
SENELER önce gittiğim diş doktorumun
duvarında asılıydı şu söz: “Ne güzel hediyedir hayat!”
Bir
süre zihnimde yer etti. Ne güzel hediye! Hayat ne güzel! Güzel hediye... Güzel
mi? Güzellik de görecelidir; hani sana güzel gelen, bana güzel gelmeyebilir. Hem
hediye geri alınır mı? Yani hayat hediye ise neden ölüm var? Şimdiye kadar kim verdiği
hediyeyi geri istemiş? Demek ki hayat hediye değil de ödünç verilmiş olabilir
mi? Belki… Emanet olabilir mi? Kim bilir…
Bir
mevzu daha var: Hediye dağıtırken adaleti de göz ardı edilmemeli yani birine
altın hediye alırken diğer hediyelerin de aynı değerde ya da ona yakın değerde
olması gerekir.
Nedir
hayat? Nedir zaman? Zaman bizim için çok şey ifade eder, onunla yarışırız;
bazen unutmak istediğimiz şeyleri onunla unuturuz. Her defasında iyi olan
bizizdir, kötü olan zaman. Nesiller hep onun yüzünden bozuldu, değil mi? Genellikle
onun getirdiklerine ayak uydurmalıyız, dışlanırız maazallah. Neticede ne yaparsak
yapalım, olayın olumsuz yanını ona mâl eder, kendimizi onunla aklarız.
Zaman,
geçmiş, an ve geleceği topladığımızda elde ettiğimiz sonuç mu? Yoksa günlük
yaşantımızda randevularımızı aksatmamamız için kullandığımız aksesuar mı? Ya da
hayatımızın yaşadığımız kısmından yaşayacağımız kısmına yaptığımız tek yönlü
yolculuk mu?
Yürüyen
merdivenin tırabzanını silen bir kadını uzaktan seyrettiğinizde, kadının hep
aynı yeri sildiğini görürsünüz; ilk bakışta kadının aynı yeri defalarca siliyor
olması size anlamsız gelir. Oysa biraz yakınlaştığınızda tırabzanın da hareket
ettiğini fark edersiniz. Dolayısıyla kadının sildiği yerin farklı olduğu
gerçeği ile karşılaşırsınız. Zaman bizim için dev bir tırabzan gibi, gündelik
hayatlarımızda hep aynı işleri yapıyor olsak da soluduğumuz havadan tutun, kalp
atışlarımıza kadar hiçbir şey bir an evvelin aynısı olmuyor, olmayacak.
Bir
fotoğrafla durdurmak isteriz zamanı bir başka zamanda hatırlayabilmek adına;
oysa resimdeki siz, sizden çok uzaklardadır, uzaklaşmaktadır.
Kimine
göre çabucak geçer zaman; “hayat” denen hediye altın değerindeyse, ancak bize
verilen hediyeyi beğenmemişsek, işte o zaman geçmek bilmez zaman. Hani dedik ya,
güzellik görecelidir, zaman da öyle. Bilim insanları da öyle diyorlar. Bir şey hızlanınca
o şeyin deneyimlediği zaman yavaşlıyormuş. O şey yavaşlayınca zaman hızlanıyormuş.
Yani ölümsüz olmak istiyorsak ışık gibi olmalıyız. Boş oturanın hâli harap!
Ha
bir de, mekâna (çekim gücü) göre de farklı akarmış zaman, bunu anlamak daha zor.
Şimdi kafam biraz daha karıştı. Yani biri zamanı kalbura koyup yedi kat semada eledi
de uzay boşluğuna farklı zamanlar mı dağıldı acaba? Evvel zaman orada bir yerde
saklı da biz mi göremiyoruz?
Şaka
bir yana, zor meseledir zaman. Hele bunu hayatla ilişkilendirmek daha da zor. Gökyüzünde
parıldayıp sönen harikalar gibidir hayatlarımız, nasıllığını hiç irdelemeden
hem çok sınırlı, sınırlı olduğu kadar değerli, tıpkı zaman gibi hayatımız da
bizim tutumumuza, nazarımıza ve davranışlarımıza nispetle görecelik kazanıyor. Atıl
durumda olmak mı, yoksa bir eser, bir iz bırakmak mı bereketlendirir ömrümüzü? Bir
dokunuş, bir diriliş, bir diriltiş çoğaltıp uzatır hayatı. Yûnus’un dediği gibi:
“Bir hastaya vardın ise/ Bir içim su verdin ise/ Yarın anda karşı gele/ Hak
şarabın içmiş gibi…”
Zaman,
anlaşılması zor, karanlık bir serencam. Hayat, zamanın içinden bize sunulan bir
“an”. Başladığımız noktaya dönebileceğimiz, nihayetini o durduğunda anlayacağımız
bir dönme dolap… Hayat bir emanet, bir ödünç, bir merhamet; emellerimiz
arasından debelenip durduğumuz, “Halidina fiha ebeda” muştusunu umduğumuz,
yokluktan varlığa adım attığımız, Bâkî olana, ebediyete ulaşma noktasında fâniliğin
idrakine varabilmenin şereflenmesidir hayat.