Ne ABD, ne Rusya! Yürü Türkiye!

Başkan Erdoğan’ın Putin’den beklentisi, Türkiye’nin Suriye’deki terörist unsurlara karşı gerçekleştireceği muhtemel bir operasyonda zorluk çıkarmaması ve hava sahasını kendisine açmasıdır. ABD’nin Suriye’den çekileceğini Rusya da biliyor, Türkiye’de. Buradaki pozisyonunun vaadi, bir kazan-kazan pozisyonudur. Putin’in bu ortamda Türkiye’siz bir Suriye istediği çok açıktır, ancak bunu gerçekleştirmeye ne gücü yeter, ne de imkânı. Bunu iki yıl önce denediler ve bedelini hem Suriye, hem Libya, hem de Karabağ’da ödediler.

BAŞKAN Erdoğan’ın New York’taki Türk Evi açılışında gazetecilerin soruları üzerine verdiği beyanatın şu kısmı, Türk kamuoyunda oldukça farklı yorumlara yol açtı: Başkan Erdoğan, Türkiye ve Amerika ilişkilerini kastederek, “Temennim odur ki, iki NATO ülkesi olarak birbirimize hasmane değil, dostane davranalım. Ama iki NATO ülkesi olarak şu anki gidiş pek hayra alâmet değil. Benim Başbakan, Cumhurbaşkanı olarak yaklaşık 19 yıllık yöneticilik hayatımda Amerika ile olan münasebetlerimde geldiğimiz nokta maalesef iyi bir nokta değil. Ben oğul Bush ile iyi çalıştım, Sayın Obama ile iyi çalıştım, Sayın Trump ile iyi çalıştım, ama ‘Sayın Biden ile iyi başladık’ diyemem” dedi.

Başkan Erdoğan’ın bu beyanatı içerisinde özellikle “İki NATO ülkesi olarak şu anki gidiş pek hayra alâmet değil” cümlesi, bazı yorumcular ve analistler tarafından çok farklı bir biçimde yorumlandı. Başkan Erdoğan’ın bu cümlesini bir çaresizlik ve hayâl kırıklığı gibi görüp gösteren bazı yorumcuların nerelerden fonlandıklarını ve kimlerin hesabına çalıştıklarını gayet iyi bildiğimiz için üzerinde durmaya bile gerek görmüyoruz.

Ancak beni şaşırtan şey, Başkan Erdoğan ve dolayısıyla Cumhur İttifakı cephesinde yer alan bazı yorumcular arasında da bunu bir zaaf gibi algılayanların bulunmasıdır.

75 yıllık bir alışkanlık icabı olarak hayata bakışını ABD ekseninde ifade eden bir yorumcu kitlesinin son 5-6 yıl içerisinde bozulan ilişkilerden sonra kendilerini yerli ve millî bir zemine oturtmaları elbette kolay değildir. İşte nitelikli yorumculuk ve gazeteciliğin sınırları da buradan başlıyor!

Her şeyimizi ABD’nin kontrol ettiği 75 yıllık mandacılık döneminde gazetecilik yapmak çok kolaydı. Dünyayı ABD medyasının telkinlerine göre algılamak, ABD’li yorumcuların fikirlerini kendi fikriymiş gibi aktarmak ve ABD kavramlarıyla yatıp kalkmak kolay bir işti. ABD mahreçli bu fikirleri aktarıp o endişeleri paylaştığınızda saygın bir yorumcu ve gazeteci muamelesi görmeniz hiç yadırganmıyordu.

Ancak ne zaman ki Türkiye 15 Temmuz ihanetinden sonra dünyayı belirgin bir biçimde kendi millî menfaatlerine göre algılayıp yorumlamaya ve şekillendirmeye başladı, işler değişti. İthal fikirleri kendi düşünceleriymiş gibi paylaşan yorumcu ve gazetecilerimizde şafak attı. Ne söyleyecekler, nasıl söyleyecekler ve özgünlük adına hangi düşünceleri öne süreceklerdi?

Dağarcıklarında özgün bir fikir olmayan bu yorumcular, ömürlerini ABD medyasının illüzyonları içerisinde tükettikleri için, bakış açılarını değiştirerek dünyayı kendi millî zaviyelerinden değerlendirmek yerine eski alışkanlıkların icabı olarak meseleyi ABD ekseninde ele aldılar.

Neymiş efendim, “Türkiye ABD’den kopmuş” da “meseleler içerisinde yapayalnız kalmış” da “her taraftan kuşatılmış ve çok zor durumdaymış” da...

Bu akl-ı evvellere bakılacak olursa, sanki ABD 75 yıldır bizim koçbaşımızmış da karşılaştığımız her güçlüğü bu aleti kullanarak aşıyormuşuz sanılacak. Oysa ABD, bu 75 yıl içerisinde bizi öylesine körleştirdi, öylesine umarsızlaştırdı ki kendi değerlerimizden, kendi çıkarlarımızdan, kendi ufkumuzdan ve kendi medeniyetimizden koptukça koptuk, uzaklaştıkça uzaklaştık. 

Yazıklar olsun ki, dünyaya şekil vermiş, haritalar değiştirmiş, coğrafyaları birbirine bağlamış ve tarihin efendisi olmuş seçkin bir millet, âdeta kaya kovuğundan çıkmış ve daha dünkü türedi bir ulus tarafından mankurt hâle getirilmişti. ABD bayrağını sallayıp kendisine ve değerlerine yabancılaşan bu gafil, işbirlikçi ve hain tayfayı bir tarafa bırakarak meselenin özüne gelelim…

Başkan Erdoğan’ın bu beyanatında “dost ve müttefik” gibi örtmece kelimeleri bir yana bırakarak doğrudan ABD’yi hedef alması bir zaaf değil, yeni bir tavır, bir hodri meydan çağrısı ve bir diplomatik kararlılıktır!

Başkan Erdoğan’ın ABD ile muhtemel bir çatışmayı da göze aldığını ifade eden bu beyanatını bir zaaf ve çaresizlik içinde değil, bir kararlılık ve gözüpeklik hâli içerisinde söylediğini değerlendiriyorum.

Böyle cesur bir cümleyi benim yahut sizin kurmanızın bir önemi yoktur. Ancak bir devlet en tepe noktadan böyle bir cümle kuruyorsa, bu cümlenin arkası boş değildir. Bu bir cümle değil, bir hamledir! Pekâlâ… Nerede göreceğiz bu hamleyi? Elbette Suriye’de!

Bazı erken öten horozlar, Başkan Erdoğan’ın, “Sayın Putin’den çok farklı şeyler bekliyorum” demesini, ABD tarafından terk edilmiş bir ülkenin Rus’un kucağına itilip insafına bırakılması biçiminde algılayıp bir mağlûbiyet psikolojisi içinde yorumladılar. Peki, kazın ayağı öyle miydi?

Başkan Erdoğan, 29 Ekim’deki Soçi Zirvesi’ne kurdun ayağına giden bir kuzu muydu? 

Bu durumu hâlâ böyle görenler, Türkiye’nin 2020 başından beri gösterdiği gücün ne anlama geldiğini bilmeyenlerdir. Türkiye eğer Rusya’ya yem olsaydı, iki yıl önceki İdlib meselesinde yem olur ve 39 vatan evlâdının tabutunu kucaklayarak sınırları içerisine geri dönerdi.

Oysa bu hıyanetin arkasında Rusya’nın olduğunu çok iyi bilen Türkiye, hem Rejim görüntüsü altındaki Rusya ve İran’a gerekli dersi verdi, hem gidip Libya’da ülkenin yarısını dünyanın tümüne karşı kontrol altına aldı, hem de Karabağ’da Azerbaycan’a destek vererek 30 yıllık Rus-Ermeni işgaline son verdi!

O zamanki ortamda bunları yapmaktan çekinmeyen Türkiye, şimdi İdlib’den endişe ederek Rusya’nın önüne kuzu gibi gider mi? Elbette gitmez! Nasıl gider? Muzaffer bir edayla gider…

Meseleye at gözlüğüyle bakanlar, Başkan Erdoğan’ın ABD’yi karşısına alan ve Rusya’ya farklı bir misyon biçen bu cümlesinin arkasındaki gayeyi doğru anlamadılar.

Bendenize öyle geliyor ki, Başkan Erdoğan, bu hamlelik cümlesiyle Suriye hattında ABD’nin bize verdiği sözlere rağmen oradaki terörist unsurları güçlendirip desteklemesini içine sindiremediğini, bu nahoş durumun telâfisi için ABD ile ilişkileri kopararak bu unsurlar üzerine gideceğini kararlılıkla ifade etti.

Başkan Erdoğan’ın Putin’den beklentisi, Türkiye’nin Suriye’deki terörist unsurlara karşı gerçekleştireceği muhtemel bir operasyonda zorluk çıkarmaması ve hava sahasını kendisine açmasıdır. ABD’nin Suriye’den çekileceğini Rusya da biliyor, Türkiye’de. Buradaki pozisyonunun vaadi, bir kazan-kazan pozisyonudur. 

Putin’in bu ortamda Türkiye’siz bir Suriye istediği çok açıktır, ancak bunu gerçekleştirmeye ne gücü yeter, ne de imkânı. Bunu iki yıl önce denediler ve bedelini hem Suriye, hem Libya, hem de Karabağ’da ödediler.

İçimizdeki gafillerin bilmedikleri şey, Türkiye’nin yükselen gücünün ne kadar caydırıcı bir konuma geldiğidir. Şu hususu açıkça söylemekte fayda var: Akıncı’yı envanterine sokan bir Türkiye, ABD ile de çatışmayı göze alır, Rusya’yla da. Amerika ne zaman yanımızdaydı ki şimdi yanımızda olsun? Amerika hep en güçlü şekilde karşımızdaydı ve süreç içerisinde evrilerek en zayıf biçimde karşımıza geldi. Rusya kendisini en güçlü hissettiği zamanda saldırdı ve üç cephede birden ağır bir bedel ödedi.

Aziz okuyucu, ABD’ye ve Rusya’ya rağmen Türkiye, kendi eksenini kurmuş, kendi müttefiklerini bulmuş ve yola çıkmıştır. Onu bu azminden ne Amerika çevirebilir, ne de Rusya. 

Bu bayrağın bir kez daha yükseldiğini gördük ya, inmeyeceğini de göreceğiz!