri bile çalıştırmazlar.
Uçağa
bindiklerinde -korkudan da olabilir- yol boyunca sallana sallana duâ ederler,
yanında oturanları uyutmazlar. “Payot” dedikleri perçemlerini uzatırlar.
Bir
Yahudi, Yahudi olmayan birinden borç aldıysa, bu borcu ödemek zorunda değildir.
Zaten Yahudi olmayanlara insan gözü ile de bakmazlar, hayvandan farkı yoktur
onlar için.
Böyle
düşündükleri için Filistinlilerin evlerine çökerken ve onları çoluk çocuk kapı
dışarı bırakırken vicdanen rahatsızlık bile duymazlar.
Midye,
karides ve tavşan eti yemezler.
Yahudilerin
bir geleneği de, her Ramazan ayında Mescid-i Aksâ’ya ve el kadar Gazze’ye
saldırmaktır. Bu Ramazan yine yaptılar.
İsrail’in
Aksâ’da ve Gazze’de sergilediği azgınlık ve zulümleri burada sıralayacak
değilim. Buna başlarsam bu yazıya sığmaz. Yaşanan insanlık dışı vahşeti ve
zulmü zaten haber bültenlerinden takip ediyorsunuzdur.
An
itibariyle Filistin’de çoğu kadın ve çocuk olmak üzere 150 şehit olduğunu ve
saldırıların aralıksız devam ettiğini söylemekle yetineyim. Siz bu yazıyı
okuyana kadar şehit sayısının kaça yükseleceğini kestiremiyorum bile…
Maalesef
medenî (!) Batı için Filistin’de yaşanan vahşet, artık haber değeri taşımıyor.
Ve maalesef bizler de alıştık bu bilindik manzaralara.
Ancak
bu kez İsrail’in işgal ettiği topraklarda alışkın olmadığımız şeyler yaşanıyor.
İsrail’in demir kubbesi deliniyor, işgal ettikleri topraklarda hiçbir İsrailli
güvende değil.
Mescid-i
Aksâ yanarken dans eden Yahudilerin günlerinin önemli kısmı şu sıralar sığınaklarda
geçiyor. İşgal altındaki tüm şehirlerde sirenler aralıksız çalıyor. Sokağa
çıkma yasaklarını ve izinlerini El-Kassam Tugayları belirliyor.
Şehirlerdeki
Müslümanlar ayaklanmış ve sokaklara dökülmüş durumda. İşgal altındaki Batı
Şeria, Şufat, Aşdod, Aşkelon, Nablus, Beerşeba, Cenin, Beyt Lahiya, Tul Karam,
Baka el-Garbiye, Yafa, Lod gibi şehirlerde sokak hâkimiyeti Filistinlilere
geçiyor.
Son
sistem askerî teçhizatlarına ve silahlarına rağmen İsrail askeri çaresiz.
İsrail’in
enerji santralleri, petrol tankları, boru hatları alev alev yanıyor.
Ülkeden
kaçmaya çalışan Yahudiler, Ben Gurion Havaalanı’nda izdiham meydana getirmiş vaziyetteler.
Ayrıca
Ürdün, Lübnan ve Mısırlı Müslümanlar da akın akın Filistin sınırına dayanıyorlar.
El-Kassam
Tugayları, Tel Aviv’i altı ay boyunca aralıksız vurabilecek mühimmata sahip
olduklarını ve ateşkese yanaşmayacaklarını açıklıyorlar.
Filistin
topraklarında İsrail için oyunun kuralları can sıkıcı şekilde değişmiş durumda.
Güya
Filistinlileri korumak üzere defaatle bölgeye gelmiş ve hatta İsrail tarafından
vurulmuş olan Birleşmiş Milletler Barış Gücü, yakında hâmisi oldukları İsrail
için yine gelirlerse sürpriz olmasın.
Peki,
Filistin’de ne değişti bu sefer ve bu sefer kazın ayağı öncekilerden neden
farklı dersiniz?
Daha
önce atılan birkaç el yapımı roket Tel Aviv’e bile ulaşamazken, şimdi
yüzlercesi birden nasıl ateşlenebiliyor ve demir kubbeyi delik deşik
edebiliyor?
Bunca
roket ve mühimmat hangi ara, MOSSAD’dan bile habersiz nasıl bir gizlilikle
tedarik ve stok edilebildi?
Demir
kubbe bu roketleri nasıl engelleyemedi?
Bu
sefer ne oldu da üzerine ölü toprağı serpilmiş Filistin halkı sokaklara
döküldü? Bunu sadece “Zincirlerimizden başka kaybedecek bir şeyimiz kalmadı”
öfkesine bağlamak kolaycılık olabilir mi?
Peki,
Ürdün’den, Lübnan’dan, Mısır’dan Filistin sınırına yürüyen Müslümanlara ne
demeli? Sizce daha önce neredeydiler?
Mescid-i
Aksâ’nın çevresinde toplanan Filistinliler, ellerinde Türk bayrakları ve
dillerinde Türkiye’ye dair sloganlar ile direniyorlar. Bunun anlamını
düşündünüz mü?
Filistin’de
bir şeyler değişiyor. Ve bu direniş, Allah’ın izni ile yeni bir kırılmaya ve
kıyama işaret ediyor.
“Ne
işimiz var Suriye’de, Libya’da, Akdeniz’de, Karabağ’da?” diyen tayfa, henüz
“Ne işimiz var Filistin’de?” dememişse, neler olup bittiğini henüz
kavrayamamış olduklarındandır.
Bundan
şikâyetçi olduğumu düşünmeyiniz. Aksi durumda bu yazının konusu Mescid-i Aksâ’nın,
Kudüs’ün önemini ve bölgedeki tarihî sorumluluklarımızı anlatmak üzerine
olabilirdi.
İşler
-biiznillah- biraz yoluna girsin, onlara “eski bir kart atarım Mekke ya da
Kudüs’ten”…
Elimize
mi yapışacak?
Kalınız sağlıcakla efendim.