Nasıldır insan?

“‘Oku’ diye emreden Allah, ‘Okumadın mı?’ diye sormaz mı?” Okuyan insana ise “Yaşadın mı? Hayata geçirdin mi?” diye de soracaktır elbet. O yüzden ilmin hamalı olmayalım, onu en basit şekilde konuşmalarımızdan tutun da ahlâkımıza, insan ilişkilerimize ve rûhumuza nakşedelim. Çünkü vereceğimiz hesap, sandığımızdan çok büyük olacak!

YÜCE Allah bizlere gönderdiği kutsal kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’de, yarattığı tüm canlılardan farklı olan insana iyi veya kötü insan olma eğilimlerini verdiğini ifade etmiş ve olumlu-olumsuz iki boyutunun olduğunu, ayrıca nefsin oyunlarına düşmekten korunmak için insan psikolojisinin zayıf noktalarını biz inananlara veya inanmak isteyenlere apaçık bildirmiştir.

İnsan zalim ve cahildir

“Biz emaneti göklere, yere ve dağlara teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler, (mesuliyetinden) korktular. Onu insan yüklendi. Doğrusu o çok zalim, çok cahildir.” (Ahzab, 72)

Âyette geçen her kelime, insanın bir başka boyutunu ışığa çıkarmış âdeta. Emanet edilen bizlere, “akıl” gibi bir nimettir. İnsan Rabbine karşı olan mesuliyeti (ki bu, O’nun emirlerini yerine getirmek ve yasaklarından kaçınmaktır) yerine getirirken akıl ve onu kullanabilme yetisi olan iradeyi kontroldür. Yaratılan tüm canlı-cansız varlıklardan sadece insana verilen bu vasıf, bu emanetin sadece insanın kaldırabileceği bir meziyet olabilmesi ile ilgilidir. Zira takdir edersiniz, yaşadığımız kâinat düzenle -sadece akıl ve iradenin dahi yetersiz kaldığı bir mevzu iken ve çok fazla yakınsa bile- yine en güzel insan baş edebilmektedir.

Ayrıca insana verilmiş olan bu emanet mükellefiyetinin âyet-i kerîmede de bahsi geçen göklere, dağlara ve yerlere teklif edilmesi ve onların bunu reddetmesi durumu ilginçtir. Bugün pozitif ilimlerin cansız diye sınıflandırdığı bu varlıkların bile Allah’ın vereceği emanetin sorumluluk şuuruna sahip olması mucizedir. Ama insanın bu şuura ne kadar sâdık kaldığı bir muamma!    

“Biz bu Kur’ân’ı bir dağa indirseydik, Allah korkusundan onu baş eğmiş, parça parça olmuş görürdün. Bu misâlleri düşünsünler diye insanlara veriyoruz.” (Haşr, 21)  

Okuyunca dahi insanda yürek titreten bu âyette Yüce Allah’ın yarattığı ve cansız varsaydığımız dağda dahi Allah’ın vereceği her imtihana karşılık hem duygusal, hem de fiilî olarak bir hissî karşılık bulunduğunu görmekteyiz.

Allah insanın hem çok zalim, hem de çok cahil olduğunu ve bu sebeple emanetini kabullenebilecek gücü kendinde bulabilecek tek varlık olduğunu bizlere bildirmiştir. “De ki, ‘Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu? Ancak selim akıl sahipleri ibret ve öğüt alır’.” (Zümer, 9) Sanırım bilmekten kasıt, önce Yaratan’ı bilmek, sonra kendini bilmek ve evrene dair neyi nasıl ve hangi sorumluluk duygusu ile yapacağını anlamlandırmaktır. Zira bana göre bilmek, çok farklı bir eylem insan için. Allah onu da bize bir mesuliyet olarak vermiş olmalı ki yeryüzüne ışık tutsun diye indirdiği mukaddes kitabımız Kur’ân-ı Kerîm’i ve ardından onun örneği olacak Nûr’u yani Efendimiz Hazreti Muhammed’i (sav) insanlığa göndermiştir. Demek ki “bilmek, anlamak ve yaşamak” fiilleri Rabbimiz nazarında insan için bu derece önemli olan hususlardır.      

İnsan zayıf yaratılmıştır  

Yaratılmış canlıların neredeyse tümü, dünyaya geldiği ilk geldiği andan itibaren belirli bir zaman bölümünü başkalarının bakımına muhtaç olarak geçirmek durumundadır. Tabiî tüm canlılar içinde bu sürecin uzun sürdüğü canlı yine insandır. Yüce Yaratan sanki bu fizyolojik gerçekle bile insana bir mesaj vermeye çalışmıştır. Zira ders alabilirsek, bunda bile nice hikmetler bulunur. Bununla kalmayıp, Rabbimiz âyet-i kerîmede bunu açıkça bize anlatmıştır: “Allah sizi önce zayıf olarak yarattı, zayıflığın ardından size kuvvet verdi, kuvvetin ardından da tekrar bir zayıflık ve ihtiyarlık verdi…” (Rûm, 54)

Allah insanın aciz şekilde dünyaya gelişini sağladıktan sonra, onu kuvvetlendirerek gençlik dönemine eriştirmektedir. Gençlik, insanın hem mânevî, hem de bedenî olarak kendini ilerletebileceği çağı olmalıdır. Böyle olmadığı takdirde âyette belirtildiği üzere tekrar zayıflık zamanı yani yaşlılık geldiği andan itibaren yapılan tüm ameller ve ibadetler, insanın gençliğinde yaşadıklarının pişmanlığını dindirmeye yeterli olamayacaktır. Çünkü insan, aklı bulûğa geçtikten sonraki tüm dönemlerinde yaptıklarından sorumlu tutulacaktır.

Fizyolojik anlamda sürekli olarak bir değişim üzere yaratılmış olan insan, psikolojik mânâda da sürekli değişmektedir. Ruh hâlimiz yaşantımıza bağlı olarak dönem dönem değişmektedir. Rabbimiz bunu dahi âyette belirtmiştir: “İnsan zayıf yaratılmıştır.” (Nisâ, 28)   

Görüyoruz ki, yeryüzünde irade, hâfıza ve güç olarak hükmedip gezindiğini sanan insana ait bugün sayfalarca psikoloji kitabının yazarak açıklayamadığı zaaflarını, Yaratan en bilinmeyen taraflarıyla bile açıklamaktadır. Her ne kadar insan sağlam iradesi, aklı veya sağlıklı bedeni ile böbürlenerek gezinse de zayıflığının tek bir ânına bedel olduğunu unutmamalıdır.       

İnsanda kulluk şuuru, fıtrî bir gerçekliktir. Fakat bu eğilimi hangi yönde kullanabileceği, insanın iradesine bağlıdır. Ya Rabbine kulluk amelinin bilincine vararak hayatı yaşar ya da Rabbinin yarattıklarına kulluk ederek sadece yaşadığını zanneder. Unutmamalıdır ki, Rabbimize tam anlamıyla bir kul olabilmek için önümüzdeki “nefs” engelini aşmamız gerekir. Buna en önce Bezm-i Elest’te verdiğimiz söze sâdık insanlar olmakla başlamalıyız.

Düşünmeli, akletmeli, okumalı ve bunların tevazu oluşturduğu insanlar olmalıyız. Bir söz var: “‘Oku’ diye emreden Allah, ‘Okumadın mı?’ diye sormaz mı?” Okuyan insana ise “Yaşadın mı? Hayata geçirdin mi?” diye de soracaktır elbet. O yüzden ilmin hamalı olmayalım, onu en basit şekilde konuşmalarımızdan tutun da ahlâkımıza, insan ilişkilerimize ve rûhumuza nakşedelim. Çünkü vereceğimiz hesap, sandığımızdan çok büyük olacak!