NATO’dan ŞİÖ’ye

Türkiye’nin “eşitler arasındaki ilişki” kuralına göre hem Batı, hem Doğu ile çok yönlü ve çok taraflı ilişkiler sürdürmesi, dış ilişkilerini bu esasa göre yürütmesi kaçınılmazdır. Türkiye ne Batı adına Doğu’ya karşı, ne de Doğu adına Batı’ya karşı bir siyasetin sahibi olmalıdır. Her iki taraf ile geliştirip koruyacağı iyi ilişkiler, Rusya-Ukrayna örneğinde olduğu gibi hem Türkiye’yi güçlendirir, hem de Türkiye’nin etki alanını genişletir.

TÜRKİYE’nin yüzünü Batı’ya döndürmüş olması, aslında mandacılığın itirafıdır. Mandacılık ile yüzün Batı’ya dönmüş olmasını ilgisiz görenler çıkabilir. Ancak Türkiye ile Batı’nın (ABD ve AB) ilişkileri, eşitlerin ya da birbirine denk olanların ittifakı değildir. Batı, Türkiye’ye karşı daima sorgulayıcı, denetleyici olarak kendini görmüştür. Gün olmuş, gönderdiği bazı siyasetçiler ile Türkiye’nin cezaevlerini denetlemiş; gün olmuş, içerideki ayrıcalıklı bazı kişilerin derhâl serbest bırakılması için Türkiye’ye emirler verebilme küstahlığında bulunmuştur. Batı’nın bu hâd bilmezliğine karşı Türkiye’de bir itiraz yükselmemiştir. Herkes bu durumu içselleştirmiş, bunu Türkiye’nin alın yazısı gibi görmüştür.

Türkiye ile Batı’nın bu efendi-köle ilişkisi Lozan ile başlamıştır. Başta hukuk ve eğitim olmak üzere hemen hemen her konuda Batı’nın isteklerine göre düzenlemeler yapmayı Türkiye bir görev olarak Lozan’da üstlenmiştir. SSCB tehditlerine karşı Türkiye’nin önce ABD’ye, sonra NATO’ya sığınması da efendi-köle ilişkisini pekiştirmiştir.

ABD, Türkiye’nin sahibi gibi davranmaya başlamıştır. Beğenmediği iktidarlara karşı ABD askeri darbeler yaptırmıştır. Bütün askerî darbelerin kurgusu ABD eliyle şekillenmiştir. NATO, Türk subaylarının adeta darbecilik kursları gördüğü bir yer olmuştur. Darbelere öncülük edip de NATO’da görev almamış, NATO kurslarına katılmamış subay yoktur.

Darbe hazırlıkları ABD gözetiminde NATO’da yapılırken, darbelerin değişmez ideolojisi ve gerekçesi her zaman “Atatürkçülük ve lâiklik” olmuştur. Bu birlikteliğin tesadüfle açıklanması mümkün değildir. Son 15 Temmuz darbecisi subaylar, Adana’daki ABD/NATO üssünden kaçırılmışlardır. Darbe başarısız olunca NATO’da görevli yüzlerce Türk subayı Türkiye’ye dönmemiş, “Bir varmış, bir yokmuş” pozisyonunu almışlardır. Buna karşılık AK Parti iktidarı NATO’yu sorgulayamamıştır.

Türkiye’de hâkim düzen (müesses nizam) NATO’ya göre ayarlanmıştır. Doğrudan NATO’ya itiraz eden bir parti bulmak neredeyse imkânsızdır. Necmeddin Erbakan siyâsî hayatında uzun bir dönem NATO’ya karşı çıkmamış, buna karşılık “NATO’da nimet-külfet dengesi olmasının” lüzumundan söz ederek bu dengenin yokluğundan şikâyetçi olmuştur. Erbakan siyasetten tasfiye edildikten sonra, 2000’li yıllarda tümüyle NATO’ya karşı çıkarak onu “Siyonizm’in hizmetkârı” saymıştır. Aynı Erbakan’ın AK Parti’yi de Siyonizm’in hizmetkârı saydığı hatırlandığında, hizmetkârlık yelpazesini çok geniş tuttuğunu, bu yüzden inandırıcılık ile malül olduğunu teslim etmek icap edecektir.

ABD, NATO eliyle Türkiye’de gerekli gördüğünde askerî darbeler yapmakla yetinmemiş, dış ilişkilerini tümüyle rehin almıştır. Türkiye’nin hangi ülkeyle ne kadar ve hangi düzeyde askerî, siyâsî ve ekonomik ilişki kurabileceğini de tayin etmiştir. ABD’nin bu tutumuna karşı mırın kırın eden iktidarlar devrilmiş, Menderes örneğinde olduğu gibi bazıları da idam edilmiştir.

Türkiye’nin gelişmesi ve istikrarlı bir hukuk devleti niteliğine sahip olması için Batı ile iyi ilişkilerin kaçınılmaz olduğunu (Taha Akyol gibi) savunanlar her zaman olmuştur. Oysa Türkiye’nin Batı ile eşitler arasındakine benzer bir statüde ilişki kurmasına kimse itiraz etmemiştir. ABD, Almanya, Fransa, İngiltere ve benzeri ülkelerdeki terörle mücadele yasasının değişmesini Türk mâkâmları hiçbir zaman iste(ye)memiştir. Adı geçen ülkelerdeki ayrıcalıklı sayılan tutukluların salıverilmesini talep edememiştir. Guantanamo gibi cezaevlerinin teftişi için Türkiye bir heyet gönderememiştir. Türkiye ile Batı’nın ilişkileri bu yüzden eşitler arasındaki ilişki değil, doğrudan efendi-köle arasındaki ilişki statüsündedir.

***

Batı, NATO gibi kurumlar ile Türkiye’yi denetlerken askerî gücünün de zayıf olarak kalmasını temin etmeye uğraşmıştır. Türkiye’nin ihtiyacı olan savunma silahlarını Türkiye’ye vermemiş, buna karşılık Türkiye’nin Rusya gibi ülkelerden benzeri silahları almasını da sorun sayarak askerî ve ekonomik ambargolar uygulamıştır. İP lideri Akşener örneğinde olduğu gibi, muhalefet çevreleri, Türkiye’nin Rusya’dan temin ettiği hava savunma silahlarının (S-400 gibi) alınmasına, dolayısı ile Türkiye’nin savunmasının güçlendirilmesine karşı çıkmışlardır.

ABD, Türkiye’ye karşı üstlendiği yükümlülükleri bile yerine getirmemiştir. Yapılan anlaşmaları ve sözleşmeleri Türkiye tarafı yerine getirirken, ABD her zaman araya kongreyi katmış, kongrenin ikna edilmesi için Yahudi lobilerini adres olarak göstermiştir. Lobiler aracılığı ile Türkiye tırtıklanmaya devam edilmiştir. Bu durum çoğu kez yapılan anlaşmaları tek taraflı bir yükümlülük durumuna düşürmüştür. ABD, Türkiye ile yaptığı anlaşmalara sadık kalmadığı gibi, Türkiye’nin başka ülkelerle olan ilişkilerini bile tayin etmekten geri kalmamıştır.

Türkiye’ye karşı silahlı mücadele veren PKK ve FETÖ gibi terör örgütleri ABD himayesindedir. Şimdi benzeri bir durumu Türkiye’nin yaptığını, ABD’ye karşı DAEŞ’i koruyup askerî malzeme ile donattığını varsayalım, ABD bunun için dünyayı ayağı kaldırır, teröre destek suçlaması ile Türkiye’ye karşı yaptırımlar uygulardı. ABD bütün bunları yaparken, hiçbir şey olmamış gibi Türkiye’ye karşı ittifaktan söz edebilmektedir.

***

Bütün bunların sonunda Türkiye, 16 Eylül 2022’de Şangay İşbirliği Örgütü’ne (ŞİÖ) üye olmak için müracaatta bulunmuştur. Türkiye NATO üyesiyken ve AB’ye üye olmak için uğraşırken, Batı’ya karşı kurulmuş olan ŞİÖ’ye nasıl katılacaktır?

Her şeyden önce ŞİÖ’ye katılmak isteyen AK Parti iktidarını devirmek için başta askerî darbeler olmak üzere ABD her yolu deneyecektir. Suriye ve Irak tarafından daha çok terör saldırılarının olması, Yunanistan’ın Adalar Denizi’nde daha çok sorun çıkarması, Kafkaslarda İran ve Ermenistan aracılığı ile Türkiye’nin can yakan saldırılarla karşılaşması muhtemeldir.

ŞİÖ, 1996’da Çin, Rusya, Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan tarafından, Çin’in Şangay şehrinde kurulduğundan dolayı bu adı almıştır. Aslında ABD’ye karşı Çin ile Rusya’nın ittifakıdır. Diğer kurucu ülkeler birer dolgu malzemesidir. Kırgızistan ve Tacikistan’ın ABD’ye karşı olması ne mümkün, ne de muhtemeldir. Sonradan Hindistan’ın ŞİÖ’ye katılması, onun zayıf tarafı sayılabilir. Çünkü Çin ve Hindistan birbirinin can düşmanı olduğu gibi, Hindistan bölgede ABD’nin müttefiki olan bir ülkedir. Birbirlerinin can düşmanı olan Hindistan’a karşı Pakistan’ın ŞİÖ’ye katılması da Çin’in çabaları ile mümkün olmuştur. Düşmanlıkları varoluş sebeplerine bağlı bu ülkelerin ABD’ye ve NATO’ya karşı ittifaklarının bir kuvvete dayanmadığı açıktır. Ekonomi ve teknoloji alanında ne ölçüde işbirliği yapabilecekleri ise zamanla görülecektir.

Şimdi Türkiye böyle zaaflı bir ŞİÖ’ye katılarak Batı ile olan sorunlarını nasıl çözecektir? Zaten ŞİÖ’ye katılma çabaları ile birlikte ABD’nin NATO eliyle yeni saldırı ve kumpaslarına maruz kalması da asla şaşırtıcı olmayacaktır. Üstelik Türkiye’nin görmezden gelmeyeceği bir Doğu Türkistan faciası yaşanmaktadır.

40-50 milyonluk Uygur Türkleri, Doğu Türkistan’da Çin’in uyguladığı bir soykırım vahşetine maruz kalmıştır. Türkiye daha ne kadar süreyle böyle bir soykırım yokmuş gibi Çin ile iyi ilişki kurma hayâlinin peşinde ŞİÖ’ye katılmaya uğraşacaktır? Belki daha da önemlisi, Türkiye’nin ABD ve NATO eliyle yaşadığı sorunlara karşı ŞİÖ ne kadar çare olabilecektir?

Türkiye’nin “eşitler arasındaki ilişki” kuralına göre hem Batı, hem Doğu ile çok yönlü ve çok taraflı ilişkiler sürdürmesi, dış ilişkilerini bu esasa göre yürütmesi kaçınılmazdır. Türkiye ne Batı adına Doğu’ya karşı, ne de Doğu adına Batı’ya karşı bir siyasetin sahibi olmalıdır. Her iki taraf ile geliştirip koruyacağı iyi ilişkiler, Rusya-Ukrayna örneğinde olduğu gibi hem Türkiye’yi güçlendirir, hem de Türkiye’nin etki alanını genişletir.

Türkiye’nin Batı ile sorun yaşaması ve hukuk devleti yolundan ayrıldığı gibi itirazlar, her şeyden önce bir önyargının ifadesidir. Aradan yüz yıl geçtiği hâlde Batı, Türkiye ile eşitler arasında bir ilişkiyi kabul etmemiştir. Yüz yıldan beri Türkiye ile Batı arasında devam eden efendi-köle ilişkisi sürdürülebilir değildir. Geçen yüzyıl, Türkiye için bu nedenle kayıp bir yüzyıldır. Hukuk devletinin ancak Batı sayesinde mümkün olabileceği takıntısı, Batı’ya karşı aşağılık duygusunun esiri olmuş zihinlerin tekrarıdır.

Türkiye, Batı ile “çok iyi ilişkiler yaşadığı” geçen yüzyılda maalesef hukuk devleti idealine ulaşamamıştır. Bir yüzyıl daha Batı ile sürdürülecek iyi ilişkiler yine Türkiye’yi hukuk devleti hedefinden uzaklaştıracaktır. Türkiye’nin tümüyle hukuk devleti hedefine ulaşması, Batı ile değil, Batı’ya rağmen mümkün olacaktır. İçimizdeki Oryantalist tekrarların sahipleri bu basit gerçeği anlamak istemeseler bile bu gerçek değişmeyecektir.

Hukuk devleti, hedefi Batı ve NATO Bloku için bir siyâsî baskı ve denetim aracıdır. Eğer öyle olmasaydı, Türkiye’deki bütün darbeler Batı destekli olmazdı. Batılı güçler için hukuk devleti ilkesi, kendilerine denetleme ve müdahale hakkının verilmesinden ibarettir. Buna karşılık ŞİÖ’nün, Doğu Bloku’nun öyle hukuk devleti gibi bir hedefinin olmadığı açıktır. Çoğunluğu diktatörlüklerden oluşmaktadır. Diktatörlükler en çok hukuk devleti özelliğinden nefret ederler.

Türkiye, çıkarılan bütün şamataların aksine, diktatörlükle idare edilen bir ülke değildir. Özgür seçimlerin yapıldığı, muhalefetin ve medyanın özgür olduğu bir ülkedir. Ancak Türkiye’nin hukuk devleti hedefi için yapması gereken pek çok işi vardır.

Türkiye Batı’ya teslim olmamalıdır ama Doğu’ya da benzememelidir.