“Gün, gecenin sözünü keser.”
(Mısır atasözü)
***
PEK Muhterem Kari,
Her ay düzenli surette neşriyatımızı takip eyleyen, bu fakirin seyahatlerinde
sefinemizi teşrif iden yahut sonraki seyahatler için yer ayırtmaya çalışan, eşe
dosta hakkımızda sitayişkâr şekilde tavsiyelerde bulunan, bedenen olmasa bile
kalben yanımızda olan, kahrımızı çeken, gevezeliklerimize tahammül gösteren,
bize inanan yahut inanmakta zorluk çeken veya inanmakla inanamamak arasında
gidip gelen refikimizden kimileri, Efrasiyab’ın şifresini çözüp çözemediğimi ısrarla
sual eyliyor ve hatta bu şifreyi çözme hususunda bu fakire yardımcı olabilmeyi
teklif ediyorlar.
Alâkalarınız için minnettar olmakla mukabil, kimisini anlatmış bulunduğum
ve kimisinden de hiç bahsetmediğim, bahsedemediğim onca badire yaşadıktan sonra
bu işe sizleri bulaştırmaktan imtina ediyorum açıkçası. Er geç ve Allah’ın
yardım ve inayeti ve dahi bir vesilesi ile bu şifreyi de çözeriz inşallah.
İçimde öyle bir his var ki, bu şifreyi çözdükten sonra maceramız tamama erecek
ve yeniden normal hayatıma döneceğim. Aslına bakarsanız, elan ne istediğimden
ben de emin değilim.
Her ne kadar başıma bu işleri açan Efrasiyab’a kahırlar etmiş, söylenmiş,
babaannemin ifadesiyle “sohranmış”, bu serencamdan kurtulmayı defalarca dilemiş
olsam da şimdi -gerçekten- ne istediğim hususunda maceraperest ruhum ve
dinginlik bekleyen bedenim arasında mekik dokuyorum.
Bu serencam zarfında kendimi etrafımda gürül gürül akıp gitmekte olan
sebepler ırmağının seyrine bırakmıştım, belki de bu ırmak bir sebepler
denizinin dinginliğinde son bulacak, kim bilir. O vakte kadar zuhûrâta tâbi
olmayı tercih edeceğim kuvvetle muhtemel.
Lâkin bu şifreyi çözdükten sonra bilmeniz gerektiği kadarıyla -bir beis
olmazsa tamamıyla- sizlere nakletmeyi arzu ediyorum muhterem kari. İç sesim
şimdilik ketum olmam gerektiğini fısıldıyor bana, istirham ederim mazur
görünüz.
Şimdilik şunu söyleyebilirim ki, anlayabildiğim kadarıyla şifre bir yerlere
gitmemi ve bir şeyler yapmamı istiyor. Ancak şifrenin lisanı o kadar sembolik
ki, ne yapmam gerektiğini henüz çözebilmiş değilim maatteessüf.
Yine bir akşamüzeri masamdaki soğumuş çayla bu şifre üzerinde kafa
patlatırken kapının zili ile irkildim. Kimseyi beklemiyordum bu saatte. Tam bu
anda düşündüm de, eskiden “kimseyi beklememek” gibi bir hâl yoktu hayatımızda.
Her an birilerini beklerdik ve -vakitsiz bile olsa- kapının çalınmış olması
bizi endişelendirmezdi. Sonuçta kapı çalınmak için vardı, kimse çalmasa bile
komşular komşularının kapısını çekinmeden çalardı.
Masamda darmadağınık duran kâğıtları alelacele toparladım, deri dosyanın
içerisine koydum ve kapıya yöneldim. Kapıyı açmadan evvel “Kim o?” diyecektim
ki eskiden çalınan kapılarımızın sorgusuz sualsiz açıldığını hatırlayıp,
kapının diğer tarafındakinin keyfini kaçıran bu keyifsiz soruyu sormaktan vazgeçtim.
Kapıyı açtığımda, karşımda aksakallı bir “dilenci” vardı. Sıcaktan kızarmış
yüzünden boncuk boncuk ter akıyordu. “Evlât, bu fakire verecek bir bardak
suyun var mı?” dedi. Şaşkınlığımı üzerimden atıp “Elbette bey amca”
deyip mutfağa yöneldim.
Mutfağın kapısından geri dönüp dervişi içeri davet ettim. Bembeyaz sakalı,
tertemiz yüzü, ütülü gri cübbesi, elindeki cilâlı ve burgulu ahşap bastonu,
insanın içine işleyen bakışları ile sıradan bir dilenci olamayacak kadar
mübarek görünüyordu.
Beraber mutfağa geçtik, dervişi masaya oturttum. Suyunu verirken bir
taraftan da dolaptan çıkardığım yemeği ısıtmaya koyuldum.
“İsminizi bağışlar mısınız bey amca?” dedim, “Yunus derler”
dedi.
“Nereden gelir, nereye gidersin böyle?” dedim, “Ana rahminden
geldik pazara; bir kefen aldık, döneceğiz mezara” dedi. “Eyvallah!”
dedim ve sustum.
Derinden gelen huzur dolu bir muhabbetle dervişin yemeğini yemesini
izledim. Yemeğini bitirdiğinde tabağı tertemizdi, öyle ki direkt dolaba
kaldırasım geldi.
Sonra birer çay doldurup masama geçtik. Soğumuş çayım ve dosya içindeki kâğıtlarım
masanın üzerindeydi hâlâ. Kâğıtların olduğu dosyayı gözü ile işaret ederek, “Çözemedin
mi hâlâ?” diye sual etti. Panik ve heyecanla “Neyi?” diyebildim.
İkimiz de “neyi” çözemediğimi biliyorduk sanırım. Güldü sadece.
Koynundan eski bir kitap çıkardı ve bana uzattı: “Belki yardımı dokunur.”
Kitabın kapağında “İbnü’l-Arabî Fütuhat-ı Mekkiyye” yazıyordu. Bu arada çayı
bitmişti ve gitmek üzere ayağa kalktı. Kapıya kadar geçirirken kitap için
teşekkür ettim. Hayır duâları ederek küçük adımlarla uzaklaştı.
Hemen masaya yöneldim ve heyecanla kitabı açtım. İlk sayfasında
“Kahraman’a” yazıyordu. Tekrar kapıya koşturdum. “Normalde” fazla uzağa gitmiş
olamazdı ama derviş sırra kadem basmıştı bile. Nicedir yaşadıklarımın hangisi
“normaldi” ki zaten?
***
Muhterem Dostlar,
Bu ayki seyahatimiz için sefinemizin zaman nişangâhını 26 Temmuz 1956’ya,
mekân nişangâhını da Mısır’a, İskenderiye’ye kuruyoruz. Yapacak daha önemli bir
işiniz veya verilmiş bir sözünüz yoksa sefinemizi teşrif etmenizi istirham
ederim.
Deveran başlasın. Fiyuvvv, fiyuvvv, fiyuvvv…
İskenderiye’nin şehir meydanındayız. Meydan tıklım tıklım dolu, iğne
atsanız yere düşmez. İnsanların ellerinde bayraklar, afişler, flâmalar;
dillerinde ateşli sloganlar… Mısırlı kardeşlerimizin boğaz damarlarını şişirerek
attıkları sloganlar, söyledikleri şarkılar, meydanı saran ve yine Mısır
bayrakları ile bezenmiş taş binalardan yankı yankı büyüyor.
Cemal Abdülnasır birazdan kürsüye çıkacak ve Mısır’ın Süveyş Kanalı’na el
koyduğunu açıklayacak. Ne garip, değil mi? Mısır’ın topraklarında bulunan
Süveyş Kanalı’na Mısır el koyacak!
Maalesef öyle… Kanal, yapımı tamamlandığı 1869’dan bugüne kadar yani
neredeyse doksan yıldır İngiliz ve Fransızlar tarafından kontrol ediliyor…
İşte Abdülnasır kürsüde göründü ve meydandaki heyecan görülmeye değer.
Bayraklar, flâmalar daha bir şevkle sallanmaya başlıyor, sesler daha bir gür
çıkıyor… Abdülnasır, büyük bir özgüven ve kuvvetli bir hitabetle Mısırlılara
sesleniyor. Konuştuklarını anlayamıyorum ama hissedebiliyorum. Mısır’ın köklü
bir medeniyet olduğundan, İslâm dünyası için öneminden, Osmanlı’dan sonra
yaşanan sömürge düzeninden, akan kanlardan, yaşanan zulümlerden uzun uzun
bahsediyor.
Abdülnasır, bundan dört sene evvel Kral Faruk’u kansız bir darbe ile
deviren Hür Subaylar (Zubbat al-Ahrar) Hareketi’nin kurucularındandı. Darbe
sonrası Orgeneral Muhammed Necib, ülkenin ilk asker kökenli Cumhurbaşkanı
olmuştu. Ama Abdülnasır’ın yıldızı parlamaktaydı bir taraftan da.
Nasır, tek partili sisteme dayalı bir vasatta yapılan seçimlerde önce Başbakan,
1956 başında da Cumhurbaşkanı seçilmişti.
Bu krizi (belki de fırsatı) tetikleyen ilk domino taşı ise Nil nehri
üzerinde yapımı devam eden Aswan Barajı inşaatına ABD ve İngiltere’nin malî
desteği çekmeleri ile devrilmişti. Aswan Barajı, Nasır’ın enerji ve bağımsızlık
politikasının kalbi idi ve Batı, Nasır’ın nasırına basmıştı. Durum tanıdık
geliyor mu?
Batılı dostlar (!) Mısır’a sırtını dönünce, Nasır, finans ve silah
ihtiyacını karşılamak üzere Sovyetler ile yakınlaşmaya başlamıştı. Durum tanıdık
geliyor mu?
Abdülnasır, kürsüden İngiltere ve Fransa’yı Mısırlılara şikâyet ediyor, inşaatı
boyunca 120 bin Mısırlının öldüğü Süveyş Kanalı’na el koyduklarını, hatta
İsrail’in Kızıldeniz’e tek bağlantısı olan Tiran Boğazı’nı da kapattıklarını
söylüyor. Süveyş Kanalı’ndan artık Mısır’ın kasasına girecek olan paralar ile
barajın kısa sürede tamamlanacağı muştusunu veriyor. Gerekirse İngiltere ve
Fransa’ya karşı savaşa dahi hazır olduğunu haykırıyor Abdülnasır ve halkının da
hazır olmasını istiyor...
Gerçekten de bu konuşmanın yapıldığı anlarda İngiliz ve Fransız donanmaları
savaş hazırlıklarına başlamıştı bile. Zira Süveyş Kanalı sadece Avrupa’nın ihtiyaç
duyduğu petrolün ana güzergâhı olmakla kalmayıp, İngiltere’nin sömürgesi
altında bulunan Hindistan’a açılan kapısı idi aynı zamanda.
Savaş için Akdeniz’in suları ısınmıştı. Ancak Sovyetlerin bilâkayd-ı şart Mısır’ın
yanında savaşacağını ilân etmesi ve ABD’nin ağır abi gibi arabuluculuğa
girişmesiyle savaşın eşiğinden dönülecekti. Kasım 1956’da yapılan anlaşma ile
de İngiltere ve Fransa, Mısır’dan çekilmeye “ikna edilecekti”.
Bu kriz sonrası ülkesinde büyük utanç yaşayan İngiliz Başbakan Anthony Eden
istifa edecek, yerine Harold Macmillan hükûmeti kurulacaktır. Hatta size
Kanada’nın bayrağının bile bu kriz ile şekillendiğini söylesem…
Şöyle ki; İngiltere, Mısır’ı terk ettikten sonra, bölgede kalan Kanada
birliklerinin bayrağı İngiliz bayrağını çağrıştırdığı için tepki çekiyor ve
rahatsızlık veriyordu. Tepkilerden çekinen ve bunalan Kanada ise İngiltere
bayrağına benzeyen bayrağını değiştirip, ortasında akçaağaç yaprağı bulunan
bugünkü bayrağını kullanmaya başlamıştır.
Abdülnasır’ın konuşmasından sonra heyecan ve sevinçle şarkılar ve marşlar
söyleyerek dağılan kalabalıkla birlikte biz de meydanı terk ediyoruz.
Sefinemizi sakladığım yere gelip geri dönmek üzere motoru çalıştırıyorum lâkin
tık yok. Eyvah, sefine çalışmıyor! Tekrar tekrar deniyorum panikle ama hayır,
sefine çalışmıyor. Böyle bir problem yaşayacağım hiç aklıma gelmemişti doğrusu.
Altmış beş yıl geçmişte kalmıştım; henüz doğmamıştım bile!
Ne yapacaktım şimdi?
Pek Muhterem Kari,
Altmış beş yıl evvel bir yönetim değişikliği ile Süveyş Kanalı, Mısır’ın
eline geçti. Gerçi, İngiltere ve Fransa kanalın işletmesini 99 yıl ellerinde
tutacaktı ve kanalın Mısır’a geçmesi için on iki yıl kalmıştı. Ancak Beyaz Adamı
bilirsiniz, girdiği yerden kolay kolay ve güzellikle -genelde- çıkmaz. Süveyş
Kanalı’nın Mısır’a geçmesi ile birlikte, o günden bugüne Mısır’ın kasasına
(bugünün parasıyla) yaklaşık 650 milyar dolar civarında para girmiş oldu. Ve
Mısır, kısa süre içerisinde kendi imkânları ile Aswan Barajı’nı tamamladı.
Altmış beş yıl sonra bizim de bir kanal imtihanımız var. Ülke yönetimine
talip olan muhalefet, Kanal İstanbul projesini durduracaklarını, kanal
inşaatında çalışan firmalara çökeceklerini, paralarını ödemeyeceklerini,
izinleri veren bürokratları süründüreceklerini, kredi veren bankaları ülkeden
kovacaklarını ve destek veren ülkeler ile araya mesafe koyacaklarını filan
söylüyor. Hem de tek ses şeklinde... Maşallah. Böyle bir senkron Berlin
Filarmoni Orkestrası’nda bile yok!
Böyle bir mega proje boyunca yüz binin üzerinde insan iş sahibi olacak.
Çaycısından temizlikçisine, kamyon şoföründen vinç operatörüne, demirci
ustasından mühendisine kadar birçok vatandaşımıza yeni bir iş imkânı doğacak. Kanal
açıldıktan sonra da limanından depolarına, lojistik tesislerden alışveriş
merkezlerine, marketlerden restoranlarına kadar yeni açılacak binlerce tesis ve
işyeri yüz binlerce insanımıza istihdam sağlamaya devam edecek.
Kanal bitince, her yıl ülkemize en az 10-15 milyar dolar direkt gelir
sağlanacak. Dolaylı faydalarından bahsetmeyeyim bile... 2001 krizinde memur
maaşlarını ödeyebilmek için sadece 1 milyar dolar borç aramış, IMF’den gelecek
borç için 20-25 tarım ürünümüze bir gecede kotalar koymuştuk. Hatırladınız mı? Yani
kanal sayesinde, oturduğumuz yerden memur ve emeklilerimizin maaşını çıkarmış
olacağız.
Peki, ülke yönetmeye talip olan bir zihniyet böyle birçok faydayı niye
görmez ve iptal etmek için muhtelif uzuvlarını niçin parçalar, ülkesi için
yapılan her yatırımdan neden kurdeşen döker ki?
Şehir hastanelerinden, Cumhurbaşkanlığı Külliyesi’nden, Yavuz Sultan Selim
Köprüsü’nden, Osman Gazi Köprüsü’nden, İstanbul Havaalanı’ndan, otoyollardan,
hatta Polonya’ya ihraç edilen SİHA’lardan bir Türk insanı neden rahatsız olur
ki? Ülkesi hayrına atılan her hayırlı adımın karşısına insafsızca, izansızca,
yalan dolan ve iftiralarla çıkıp engel olmaya çalışır ki?
Bu soruların cevabını aslında hepimiz biliyoruz. Ve bu da bizim
imtihanımız.
Allah imtihanımızı kolay eylesin! (Âmin.)