
“NA to kefari na to
mermari.” (Yunanca
deyim)
***
Pek Muhterem Kari,
Sefinemizi bu kez ziyadesiyle dikkat eyleyerek bihakkın saklamam gerektiğinin
farkındayım. Öyle ki, olur da başıma bir şey gelir ve aylar sonra sefine
birileri tarafından bulunacak olsa bile motörü paslanmış, hareketli aksamı
çalışmaz hâle gelmiş, her tarafı pul pul dökülmüş, çalıştırılmak istense dahi
muvafık netice alınamayacak bir vaziyette olmalı.
Bu yüzden sefinemizi şehrin epeyce dışında bulunan Pizzocalvo civarındaki ormanlık
alana, Idice ırmağına yakın bir noktaya indiriyorum. Sefinemizi artık kurumuş,
yaprakları dökülmüş dal parçaları ile epeyce gizlemekle iktifa etmiyor, yakıt
deposunu boşaltıyor, ateşleme sisteminin kablolarını ve nişangâhları söküyor, dönüş
yolu için beraberimde getirdiğim bir teneke yakıt ile birlikte sefineden epeyce
uzak bir noktada bulduğum bir hayvan kovuğunun içine saklıyorum.
Sefine bu hâliyle bulunmuş olsa dahi, bulanların pek de işine yarayacak vaziyette
değil açıkçası.
Soğuk bir Kasım sabahı… Kurumuş dallar, çimenleri, yaprakları, hâsılı her tarafı
camdan bir örtü gibi saran çiy taneleri acele etmeden buharlaştıkça zaten ziyadesiyle
mukassi olan ormanı, ruhlar âleminin içtima alanı gibi tahayyül etmeme
sebebiyet veriyor. Ağaçların, çalıların ve otların arasından fışkıran buğular,
kimi zaman siyah cübbemi yalayarak, kimi vakit elime ve yüzüme soğuk
ıslaklığını bulaştırarak ve nihayetinde içimde ürkütücü bir his bırakarak ve
dahi eminim ne yaptığımı anlamaya çalışarak göğe yükselen ruhlar gibi titreye
titreye uçuyor, ağaçların uçlarının bittiği noktada bir an arkasında alaimisema
bırakarak yok oluyorlar.
“Vuslata erdiğinde şems ile kamer/ Diyar-ı ecnebide ol şehr-i ahmer/ İki
kat altında bekliyor talibin/ İki parmaklı yed-i ehl-i salibin…”
Öğleye doğru bu kızıl şehrin üzerinde şems ile kamer vuslata erecek, şehre
karanlık çökecek, bir tutulma yaşanacak. Yapmam gerekenleri işte bu tutulma esnasında
yapmam gerekecek.
“Ol muammayı çözdüysen filhakika/ Kâfi gelecek sana aşrin dakika…”
Idice ırmağını takip ederek Via Emilia yoluna çıkıyorum. Kuzeybatı yönüne,
kızıl evlerin kızıl çatılarındaki kızıl bacalardan çıkan kızıl dumanların kızıl
bir yorgan gibi örttüğü şehre doğru yola revan oluyorum. Tek tük geçen atlı
arabalardan biri yanımda duruyor, samanların arasına oturuyorum ve taş döşeli
yoldaki tekerlek tıngırtılarını dinleyerek şehrin girişine kadar geliyorum:
“Grazie mille, giovani!”
Kızıl binaların Maggiore Caddesi boyunca uzanan tonozları altından dikkat
çekmemeye çalışarak, sakin adımlarla şehrin merkezine doğru ilerliyorum. Vakit
yaklaşıyor.
“İki parmaklı yed-i ehl-i salibin…”
Şehrin merkezinde bir elin iki parmağı gibi göğe yükselen Le due Torri, bu
caddenin sonunda beni bekliyor. Burası Kızıl Şehir (şehr-i ahmer) Bologna’nın kalbinin
attığı yer.
Şehre grilik çökmeye başladığında benim gibi siyah cübbeli ve kukuletalı keşişler
Le due Torri’den (İkiz Kule) çıkıp tek sıra hâlinde ilerleyerek hemen yanı
başındaki Rönesans tarzı bir Roma Katolik kilisesi olan Saint Bartholomeo
Kilisesi’ne geçiyorlar.
Benim için kum saati ters dönmüş durumda; kumlar saatin alt kısmına doğru
akmaya başladı ve en fazla yirmi dakikam var. Kiliseden havalı org eşliğinde baba-oğul-kutsal
ruh, Bakire Meryem, Vaftizci Yahya ve azizlerin ruhları için ilâhi sesleri dalga
dalga kulağıma kadar geliyor ay güneşin önüne set olmaya başladığı anda. Hava
hızla kararıyor, elimi çabuk tutmalıyım!
Korku ve gerilim filmlerinde rahat koltuğumda izlerken bile def gibi
gerildiğim bir sahnenin ortasındayım şimdi; adrenalinim tavan yapmış ve kalbim
göğüs kafesime sığmıyor adeta. Heyecandan kulaklarım zonkluyor.
Kimseye görünmediğime emin olarak -ki herkes güneş tutulmasına dikkat
kesilmiş ve keşişler yandaki kilisede tutulma için düzenlenen ayindeler- Le due
Torri’nin kararmış ahşap kapısını aralayıp usulca içeri süzülüyorum. Bologna
semaları artık enikonu kararmış durumda.
Duvardaki meşalelerin aydınlattığı kesme taşlardan yapılmış galeriden iki
kat aşağı indikçe tüm kulenin ağırlığını sırtımda hissediyorum sanki, nefes
almakta bile zorlanıyorum. İçime çektiğim rutubetli hava ciğerlerime kirpi
dikeni gibi saplanıyor her nefesimde.
İki kat aşağıda ve galerinin sonunda yeni bir ahşap kapı karşılıyor beni.
Titreyerek elim kapının koluna gidiyor lâkin umduğum da başıma geliyor; kapı
kilitli!
İçinde bulunduğum gerilim filminin bu sahnesi burada bitiyor sanıyorum, soğuk
terler akıyor sırtımdan. Buraya kadar gelmişken geri de dönemem.
Gayriihtiyari elim cebime gidiyor, kapıyı açabilmek için bir şeyler bulmam
lâzım. O da nesi? Süleymaniye’de Yusuf’un verdiği anahtar elime geliyor ve
Yusuf’un söyledikleri de aklıma: “Hangi anahtarın hangi kilidi açacağını
Allah bilir abi.”
O kapı, bu kapı olabilir mi Yusuf? Lütfen öyle olsun! Buna şu an, buraya
kadar gelmişken çok ihtiyacım var!
***
Muhterem
Dostlar,
Bugünkü
tayy-i zaman serüvenimizde sizleri 72 sene evvele, 24 Kasım 1950 sabahına götüreceğim
inşallah. Zaman nişangâhından sonra mekân nişangâhını da elan Kuzey Kore’de
bulunan Tokchon’a ayarlıyoruz. Yine bizi sıkıntılı bir gün bekliyor, hakkınızı
helâl ediniz. Hazırsanız motör çalışsın, kasnaklar dönmeye başlasın. Fiyuvvv,
fiyuvvv, fiyuvvv… Ya Allah, ya bismillah!
Günün ilk
ışıklarının toprağa ulaşmaya muvaffak olamadığı sık çalılıklarla örtülü bu
ormanlık arazide Mehmetçik elleri tetikte, kulakları kirişte, yay gibi gerilmiş
vaziyette karşıdan gelecek düşmanını bekliyor. Bir taraftan da binbir tuzakla
dolu, ucu bucağı olmadığı hissini veren bu ormanlık arazide milim milim
ilerliyor.
Biliyorlar
-aslında en fazla bir ay önce öğrendiler- sarı benizli, kısa boylu Çinli
askerlerin ne kadar sessizce, çalıları bile kıpırdatmadan ve hatta börtü böceğe
dahi duyurmadan ensenize kadar gelebilecek maharete sahip olduklarını.
Kimisi bundan
daha beş ay mukaddem TBMM’nin Kore’ye asker göndermeye karar verdiğinde henüz
asker bile değildi ve 30 Haziran 1950 tarihinde radyo başında ajansları
dinlerken başlarına neler geleceği akıllarından dahi geçmiyordu hatta.
Türkiye
artan “Rusya tehdidine” karşı NATO’ya üye olmak istiyordu ve bir şey almadan
vermek asla ve kat’a Beyaz adama göre bir şey değildi. NATO’ya girilecek, “Rus
tehdidine” karşı emniyet sağlanacaktı ve bunun için küçük bir fedakârlık yapmamız
gerekiyordu. ABD’nin yanında Çin’e karşı savaşmamız icap ediyordu.
Tuğgeneral
Tahsin Yazıcı komutasındaki 259 subay, 18 askerî memur, 4 sivil memur, 395
astsubay, 4 bin 414 erbaş ve er olmak üzere 5 bin 90 kişilik 1’inci Türk
Tugayı, 17 Eylül 1950’de İskenderun Limanı’ndan törenlerle ve dualarla uğurlanmıştı.
Bir ay sonra,
17 Ekim 1950 günü Türk birliği, Busan Limanı’na ulaşmıştı. Askerin -subaylar da
dâhil olmak üzere- kahir-i ekserisi ne için burada olduklarını ve kiminle
birlikte kime karşı savaşacaklarını dahi bilmiyordu. Ve bu savaşın ne şartlarda
olacağını ise hiçbirisi…
İşte şimdi o
şeraitin içerisinde, bileklerine kadar çamura battıkları, dünyanın bilmedikleri
bir coğrafyasında, bilmedikleri bir ormanda, dillerini bilmedikleri
müttefikleri (!) ile bilmedikleri bir düşmana karşı tetikte bekliyor Mehmetçik.
Bilmedikleri
iki şey daha var şu anda Türk askerinin: Düşman arkalarını sarmış durumda ve
sessizce yaklaşıyor. Ve de durumu fark eden ABD ve Güney Kore birlikleri çoktan
geri çekildiler ve Mehmetçik’i habersiz bir vaziyette kaderlerine teslim
ettiler. Türk askerinin gözü kulağı kuzey yönünde iken, güneyden önce mermi
yağmuru başlıyor, ardından da Yecüc-Mecüc kavmi gibi Çinlilerin süngülü
saldırısı.
Mehmetçik
arkasından gafil avlanmış ve epeyce şehit vermiş olsa da süngü savaşında her
zaman iyidir. Muhasara altına alınan Türk birliği bir taraftan direnirken,
diğer taraftan da Chongdong nehrine doğru ilerleyerek kuşatma çemberini kırmaya
çalışıyor.
Kimi asker,
tarafı olmadığı bu savaşta vurulup çalıların arasında kaybolurken kimisi de
çevresini saran üç beş Çinli askeri süngüsüyle püskürtebilme gayretinde. Türk
birliği zayiat vere vere ama yine de mertçe savaşarak kuşatmayı deliyor. Chongdong
nehrine kadar inebiliyor ve ırmağın kovuklarını siper ederek, etlerine yapışan
sülüklerle mücadele ederek güneye doğru geri çekiliyor.
Bugün,
burada, vatandan 7 bin 500 kilometre uzakta kaç vatan evladı can verdi, kaçı
kayboldu ve naaşı bulunamadı, kurda kuşa yem oldu, kaçı esir alındı ve esaret
altında işkencelerle can verdi, Allah’tan başka kimse bilmiyor!
Beklenmedik
bir mukavemet ve mukabele ile karşılaşan Çinliler, savaşmakta oldukları
askerlerin Türk olduğunu anlıyorlar. Bin yıl sonra yeniden karşılarına çıkan
Türklerle daha fazla mücadele edip daha fazla kayıp vermek istemiyorlar; bugünü
kısa günün kârı sayıp güvenli şekilde ve yine sessizce geri çekiliyorlar.
Üç yıl süren
ve kimsenin neden başlayıp nasıl bittiğini bilmediği (ve de aslında yetmiş
yıldır kısık ateşte devam eden) bu savaşta takriben 15 bin Türk askeri görev alacaktır.
Aslında bir tarafı olmadığımız bu anlamsız savaşın bilânçosu bizim için oldukça
ağır olacaktır. Savaşın sonunda Türk askeri yeniden vatanına dönerken geride
721 şehit, 175 kayıp, 234 esir bırakacaktır. Yurda dönen gemiler 2 bin 147
yaralı askerimizi taşıyordur aynı zamanda...
Henüz Kore
Savaşı devam ederken, ABD 1951’in Mayıs’ında Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesi
yönündeki teklifini sunacak, 20 Eylül 1951’de NATO Bakanlar Konseyi
toplantısında bu teklif kabul edilecek ve TBMM’nin 18 Şubat 1952’deki onayı ile
Türkiye NATO’ya resmen girmiş olacaktır.
Türk askeri
arkasında kayıplar bırakarak geri çekildiğinde ormanı yeniden ürkütücü bir
sessizlik kaplıyor. Görmesem de, seslerini duymasam da Çinli askerlerin hâlâ
buralarda olduğunu, bir çalının arkasında nefes bile almadan, avını bekleyen
yırtıcı bir hayvan misali beklediklerini ve belki de merakla beni izlediklerini
hissediyorum. Geri dönüş yolunda, otların arasında ensesinden vurulmuş ve yüzüstü
yatmakta olan bir Mehmetçik görüyorum. Diz çöküp şehidi ters çeviriyorum.
Yüzünde melekleri görmüş gibi huzur dolu bir gülümseme, elinde de kırış kırış
olmuş, ıslanmış, kan bulaşmış siyah beyaz bir fotoğraf var.
Fotoğrafı
alıp yakından bakıyorum. Kasketli, gür bıyıklı, geniş alınlı, sert bakışlı ama
yakışıklı bir adam, yanında yemenili, utangaç, fotoğraf makinesine bile bakmaya
çekindiği her hâlinden belli olan bir kadın… Kucaklarında bir yahut iki
yaşlarında, melekleri görmüş gibi gülümseyen bir çocuk oturuyor. Fotoğrafı
şehidin sol göğüs cebine sokuyorum. Yanı başında o gün, orada hayatını kaybeden
tüm şehitlerimiz için Fatiha okuyorum. Ruhları şad olsun!
Dönme
vaktidir dostlar!
***
Pek Muhterem Kari,
NATO’ya girdiğimiz 1952’den günümüze kadar geçen yetmiş yılda, her ne kadar
dağılana kadar Varşova Paktı ve “Rusya tehdidine” karşı güvende (!) olsak da,
bu süre zarfında bu tek taraflı ilişkide “veren” taraf hep biz olduk.
Sadece Kore’de binin üzerinde şehit vermekle kalmadık. NATO’ya ülkemizde
üsler verdik. Afganistan, Somali, Etiyopya, Irak, Libya, Aden Körfezi gibi en
sıkıntılı yerlere NATO için asker verdik. 1992’deki NATO tatbikatında Muavenet
zırhlımızı kazara atılmış (!) bir NATO füzesine kurban verdik. Arkasında
NATO’nun olduğu darbelerde bu ülkenin onlarca yılını, yüzlerce evladını, Başbakanlarını,
bakanlarını verdik…
Çekiç Güç’ün ülkemizden defolup gitmesi için irade ortaya koyan Jandarma
Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis Paşamızı hain bir suikast sonucu şehit
verdik. NATO’nun beslediği, binlerce tır ve uçak dolusu silah yardımı yaptığı
YPG-PYD-PKK’ya yüzlerce, binlerce askerimizi ve vatandaşımızı feda verdik. Ve
en son 15 Temmuz 2016 gecesi, NATO karargâhından yönetilen darbe teşebbüsünde bir
gecede 251 şehit verdik. O gece ölümüne direnmeseydik, belki bu cennet vatanı
da vermiş olacaktık. Allah muhafaza!
Velhasıl, yetmiş yıldır verdik de verdik, verdik de verdik…
Yetmiş yılın sonunda ilk kez “alan” taraf oluyoruz NATO’da. İsveç ve
Finlandiya’nın NATO üyelikleri için ciddî şartlarımız ve beklentilerimiz
mevcut. Bunlar bir memorandum ile karşılıklı olarak imza altına alındı. Bu
memorandumla İsveç ile Finlandiya ve de aslında resmî metne girmiş olması
hasebiyle tüm NATO devletleri, YPG ve uzantıları ile birlikte FETÖ’yü de terör
örgütü olarak kabul etmiş oluyorlar.
Terör örgütlerine bugüne dek verdikleri resmî, gayr-ı resmî, görünen,
görünmeyen, direkt ve dolaylı desteklerini kesme sözü alınmış oldu. İadesi
istenen terör örgütü üyelerinin iade edilmeleri zapta bağlandı ve bu süreç hâlihazırda
başlamış durumda. Bunlar ve bütün diğer şartların yerine getirilip
getirilmediğini denetlemek için yönetiminde olduğumuz bir komisyon kuruldu.
Yetmiş yılda NATO’ya verdiklerimizin yanında son derece mütevazı olsa da,
bu kazanımlar bir müessese açıldığında siftah olarak yere atılan ve sonradan müessese
sahibi tarafından çerçeveletilip başköşeye asılan elli lira gibi son derece
kıymetlidir.
Türkiye yeniden kazandığı askerî, ekonomik, siyâsî, coğrafî ve diplomatik
sıkleti ile artık NATO’nun edilgen ve hep veren üyesi olmaktan çıkmış, artık
masanın alan, isteyen, yöneten ve etken tarafına geçmiştir. Bakmayınız arada
çıkan çatlak seslere ve dudak bükenlere, artık yeni bir dünya kuruluyor ve
Türkiye, bu dünyada (yaşadığı tüm sıkıntılara rağmen) artık başköşede oturuyor.
Türkiye’siz ve Türkiye’ye rağmen kurulan masaları deviriyor. Gerekirse kendi
masasını kuruyor, kendi hamlelerini yapıyor.
Bunları görmek istemeyen gözlere, duymak istemeyen kulaklara, anlamak istemeyen
akıllara anlatmaktan vazgeçtim artık. Tecrübelerimle gördüm ki, bunlardaki NATO
kafa, NATO mermer!
Kalınız sağlıcakla efendim…