BUGÜN ne giysem? İnsan,
kendine yakıştırdığını değil, insanlığa yakışanı giymeli. Çevrenin bakışlarının
üstümdeki kıyafete değil, bakışlarımın anlattığı şeylere odaklanmasını isterim.
Bakışlarımın, hâl ve hareketlerimin üstümde nasıl durduğu, nasıl izlenimlere
sebep olduğu çok önemli. Kıyafetim temiz ve şıkken çevreyi ve duyguları
kirleten bir bakışımın olması çok üzer beni.
Kalbimin
üstündeki giysi ile davranışlarımın üzerindeki giysinin birbirine uyumlu
olmasını istiyorum. İnsan kendinde dengeyi bulamayınca, yaşantısında da dengeye
ulaşamıyor. Dağılıyor öylece… Karmakarışık bir oda gibi, zihninin içi de karmakarışık
oluyor. Üstündeki kıyafet bir türlü tam oturmuyor. Bir orasını, bir burasını
çekiştirip duruyor. Ya rengi tutmuyor ya da kıyafetin bir kısmı diğer kısmına uyum
sağlamamakta ısrar ediyor.
Şunu
hep gözden kaçırdığımızı düşünüyorum: Üzerimizde, biz istesek de, istemesek de
çok pahalı, eşsiz bir giysi var. İnsan olarak yaratılmış olma kıyafeti… Bu
kıyafetin üstüne zaten hiçbir moda tutmaz. Yine de unutuyoruz. Kendimizi
kıyafetlerle süsleyerek değerli göstermeye çalışıyoruz. Ne hazindir insan olmakla
değil de mâkâmla, güçle, parayla, kıyafetle sahneye çıkıp bir ömür boyu alkış
beklemek! Ne hazindir insanlıktan düşmek! Hepsi birer çöp yığını olacak maddeye
sarılmak sûretiyle mânâ hazînelerinden ve mânâ evreninden mahrum kalmak ne acı
bir kayıptır!
Suç
işleyenleri neden hapse atarlar? Bilirler ki, insanlığın büyük kısmı algısal
olarak zaten kayıptır ve suçluya verilecek en iyi ceza, zoraki kalacağı dar bir
alanda, dört duvar arasında sıkışıp kalmasıdır. O, dört duvar arasında çâresizliği
yaşayacaktır.
Gerçekten
de en büyük ceza, soğuk insanlarla çevrili soğuk bir dört duvar arasına sıkışıp
kalmak mıdır, yoksa sonsuz büyüklükte bir kâinatın tam orta yerinde, sonsuz bir
ilim ve hikmetle yaratılmış insan varlığı içinde kaybolup gitmek mi? Gerçek hapishane
nedir, bilir misiniz? İnsanın sonsuzluk için yaratılmışken nefsinin peşinde
koşarak birkaç “şey” için kendini dar görüşler ve dar kıyafetler içine atıp
sonra da hâlinden memnun (!) olarak yaşamasıdır. Kendini öyle bir hâl içine
sokar ki, bitmeyen meşguliyetleri yüzünden kendi ile tanışacak vakti olmadan
ömrünü tamamlar.
En
şık kıyafet kimdedir? Milyonluk saraylarda, milyonluk kıyafetler içinde olanlarda
mı, yoksa bir ekmeğe muhtaç olduğu hâlde, o tek ekmeği ikiye bölüp kiminle
paylaşabileceğini dert edinende mi? Kimileri süslü elbiselerle de yetinmez;
güzel sözler, bakışlar ve davranış kalıpları ile makyaj yaparlar ki
etraftakiler etkilensin, halk etkilensin… Öven, yücelten, takip eden çok olsun…
Ne
kadar çok övgü, ün ve alkış, o kadar değerli olmak demek. Medyanın en önemli
görevlerinden ve kazanç kapılarından biri bunun üzerine kurulu. İnsanları
etkileyecek kişileri ön plâna çıkarıp iyi makyaj unsurları ile kitleleri ekran
karşısında tutarken örnek alınacak kişi ve davranışları onların özgür iradelerini
devre dışı bırakmak sûretiyle onlar adına belirlemek medyanın işi...
Geçenlerde
sosyal medyada fark ettim, gençler sürekli kendilerine yeni görüntü, yeni
giysi, yeni makyaj malzemesi ya da aksesuar kazandırmak sûretiyle ve de bunu
sosyal medyada paylaşarak çok kişinin görmesini, beğeni yapmasını, dolayısıyla
varlığının onaylanmasını talep etmekteler. Bu noktada tartışılması gereken çok
şey var ama beni en çok etkileyen kısmı şu: Kişi kendine ne eklerse eklesin,
asla kalbini kandıramıyor. Bir kalp başka bir kalpte olanı hissediyor.
Okumasını bilenler ne demek istediğimi iyi anlayacaklar.
Yapmacık
bir gülüş sunan o gözlerin arkasına saklanmış boşluğu çok iyi bilirim ben. Ünü,
zenginliği, müziği, gücü, her şeyi vardır belki ama nedense kalp bir türlü ısınamaz
bu hâllere.
Bir
kişi kendini tanımak için çıkmışsa yola, o zaman bambaşkadır yol da, yolcu da.
Hakikat yolcusunun her hâli şıktır. Üzerine ne giyse temizdir, pâktır. Kokusu
ilim kokar, bakışları öğretir. Kimisi, sırf yaşamış olmak için yaşamaz bu
dünyada. Yaşadığının farkına varıp uyanmaya çalışır. Ne yaşadığını, nasıl
yaşaması gerektiğini araştırır. Elinde olanı nasıl paylaşması gerektiğini
öğrenmeye çalışır. Kendi üstüne giymeye çalıştığı edep, hayâ ve ilim giysisini
çevresine de anlatmaya çalışır. Bilir ki, yaşamdan gâye, paylaşmaktır. O hâlde
paylaşmak da ibâdettir. Paylaşabilmek için elimizde, dilimizde ve kalbimizde
bir şeyler olması gerek. Ekmeği paylaşmak elbette güzel ama ekmeği paylaşan
kalbin niyetini, sevgisini de karşılıksız paylaşması daha güzel! Paylaşmanın
anlamını ve hikmetini çevreye anlatabilmek, aşılayabilmek çok önemli!
İnsanın
kıyafeti, özünü ve içinde var olduğu milletin kültürünü yansıtmalı. Başka
coğrafya ve kültürlerden gelen ziyaretçiler o kıyafette ve içindeki hâl ile
hareketlerde doğru tanımalı bu ülkenin özünü. Yoksa -Allah korusun- yanlış
kimliklerde yanlış tanıtılır özü cevher dolu olan bu milletin değerleri.
Özümüz
rengârenktir bizim. O yüzden kıyafetlerimiz de rengârenktir. Egelisi ayrı,
Karadenizlisi ayrı bir güzeldir… Halk oyunları kültürümüz, gökkuşağını en güzel
yansıtan hazînemizdir bizim. Türkiye Cumhuriyeti, sadece yeraltı ve yerüstü
zenginlikleri ile değil, dünyanın en zengin, en renkli insan coğrafyasına da ev
sahipliği yapması nedeniyle kıskanılan bir ülkedir. Trakya’dan bir girersiniz,
ağzıyla, kıyafetiyle, yemek kültürüyle, sıcacık muhabbetlerle, Marmara’ya, İç
Anadolu’ya, Doğu Anadolu’ya, Güneydoğu’ya, Akdeniz ve Karadeniz’e uzandıkça
renklenen, çeşitlenen, şaşırtan ve öğreten bir zamana tanık olarak bitirirsiniz
geziyi.
Burada
gençlere seslenmek gerek. Modaya değil öze, çevreye değil tarihe bakınız! Özenti
ya da başkaldırış adına kimliksiz kalmayınız! Belki de suçun büyüğü bizde.
Ailede ve okulda size yeterince sahip çıkamadık. Temel bilgileri aktarmaya
çalışırken özümüzü, değerlerimizi ve tarihimizi en güzel şekilde aşılayamadık.
Siz de hemen kendinizi bırakmayın. Damarlarınızdaki asil kanın zaman zaman sizi
nasıl çağırdığını iyi biliyorum. Bu çağrıya kulak verin, vereceğiniz mücadeleye
değecek! Siz bir yandan kendinizi kazandıkça, bu ülke de şanlı tarihini ve
özünü kazanacak.
Özellikle
bu zamanda yaşanan olumsuz gelişmeler bizi rehavete değil, çalışkanlığa itmeli.
Bu ülke her zamankinden daha çok hizmete muhtaç. Dış güçler ve iç düşmanlar
kaybetmemizi, uyanmamamızı beklerken, ihanet ve saldırılarla bizi oyalamaya
çalışırken, zamanı uykuda geçirmek bize yakışmaz diye düşünüyorum. İnsana
yakışan en güzel kıyafetlerden biri de sorumluluk bilincidir; insan olmanın,
birey olmanın, bir aile üyesi olmanın, bir aile yoksa var olmanın sorumluluk bilincini
güzelce giyinip kuşanarak hareket etmenin önemi büyüktür. Milletimizin var olma
ve gelişim sürecinin yükünü ne kadar çok kişiye bölüştürürsek, o kadar rahat
ilerleriz. Yük ağırlaştıkça taşıyan azalırsa, yük kaldırılamayabilir ve düşüş
olabilir.
İnsan
olmanın özelliklerinden biri de unutkanlık. Sahip olduğumuz şeyleri
hatırlamayız da sahip olamadıklarımızı düşünüp dururuz hep. Sabah uyandığımızda
ilk işimiz, olmayan şeyler için can sıkıntısı yaşamaktır çoğu kez. “Yine mi
aynı şeyleri yaşayacağız?” deriz. Zihnimizin gardırobu hep aynı giysilerle dolu
olduğu için, davranış kalıplarımız da hep aynı kalır. Acil olarak ilk yapılması
gereken şey, kendimizi ve yaşadıklarımızı hesaba çekmektir. Zihin evimizin
acilen bakıma alınıp kayıp hazînelerin derin kuyulardan çıkartılması gerek.
İnsanın, en büyük servetlere kalbinde zaten sahipken, sırf unuttuğu için sahte
hazîneler peşinde bir ömür tüketmesi çok üzüntü verici.
Çevreye özentiden ve çevreyi etkileme çabasından ne zaman kurtulabileceğiz? Kendimize ne zaman randevu verip kendimizi tanımaya başlayacağız? Hayret ve hayranlıklar ülkesi olan varlığımız sadece bazı bilim adamlarını mı peşinden koşturacak? Yarın ne giyeceğimizden daha önemli olamayacak mı kim olduğumuz?