NATO kafa, nato mermer

Sadece Kore’de binin üzerinde şehit vermekle kalmadık. NATO’ya ülkemizde üsler verdik. Afganistan, Somali, Etiyopya, Irak, Libya, Aden Körfezi gibi en sıkıntılı yerlere NATO için asker verdik. 1992’deki NATO tatbikatında Muavenet zırhlımızı kazara atılmış (!) bir NATO füzesine kurban verdik. Arkasında NATO’nun olduğu darbelerde bu ülkenin onlarca yılını, yüzlerce evladını, Başbakanlarını, bakanlarını verdik…

NA to kefari na to mermari.” (Yunanca deyim)

***

Pek Muhterem Kari,

Sefinemizi bu kez ziyadesiyle dikkat eyleyerek bihakkın saklamam gerektiğinin farkındayım. Öyle ki, olur da başıma bir şey gelir ve aylar sonra sefine birileri tarafından bulunacak olsa bile motörü paslanmış, hareketli aksamı çalışmaz hâle gelmiş, her tarafı pul pul dökülmüş, çalıştırılmak istense dahi muvafık netice alınamayacak bir vaziyette olmalı.

Bu yüzden sefinemizi şehrin epeyce dışında bulunan Pizzocalvo civarındaki ormanlık alana, Idice ırmağına yakın bir noktaya indiriyorum. Sefinemizi artık kurumuş, yaprakları dökülmüş dal parçaları ile epeyce gizlemekle iktifa etmiyor, yakıt deposunu boşaltıyor, ateşleme sisteminin kablolarını ve nişangâhları söküyor, dönüş yolu için beraberimde getirdiğim bir teneke yakıt ile birlikte sefineden epeyce uzak bir noktada bulduğum bir hayvan kovuğunun içine saklıyorum.

Sefine bu hâliyle bulunmuş olsa dahi, bulanların pek de işine yarayacak vaziyette değil açıkçası.

Soğuk bir Kasım sabahı… Kurumuş dallar, çimenleri, yaprakları, hâsılı her tarafı camdan bir örtü gibi saran çiy taneleri acele etmeden buharlaştıkça zaten ziyadesiyle mukassi olan ormanı, ruhlar âleminin içtima alanı gibi tahayyül etmeme sebebiyet veriyor. Ağaçların, çalıların ve otların arasından fışkıran buğular, kimi zaman siyah cübbemi yalayarak, kimi vakit elime ve yüzüme soğuk ıslaklığını bulaştırarak ve nihayetinde içimde ürkütücü bir his bırakarak ve dahi eminim ne yaptığımı anlamaya çalışarak göğe yükselen ruhlar gibi titreye titreye uçuyor, ağaçların uçlarının bittiği noktada bir an arkasında alaimisema bırakarak yok oluyorlar.

Vuslata erdiğinde şems ile kamer/ Diyar-ı ecnebide ol şehr-i ahmer/ İki kat altında bekliyor talibin/ İki parmaklı yed-i ehl-i salibin…”

Öğleye doğru bu kızıl şehrin üzerinde şems ile kamer vuslata erecek, şehre karanlık çökecek, bir tutulma yaşanacak. Yapmam gerekenleri işte bu tutulma esnasında yapmam gerekecek.

Ol muammayı çözdüysen filhakika/ Kâfi gelecek sana aşrin dakika…

Idice ırmağını takip ederek Via Emilia yoluna çıkıyorum. Kuzeybatı yönüne, kızıl evlerin kızıl çatılarındaki kızıl bacalardan çıkan kızıl dumanların kızıl bir yorgan gibi örttüğü şehre doğru yola revan oluyorum. Tek tük geçen atlı arabalardan biri yanımda duruyor, samanların arasına oturuyorum ve taş döşeli yoldaki tekerlek tıngırtılarını dinleyerek şehrin girişine kadar geliyorum: “Grazie mille, giovani!”

Kızıl binaların Maggiore Caddesi boyunca uzanan tonozları altından dikkat çekmemeye çalışarak, sakin adımlarla şehrin merkezine doğru ilerliyorum. Vakit yaklaşıyor.

“İki parmaklı yed-i ehl-i salibin…”

Şehrin merkezinde bir elin iki parmağı gibi göğe yükselen Le due Torri, bu caddenin sonunda beni bekliyor. Burası Kızıl Şehir (şehr-i ahmer) Bologna’nın kalbinin attığı yer.

Şehre grilik çökmeye başladığında benim gibi siyah cübbeli ve kukuletalı keşişler Le due Torri’den (İkiz Kule) çıkıp tek sıra hâlinde ilerleyerek hemen yanı başındaki Rönesans tarzı bir Roma Katolik kilisesi olan Saint Bartholomeo Kilisesi’ne geçiyorlar.

Benim için kum saati ters dönmüş durumda; kumlar saatin alt kısmına doğru akmaya başladı ve en fazla yirmi dakikam var. Kiliseden havalı org eşliğinde baba-oğul-kutsal ruh, Bakire Meryem, Vaftizci Yahya ve azizlerin ruhları için ilâhi sesleri dalga dalga kulağıma kadar geliyor ay güneşin önüne set olmaya başladığı anda. Hava hızla kararıyor, elimi çabuk tutmalıyım!

Korku ve gerilim filmlerinde rahat koltuğumda izlerken bile def gibi gerildiğim bir sahnenin ortasındayım şimdi; adrenalinim tavan yapmış ve kalbim göğüs kafesime sığmıyor adeta. Heyecandan kulaklarım zonkluyor.

Kimseye görünmediğime emin olarak -ki herkes güneş tutulmasına dikkat kesilmiş ve keşişler yandaki kilisede tutulma için düzenlenen ayindeler- Le due Torri’nin kararmış ahşap kapısını aralayıp usulca içeri süzülüyorum. Bologna semaları artık enikonu kararmış durumda.

Duvardaki meşalelerin aydınlattığı kesme taşlardan yapılmış galeriden iki kat aşağı indikçe tüm kulenin ağırlığını sırtımda hissediyorum sanki, nefes almakta bile zorlanıyorum. İçime çektiğim rutubetli hava ciğerlerime kirpi dikeni gibi saplanıyor her nefesimde.

İki kat aşağıda ve galerinin sonunda yeni bir ahşap kapı karşılıyor beni. Titreyerek elim kapının koluna gidiyor lâkin umduğum da başıma geliyor; kapı kilitli!

İçinde bulunduğum gerilim filminin bu sahnesi burada bitiyor sanıyorum, soğuk terler akıyor sırtımdan. Buraya kadar gelmişken geri de dönemem.

Gayriihtiyari elim cebime gidiyor, kapıyı açabilmek için bir şeyler bulmam lâzım. O da nesi? Süleymaniye’de Yusuf’un verdiği anahtar elime geliyor ve Yusuf’un söyledikleri de aklıma: “Hangi anahtarın hangi kilidi açacağını Allah bilir abi.

O kapı, bu kapı olabilir mi Yusuf? Lütfen öyle olsun! Buna şu an, buraya kadar gelmişken çok ihtiyacım var!

***


Muhterem Dostlar,

Bugünkü tayy-i zaman serüvenimizde sizleri 72 sene evvele, 24 Kasım 1950 sabahına götüreceğim inşallah. Zaman nişangâhından sonra mekân nişangâhını da elan Kuzey Kore’de bulunan Tokchon’a ayarlıyoruz. Yine bizi sıkıntılı bir gün bekliyor, hakkınızı helâl ediniz. Hazırsanız motör çalışsın, kasnaklar dönmeye başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv… Ya Allah, ya bismillah!

Günün ilk ışıklarının toprağa ulaşmaya muvaffak olamadığı sık çalılıklarla örtülü bu ormanlık arazide Mehmetçik elleri tetikte, kulakları kirişte, yay gibi gerilmiş vaziyette karşıdan gelecek düşmanını bekliyor. Bir taraftan da binbir tuzakla dolu, ucu bucağı olmadığı hissini veren bu ormanlık arazide milim milim ilerliyor.

Biliyorlar -aslında en fazla bir ay önce öğrendiler- sarı benizli, kısa boylu Çinli askerlerin ne kadar sessizce, çalıları bile kıpırdatmadan ve hatta börtü böceğe dahi duyurmadan ensenize kadar gelebilecek maharete sahip olduklarını.

Kimisi bundan daha beş ay mukaddem TBMM’nin Kore’ye asker göndermeye karar verdiğinde henüz asker bile değildi ve 30 Haziran 1950 tarihinde radyo başında ajansları dinlerken başlarına neler geleceği akıllarından dahi geçmiyordu hatta.

Türkiye artan “Rusya tehdidine” karşı NATO’ya üye olmak istiyordu ve bir şey almadan vermek asla ve kat’a Beyaz adama göre bir şey değildi. NATO’ya girilecek, “Rus tehdidine” karşı emniyet sağlanacaktı ve bunun için küçük bir fedakârlık yapmamız gerekiyordu. ABD’nin yanında Çin’e karşı savaşmamız icap ediyordu.

Tuğgeneral Tahsin Yazıcı komutasındaki 259 subay, 18 askerî memur, 4 sivil memur, 395 astsubay, 4 bin 414 erbaş ve er olmak üzere 5 bin 90 kişilik 1’inci Türk Tugayı, 17 Eylül 1950’de İskenderun Limanı’ndan törenlerle ve dualarla uğurlanmıştı.

Bir ay sonra, 17 Ekim 1950 günü Türk birliği, Busan Limanı’na ulaşmıştı. Askerin -subaylar da dâhil olmak üzere- kahir-i ekserisi ne için burada olduklarını ve kiminle birlikte kime karşı savaşacaklarını dahi bilmiyordu. Ve bu savaşın ne şartlarda olacağını ise hiçbirisi…

İşte şimdi o şeraitin içerisinde, bileklerine kadar çamura battıkları, dünyanın bilmedikleri bir coğrafyasında, bilmedikleri bir ormanda, dillerini bilmedikleri müttefikleri (!) ile bilmedikleri bir düşmana karşı tetikte bekliyor Mehmetçik.

Bilmedikleri iki şey daha var şu anda Türk askerinin: Düşman arkalarını sarmış durumda ve sessizce yaklaşıyor. Ve de durumu fark eden ABD ve Güney Kore birlikleri çoktan geri çekildiler ve Mehmetçik’i habersiz bir vaziyette kaderlerine teslim ettiler. Türk askerinin gözü kulağı kuzey yönünde iken, güneyden önce mermi yağmuru başlıyor, ardından da Yecüc-Mecüc kavmi gibi Çinlilerin süngülü saldırısı.

Mehmetçik arkasından gafil avlanmış ve epeyce şehit vermiş olsa da süngü savaşında her zaman iyidir. Muhasara altına alınan Türk birliği bir taraftan direnirken, diğer taraftan da Chongdong nehrine doğru ilerleyerek kuşatma çemberini kırmaya çalışıyor.

Kimi asker, tarafı olmadığı bu savaşta vurulup çalıların arasında kaybolurken kimisi de çevresini saran üç beş Çinli askeri süngüsüyle püskürtebilme gayretinde. Türk birliği zayiat vere vere ama yine de mertçe savaşarak kuşatmayı deliyor. Chongdong nehrine kadar inebiliyor ve ırmağın kovuklarını siper ederek, etlerine yapışan sülüklerle mücadele ederek güneye doğru geri çekiliyor.

Bugün, burada, vatandan 7 bin 500 kilometre uzakta kaç vatan evladı can verdi, kaçı kayboldu ve naaşı bulunamadı, kurda kuşa yem oldu, kaçı esir alındı ve esaret altında işkencelerle can verdi, Allah’tan başka kimse bilmiyor!

Beklenmedik bir mukavemet ve mukabele ile karşılaşan Çinliler, savaşmakta oldukları askerlerin Türk olduğunu anlıyorlar. Bin yıl sonra yeniden karşılarına çıkan Türklerle daha fazla mücadele edip daha fazla kayıp vermek istemiyorlar; bugünü kısa günün kârı sayıp güvenli şekilde ve yine sessizce geri çekiliyorlar.

Üç yıl süren ve kimsenin neden başlayıp nasıl bittiğini bilmediği (ve de aslında yetmiş yıldır kısık ateşte devam eden) bu savaşta takriben 15 bin Türk askeri görev alacaktır. Aslında bir tarafı olmadığımız bu anlamsız savaşın bilânçosu bizim için oldukça ağır olacaktır. Savaşın sonunda Türk askeri yeniden vatanına dönerken geride 721 şehit, 175 kayıp, 234 esir bırakacaktır. Yurda dönen gemiler 2 bin 147 yaralı askerimizi taşıyordur aynı zamanda...

Henüz Kore Savaşı devam ederken, ABD 1951’in Mayıs’ında Türkiye’nin NATO’ya kabul edilmesi yönündeki teklifini sunacak, 20 Eylül 1951’de NATO Bakanlar Konseyi toplantısında bu teklif kabul edilecek ve TBMM’nin 18 Şubat 1952’deki onayı ile Türkiye NATO’ya resmen girmiş olacaktır.

Türk askeri arkasında kayıplar bırakarak geri çekildiğinde ormanı yeniden ürkütücü bir sessizlik kaplıyor. Görmesem de, seslerini duymasam da Çinli askerlerin hâlâ buralarda olduğunu, bir çalının arkasında nefes bile almadan, avını bekleyen yırtıcı bir hayvan misali beklediklerini ve belki de merakla beni izlediklerini hissediyorum. Geri dönüş yolunda, otların arasında ensesinden vurulmuş ve yüzüstü yatmakta olan bir Mehmetçik görüyorum. Diz çöküp şehidi ters çeviriyorum. Yüzünde melekleri görmüş gibi huzur dolu bir gülümseme, elinde de kırış kırış olmuş, ıslanmış, kan bulaşmış siyah beyaz bir fotoğraf var.

Fotoğrafı alıp yakından bakıyorum. Kasketli, gür bıyıklı, geniş alınlı, sert bakışlı ama yakışıklı bir adam, yanında yemenili, utangaç, fotoğraf makinesine bile bakmaya çekindiği her hâlinden belli olan bir kadın… Kucaklarında bir yahut iki yaşlarında, melekleri görmüş gibi gülümseyen bir çocuk oturuyor. Fotoğrafı şehidin sol göğüs cebine sokuyorum. Yanı başında o gün, orada hayatını kaybeden tüm şehitlerimiz için Fatiha okuyorum. Ruhları şad olsun!

Dönme vaktidir dostlar!

***

Pek Muhterem Kari,

NATO’ya girdiğimiz 1952’den günümüze kadar geçen yetmiş yılda, her ne kadar dağılana kadar Varşova Paktı ve “Rusya tehdidine” karşı güvende (!) olsak da, bu süre zarfında bu tek taraflı ilişkide “veren” taraf hep biz olduk.

Sadece Kore’de binin üzerinde şehit vermekle kalmadık. NATO’ya ülkemizde üsler verdik. Afganistan, Somali, Etiyopya, Irak, Libya, Aden Körfezi gibi en sıkıntılı yerlere NATO için asker verdik. 1992’deki NATO tatbikatında Muavenet zırhlımızı kazara atılmış (!) bir NATO füzesine kurban verdik. Arkasında NATO’nun olduğu darbelerde bu ülkenin onlarca yılını, yüzlerce evladını, Başbakanlarını, bakanlarını verdik…

Çekiç Güç’ün ülkemizden defolup gitmesi için irade ortaya koyan Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Eşref Bitlis Paşamızı hain bir suikast sonucu şehit verdik. NATO’nun beslediği, binlerce tır ve uçak dolusu silah yardımı yaptığı YPG-PYD-PKK’ya yüzlerce, binlerce askerimizi ve vatandaşımızı feda verdik. Ve en son 15 Temmuz 2016 gecesi, NATO karargâhından yönetilen darbe teşebbüsünde bir gecede 251 şehit verdik. O gece ölümüne direnmeseydik, belki bu cennet vatanı da vermiş olacaktık. Allah muhafaza!

Velhasıl, yetmiş yıldır verdik de verdik, verdik de verdik…

Yetmiş yılın sonunda ilk kez “alan” taraf oluyoruz NATO’da. İsveç ve Finlandiya’nın NATO üyelikleri için ciddî şartlarımız ve beklentilerimiz mevcut. Bunlar bir memorandum ile karşılıklı olarak imza altına alındı. Bu memorandumla İsveç ile Finlandiya ve de aslında resmî metne girmiş olması hasebiyle tüm NATO devletleri, YPG ve uzantıları ile birlikte FETÖ’yü de terör örgütü olarak kabul etmiş oluyorlar.

Terör örgütlerine bugüne dek verdikleri resmî, gayr-ı resmî, görünen, görünmeyen, direkt ve dolaylı desteklerini kesme sözü alınmış oldu. İadesi istenen terör örgütü üyelerinin iade edilmeleri zapta bağlandı ve bu süreç hâlihazırda başlamış durumda. Bunlar ve bütün diğer şartların yerine getirilip getirilmediğini denetlemek için yönetiminde olduğumuz bir komisyon kuruldu.

Yetmiş yılda NATO’ya verdiklerimizin yanında son derece mütevazı olsa da, bu kazanımlar bir müessese açıldığında siftah olarak yere atılan ve sonradan müessese sahibi tarafından çerçeveletilip başköşeye asılan elli lira gibi son derece kıymetlidir.

Türkiye yeniden kazandığı askerî, ekonomik, siyâsî, coğrafî ve diplomatik sıkleti ile artık NATO’nun edilgen ve hep veren üyesi olmaktan çıkmış, artık masanın alan, isteyen, yöneten ve etken tarafına geçmiştir. Bakmayınız arada çıkan çatlak seslere ve dudak bükenlere, artık yeni bir dünya kuruluyor ve Türkiye, bu dünyada (yaşadığı tüm sıkıntılara rağmen) artık başköşede oturuyor. Türkiye’siz ve Türkiye’ye rağmen kurulan masaları deviriyor. Gerekirse kendi masasını kuruyor, kendi hamlelerini yapıyor.

Bunları görmek istemeyen gözlere, duymak istemeyen kulaklara, anlamak istemeyen akıllara anlatmaktan vazgeçtim artık. Tecrübelerimle gördüm ki, bunlardaki NATO kafa, NATO mermer!

Kalınız sağlıcakla efendim…