BAŞKAN Erdoğan’ın New York’taki Türk Evi açılışında
gazetecilerin soruları üzerine verdiği beyanatın şu kısmı, Türk kamuoyunda oldukça
farklı yorumlara yol açtı: Başkan Erdoğan, Türkiye ve Amerika ilişkilerini
kastederek, “Temennim odur ki, iki NATO
ülkesi olarak birbirimize hasmane değil, dostane davranalım. Ama iki NATO
ülkesi olarak şu anki gidiş pek hayra alâmet değil. Benim Başbakan,
Cumhurbaşkanı olarak yaklaşık 19 yıllık yöneticilik hayatımda Amerika ile olan
münasebetlerimde geldiğimiz nokta maalesef iyi bir nokta değil. Ben oğul Bush
ile iyi çalıştım, Sayın Obama ile iyi çalıştım, Sayın Trump ile iyi
çalıştım, ama ‘Sayın Biden ile iyi başladık’ diyemem” dedi.
Başkan Erdoğan’ın bu beyanatı içerisinde özellikle “İki
NATO ülkesi olarak şu anki gidiş pek hayra alâmet değil” cümlesi, bazı
yorumcular ve analistler tarafından çok farklı bir biçimde yorumlandı. Başkan Erdoğan’ın
bu cümlesini bir çaresizlik ve hayâl kırıklığı gibi görüp gösteren bazı
yorumcuların nerelerden fonlandıklarını ve kimlerin hesabına çalıştıklarını
gayet iyi bildiğimiz için üzerinde durmaya bile gerek görmüyoruz.
Ancak beni şaşırtan şey, Başkan Erdoğan ve dolayısıyla
Cumhur İttifakı cephesinde yer alan bazı yorumcular arasında da bunu bir zaaf
gibi algılayanların bulunmasıdır.
75 yıllık bir alışkanlık icabı olarak hayata bakışını
ABD ekseninde ifade eden bir yorumcu kitlesinin son 5-6 yıl içerisinde bozulan
ilişkilerden sonra kendilerini yerli ve millî bir zemine oturtmaları elbette
kolay değildir. İşte nitelikli yorumculuk ve gazeteciliğin sınırları da
buradan başlıyor!
Her şeyimizi ABD’nin kontrol ettiği 75 yıllık
mandacılık döneminde gazetecilik yapmak çok kolaydı. Dünyayı ABD medyasının
telkinlerine göre algılamak, ABD’li yorumcuların fikirlerini kendi fikriymiş
gibi aktarmak ve ABD kavramlarıyla yatıp kalkmak kolay bir işti. ABD mahreçli
bu fikirleri aktarıp o endişeleri paylaştığınızda saygın bir yorumcu ve
gazeteci muamelesi görmeniz hiç yadırganmıyordu.
Ancak ne zaman ki Türkiye 15 Temmuz ihanetinden sonra
dünyayı belirgin bir biçimde kendi millî menfaatlerine göre algılayıp yorumlamaya
ve şekillendirmeye başladı, işler değişti. İthal fikirleri kendi
düşünceleriymiş gibi paylaşan yorumcu ve gazetecilerimizde şafak attı. Ne
söyleyecekler, nasıl söyleyecekler ve özgünlük adına hangi düşünceleri öne
süreceklerdi?
Dağarcıklarında özgün bir fikir olmayan bu yorumcular,
ömürlerini ABD medyasının illüzyonları içerisinde tükettikleri için, bakış
açılarını değiştirerek dünyayı kendi millî zaviyelerinden değerlendirmek yerine
eski alışkanlıkların icabı olarak meseleyi ABD ekseninde ele aldılar.
Neymiş efendim, “Türkiye ABD’den kopmuş” da “meseleler
içerisinde yapayalnız kalmış” da “her taraftan kuşatılmış ve çok zor
durumdaymış” da...
Bu akl-ı evvellere bakılacak olursa, sanki ABD 75
yıldır bizim koçbaşımızmış da karşılaştığımız her güçlüğü bu aleti
kullanarak aşıyormuşuz sanılacak. Oysa ABD, bu 75 yıl içerisinde bizi öylesine
körleştirdi, öylesine umarsızlaştırdı ki kendi değerlerimizden, kendi
çıkarlarımızdan, kendi ufkumuzdan ve kendi medeniyetimizden koptukça koptuk,
uzaklaştıkça uzaklaştık.
Yazıklar olsun ki, dünyaya şekil vermiş, haritalar
değiştirmiş, coğrafyaları birbirine bağlamış ve tarihin efendisi olmuş seçkin
bir millet, âdeta kaya kovuğundan çıkmış ve daha dünkü türedi bir ulus
tarafından mankurt hâle getirilmişti. ABD bayrağını sallayıp kendisine ve
değerlerine yabancılaşan bu gafil, işbirlikçi ve hain tayfayı bir tarafa
bırakarak meselenin özüne gelelim…
Başkan Erdoğan’ın bu beyanatında “dost ve müttefik”
gibi örtmece kelimeleri bir yana bırakarak doğrudan ABD’yi hedef alması bir
zaaf değil, yeni bir tavır, bir hodri meydan çağrısı ve bir diplomatik
kararlılıktır!
Başkan Erdoğan’ın ABD ile muhtemel bir çatışmayı da
göze aldığını ifade eden bu beyanatını bir zaaf ve çaresizlik içinde değil, bir
kararlılık ve gözüpeklik hâli içerisinde söylediğini değerlendiriyorum.
Böyle cesur bir cümleyi benim yahut sizin kurmanızın
bir önemi yoktur. Ancak bir devlet en tepe noktadan böyle bir cümle kuruyorsa,
bu cümlenin arkası boş değildir. Bu bir cümle değil, bir hamledir! Pekâlâ… Nerede
göreceğiz bu hamleyi? Elbette Suriye’de!
Bazı erken öten horozlar, Başkan Erdoğan’ın, “Sayın
Putin’den çok farklı şeyler bekliyorum” demesini, ABD tarafından terk edilmiş
bir ülkenin Rus’un kucağına itilip insafına bırakılması biçiminde algılayıp bir
mağlûbiyet psikolojisi içinde yorumladılar. Peki, kazın ayağı öyle miydi?
Başkan Erdoğan, 29 Ekim’deki Soçi Zirvesi’ne kurdun
ayağına giden bir kuzu muydu?
Bu durumu hâlâ böyle görenler, Türkiye’nin 2020
başından beri gösterdiği gücün ne anlama geldiğini bilmeyenlerdir. Türkiye eğer
Rusya’ya yem olsaydı, iki yıl önceki İdlib meselesinde yem olur ve 39 vatan
evlâdının tabutunu kucaklayarak sınırları içerisine geri dönerdi.
Oysa bu hıyanetin arkasında Rusya’nın olduğunu
çok iyi bilen Türkiye, hem Rejim görüntüsü altındaki Rusya ve İran’a
gerekli dersi verdi, hem gidip Libya’da ülkenin yarısını dünyanın tümüne karşı
kontrol altına aldı, hem de Karabağ’da Azerbaycan’a destek vererek 30 yıllık
Rus-Ermeni işgaline son verdi!
O zamanki ortamda bunları yapmaktan çekinmeyen
Türkiye, şimdi İdlib’den endişe ederek Rusya’nın önüne kuzu gibi gider mi?
Elbette gitmez! Nasıl gider? Muzaffer bir edayla gider…
Meseleye at gözlüğüyle bakanlar, Başkan Erdoğan’ın ABD’yi
karşısına alan ve Rusya’ya farklı bir misyon biçen bu cümlesinin arkasındaki
gayeyi doğru anlamadılar.
Bendenize öyle geliyor ki, Başkan Erdoğan, bu hamlelik
cümlesiyle Suriye hattında ABD’nin bize verdiği sözlere rağmen oradaki terörist
unsurları güçlendirip desteklemesini içine sindiremediğini, bu nahoş durumun
telâfisi için ABD ile ilişkileri kopararak bu unsurlar üzerine gideceğini kararlılıkla
ifade etti.
Başkan Erdoğan’ın Putin’den beklentisi, Türkiye’nin
Suriye’deki terörist unsurlara karşı gerçekleştireceği muhtemel bir operasyonda
zorluk çıkarmaması ve hava sahasını kendisine açmasıdır. ABD’nin Suriye’den
çekileceğini Rusya da biliyor, Türkiye’de. Buradaki pozisyonunun vaadi, bir
kazan-kazan pozisyonudur.
Putin’in bu ortamda Türkiye’siz bir Suriye istediği
çok açıktır, ancak bunu gerçekleştirmeye ne gücü yeter, ne de imkânı. Bunu iki
yıl önce denediler ve bedelini hem Suriye, hem Libya, hem de Karabağ’da
ödediler.
İçimizdeki gafillerin bilmedikleri şey, Türkiye’nin
yükselen gücünün ne kadar caydırıcı bir konuma geldiğidir. Şu hususu açıkça
söylemekte fayda var: Akıncı’yı envanterine sokan bir Türkiye, ABD ile de
çatışmayı göze alır, Rusya’yla da. Amerika ne zaman yanımızdaydı ki şimdi
yanımızda olsun? Amerika hep en güçlü şekilde karşımızdaydı ve süreç içerisinde
evrilerek en zayıf biçimde karşımıza geldi. Rusya kendisini en güçlü hissettiği
zamanda saldırdı ve üç cephede birden ağır bir bedel ödedi.
Aziz okuyucu, ABD’ye ve Rusya’ya rağmen Türkiye, kendi
eksenini kurmuş, kendi müttefiklerini bulmuş ve yola çıkmıştır. Onu bu azminden
ne Amerika çevirebilir, ne de Rusya.
Bu bayrağın bir kez daha yükseldiğini gördük ya,
inmeyeceğini de göreceğiz!