“Bütün
bir göğü kendi güç ve kudretimizle Biz inşa ettik ve onu sürekli genişleten de
Biziz.” (51: 47)
“Sen
Allah’ın yasasında bir başkalaşma göremezsin; evet, Sen Allah’ın yasasında bir
sapma da göremezsin.” (35: 43)
GÜNLÜK hayatımızda çokça
kullandığımız “evren” veya “kâinat” kavramı, sıradan bir insanla bilim adamının
zihninde farklı anlam ve muhtevalara sahiptir. “Evren”, canlı ve cansız bütün varlık âlemini içine alan geniş bir
kavram olduğu hâlde, birçok insan, “evren”
denilince uzayı, uzayın da çıplak gözle görülebilen kısmını anlamaktadır.
“Gökyüzü” ve “uzay” da çoğunlukla birbirine karıştırılan, aynı anlamda kullanılan
kavramlar arasındadır. Bilim adamının gözünde ise “uzay”, varlık âleminin vücut bulup sergilendiği bir vitrin, bir “boşluk” veya bir “mekân” anlamına gelmektedir. Yani uzay, bir varlığın üç boyutlu
(en, boy, derinlik) olarak göründüğü bir mekândır. Bir başka ifadeyle, üç
boyutlu olan nesneler değil, bizzat uzayın kendisidir. Eğer iki boyutlu bir
uzay içinde olsaydık, bütün cisimleri ve birbirimizi iki boyutlu görecektik.
İçinde
bulunduğumuz evreni 20’nci yüzyıla kadar üç boyutlu olarak algılıyorduk veya
algıladığımızı sanıyorduk; ama öyle değilmiş. Albert Einstein, 1905 yılından
itibaren evrene bakış açımızı biraz daha genişleterek, uzayın ayrılmaz bir
bileşeni olan “zaman” kavramını da
dördüncü bir boyut olarak hayatımıza soktu. Yani bugün biz, dördüncü boyutu
algılamada zorlansak da, evreni “uzay-zaman”
olarak dört boyutta seyrediyoruz.
İnsan,
evrenin derinliğini ancak milyarlarca yıldız, galaksi, gezegen ve diğer gök
cisimleriyle donatılmış ışıl ışıl bir gökyüzüne baktığı zaman anlayabiliyor. Bu
manzara, insana “metafizik ürperti”
ile karışık bir sonsuzluk duygusu vermektedir. Atomlar, moleküller, bakteriler,
bitkiler, hayvanlar, insanlar, denizler, okyanuslar, dağlar, dünyamız ve
aklımıza gelmeyen daha ne kadar maddî varlık varsa, hepsi uzayda bir yer işgal
eder. Hem de etraflarında yeterince uzay (boşluk) bırakarak...
Uzay,
maddî evrendeki bütün cisimleri içine alacak kadar geniş bir boşluktur.
Aslında, insanın kendisi için hazırladığı yaşama mekânları da (evler gibi),
duvarlarla parsellenmiş bir miktar uzaydan başka bir şey değildir. Bir varlık,
ancak etrafındaki uzay-zaman boyutu ile algılanır ve bir anlam kazanır.
Zifiri
karanlık bir gecede gökyüzüne bakan bir insan, genellikle kendini uzayın dışında
bir yerde konumlandırır. Oysa kendisi de uzayın derinliklerinde seyrettiği
Samanyolu galaksisi içinde hızla hareket eden bir gökcisminin üzerinde
bulunmaktadır. Bilim adamları keşfetmemiş olsaydı, güneşin etrafındaki eliptik
yörüngede saniyede 30 kilometre hızla dönen bir gök cisminin üzerinde
yaşadığımızı acaba kaç insan fark edebilirdi?
Zihinsel
yeteneklerini en üst düzeyde kullanan bir insan bile, duyu organları ile yakın
ve uzak çevredeki varlıkları belli bir derinliğe kadar algılayabilmektedir.
Duyu organlarımızın fiziksel sınırlılıkları ile algılayabildiğimiz evreni,
aklımızın çözümleme (muhakeme) gücü sayesinde biraz daha genişleterek tasvir
edebiliyoruz.
Duyu organlarımız uzay hakkında çoğu zaman yanılgıya düşmüştür. Mesela insan, başını gökyüzüne çevirdiğinde sonsuzluğa baktığını ve güncel bir evreni seyrettiğini zanneder. Oysa bu bir yanılgıdır; çünkü baktığı evren, insan muhayyilesinin algılayamadığı kadar geniş görünse de “sonsuz” olamaz. Uzayda seyrettiği manzara ise hiç de evrenin anlık ve güncel görüntüsü değildir.
İnsan,
aletsiz olarak yaptığı gözlemlerden elde ettiği verileri yorumlayarak nispeten
kaba ve makro düzeyde bir evren tanımı yapar; ama gördükleri onu hiç de tatmin
etmez. Duyu organlarının algılama gücünün ötesinde daha fazla bir şeylerin
olduğunu hisseder. Gerçekten de insan, zihinsel yeteneğinin çözümleme gücünü
kullanarak gördüklerinin ötesine geçebilen ve içinde yaşadığı evrene daha geniş
anlamlar kazandıran bir varlıktır. Geliştirdiği gözlem aletleri ve cihazları
ile zihinsel yeteneğinin ne kadar ileri düzeyde olduğunu göstermiştir. Yani
insan, duyu organlarının fiziksel yetersizliğinden kaynaklanan acizliğini hem
zihinsel yeteneği, hem de keşfettiği aletlerle aşmayı başarmıştır.
17’nci
yüzyıldan günümüze kadar geliştirilen analiz cihazları, teleskoplar, mikroskoplar
ve yüksek teknoloji ürünü diğer görüntüleme cihazları ile büyük âlemi
(makrokozmoz) ve küçük âlemi (mikrokozmoz) daha derinden gözlemleme imkânı
yaratmıştır. Teleskopla uzayın derinliklerine, mikroskopla da canlı ve cansız
maddenin içyapısal derinliklerine doğru yolculuk yapar. Farklı alanlarda
kullanılmalarına rağmen, bu iki aletin ortak özelliği, gözümüzün görme sınırı
ötesinde kalan makrokozmoz ve mikrokozmozdaki nesneleri görüş alanımıza
getirmeleridir.
Joseph
Silk[i], “Büyük bir teleskop bizi yaratılışa doğru
götüren bir zaman makinesidir. Modern bir teleskopla, ışığın, güneşimizin bile
henüz yaratılmamış olduğu beş milyar yıl önce çıktığı bölgeleri
inceleyebiliriz. Bir kozmolog için yaratılış konusu kaçınılmazdır”
ifadesini kullanarak, gözlem aletlerinden biri olan teleskobun gücünü veciz bir
şekilde açıklamaktadır.
Teleskobun
tam aksine, modern bir elektron mikroskopla santimetrenin 100 milyonda biri
olan 1 Å (Angström=10-8 cm) çapındaki objeler gözlemlenebilir; ama
ne yazık ki, bu aletlerin fiziksel sınırlılıkları insanın yakasını burada da
bırakmaz. İnsan, alet kullanarak çıplak gözle gördüğü çerçeveyi biraz daha
genişletir ama seyrettiği maddî evrenin gözünün önünden kaybolup gittiğini de
görür. Yani yetersizliğimiz devam edip gider. “Acaba daha da ötede ne var?”
sorusu zihinlerde takılı kalır.
Dünyada
bir nesneyi veya bir olayı görebilmemiz için, o nesne veya olaydan çıkan ışığın
görme duyumuza kadar gelmesi gerekir. Uzayın derinliklerinde meydana gelen
herhangi bir olay için de aynı şey söz konusudur. Yani görme duyumuza bir ışık
girdisi olmadan ne bir olayı, ne de olayda yer alan bir nesneyi görebiliriz.
Meselâ
güneşi düşünelim... Güneşin doğuşu, dünya ile arasındaki mesafeden dolayı,
yeryüzündeki bir insan tarafından 8 dakikalık bir gecikme ile algılanır. Yani
güneşten yola çıkan ilk foton dünyaya yaklaşık 8 dakikalık bir yolculuktan
sonra ulaştığı için, yeryüzündeki bir insan, güneşin ancak 8 dakika önceki hâlini
görebilir. Eğer bir gün güneş sönerse, bu olay yeryüzünde yaşayan insanlar
tarafından 8 dakikalık bir gecikme ile algılanabilecektir. Bütün bu
açıklamalara rağmen, gökyüzüne bakan sıradan bir insana, evrenin anlık (aktüel)
manzarasını seyretmediğini ve tam aksine evrenin geçmişini seyrettiğini
söylediğinizde, bunu anlamakta güçlük çekecektir.
Gerçekten de bazı gökcisimlerinin dakikalarca, bazılarının ise yıllarca önceki hâlinin seyredildiği bir durumla karşı karşıyayız. Meselâ dünyamıza en yakın yıldızlardan biri olan Proxima Centauri 4,2 ışık yılı uzaklıkta olup, bu yıldızdan çıkan bir ışık fotonu yeryüzüne 4,2 yıl sonra gelebilmektedir. (Bu arada, ışığın uzayda bir saniyede 300 bin kilometre yol aldığını hatırlatmakta yarar var.)
Yeryüzünden
Proxima Centauri yıldızına bakan biri, bu yıldızın dört yıl önceki hâlini
seyretmiş olmaktadır. Joseph Silk[ii], bundan
daha anlamlı bir şey söylüyor: “Andromeda
galaksisi (yıldız kümesi veya gökada T.G.) ise iki milyon ışık yılı
uzaklıktadır. Biz, karanlık gecede çıplak gözle görülebilen bu galaksinin,
henüz yeryüzünde Homo Sapiens’in (bugünkü ‘insanoğlu’ T.G.) ortaya çıkmadığı
dönemlerdeki hâlini görüyoruz.”
Dahası,
evrende birbirinden milyarlarca ışık yılı uzaklıktaki galaksileri de düşünecek
olursak, uzaydan gözümüze gelen ışıklardan bir kısmı, o galaksilerden çıkmış ve
milyonlarca yıl yolculuktan sonra yeryüzüne ulaşmış olanlardır. Bu arada,
yolculuğa çıkıp da henüz bize kadar ulaşamamış ışınların yolda olduğunu da
unutmamak lâzım. O galaksilerden çıkan ışık milyarlarca yıl gelmeye devam
edecek, galaksiler ömrünü tamamlamış olsa bile, insanoğlu bunu ancak -eğer o
zamana kadar yaşarsa- milyarlarca yıl sonra fark edecektir.
Işığın
orta uzaklıkta bir galaksiden her saniye 300 bin kilometre yol alarak 2 milyon
yılda geldiğini düşünürsek, evrenin bir ucundan diğer ucuna dek ışığın yapacağı
yolculuğu hesap etmek ve evrenin büyüklüğünü tasavvur etmek imkânsızdır. Bir
başka ifadeyle evrenin büyüklüğü, insan aklının alabileceği bir şey değildir;
ama kesin olan bir şey varsa, gördüğümüz evrenin sonsuz olmadığı gerçeğidir.
Son
tahlilde, evrenin geçmişini araştıran bilim adamları, aslında evrenin tarihini
seyrettiklerini biliyorlar. Bu durumda bilim adamları için evrenin tarihini
incelemek ve hatta gözlemlemek bir sorun teşkil etmiyor; asıl sorun, evrenin
güncel durumunu gözlemleyememektir. Görünen o ki, onu da hiç gözlemleyemeyecek!
İçinde yaşadığımız evrende, yakından uzağa doğru gördüğümüz her nesnenin ve seyrettiğimiz her manzaranın bir tarihsellik boyutu vardır. Söz gelimi ay, güneş, yıldızlar, dağlar, kayalar ve ağaçlar ne zamandan beri orada vardırlar? Hiç şüphesiz, görüş alanımızdaki bu varlıkların ve manzaraların kaşla göz arasında orada oluverdiklerini ve milyonlarca yıldan beri de öylece durduklarını söylemek mümkün değildir. Seyredilen her manzara ve o manzarada yer alan her nesne bir zamanlar mevcut değildi.
Güneşten yola çıkan ilk foton dünyaya yaklaşık 8 dakikalık bir yolculuktan sonra ulaştığı için, yeryüzündeki bir insan, güneşin ancak 8 dakika önceki hâlini görebilir.
Kararlı,
hiç değişmeyen ve durağan bir evren düşüncesi, 20’nci yüzyılın birinci çeyreği
içinde, yerini değişen ve devamlı genişleyen bir evren (expanding universe)
düşüncesine bıraktı. Genişleyen evren düşüncesi, bugün için teorik bir açıklama
değil, aksine, “Doppler etkisi”
denilen frekans ve hız arasındaki basit bir ilişkiye, yani somut gözlemlere
dayandırılarak açıklanmıştır. Joseph Silk[iii] bunu
şöyle açıklamaktadır: “Evrenin
genişlemesi, Doppler etkisinin bir sonucu olarak keşfedildi. Bu, hızla otomobil
süren bir sürücünün trafik radarına yakalanmasına neden olan etkiyle aynıdır.
Basit olarak ilke şudur: Bir ışık ya da herhangi bir elektromanyetik ışınım
kaynağı bir gözlemciye göre hareket hâlinde ise, ardışık dalga tepeleri
arasındaki uzaklık (ya da ışığın dalga boyu), ışık kaynağı gözlemciye göre
sabit durmakta iken ölçülen dalga boyundan farklı olur. Yaklaşma hareketi
sırasında dalga boyu küçülür ve biz, ‘Işık maviye kaymıştır’ deriz; uzaklaşma
hareketi sırasında ise dalga boyu büyür ve bu kez de kırmızıya kaymadan söz
ederiz. (...) Galaksinin bize doğru
veya bizden uzağa doğru hareket etmesine bağlı olarak bütün tayf kırmızıya ya
da maviye kayar.”
Hubble’nin
1929 yılında yaptığı çalışmalar yıldız kümelerinin kırmızıya kaydığını, yani
evrenin devamlı genişlediğini kesin şekilde ortaya koydu. Hawking[iv] haklı
olarak, “Evrenin genişlemekte olduğunun
ortaya çıkarılışı, 20’nci yüzyılın en büyük düşünsel devrimlerinden biridir”
demektedir. “Genişleyen evren”
düşüncesi, yıldız kümelerinin birbirinden büyük bir hızla uzaklaştıkları
anlamına geliyor.
Bölümün
başlığı olan soruya dönersek, bu sorunun cevabı şu olabilir: Bugün içinde
yaşadığımız evren devamlı genişleyen, değişen, hareketli, başlangıcı olan ve
sonu da olacak olan bir evrendir. 20’nci yüzyılın ilk çeyreğine kadar tasavvur
edilen evreni dışarıdan kuşatan bir sınır ve bu sınırın içindeki elemanların
düzenli hareketleri vardı; fakat evren tümüyle sabitti. Evrenin ve evrendeki
varlıkların hiçbir tarihsel boyutu yoktu. Evren ezelden ebede hiç değişmeden
devam ediyordu. Ezelde vardı, şimdi var, sonsuza kadar da böyle kalacaktı… Hem
de bunu üniversite kürsülerinde ballandırarak anlatıyorlardı. Bugün durağan
olmayan ve devamlı genişleyen bir evrende yaşadığımızı biliyoruz.
Evrenin
bir başlangıcı var mı?
Yahudilik,
Hıristiyanlık ve Müslümanlığın ana kaynaklarında evrenin belirli bir süre önce
yaratıldığı ve belirli bir süre sonra da son bulacağı gerçeği vurgulanır.
İnsanlığın ekseriyeti bu kadim dinlere inandıkları hâlde, “sonsuz durağan evren” düşüncesinin 20’nci yüzyılın ilk çeyreğine
kadar hiç tartışılmamış olması çok manidardır. Yahudilik ve Hıristiyanlıkta
vahiy gerçeğinin nasıl tahrif edildiğini, Kilise çevresinde oluşan insanî
dogmaların insanlığın düşünce ufkunu nasıl daralttığını ve kararttığını çok iyi
biliyoruz.
Bilim
tarihinde 17’nci yüzyıldan itibaren yetişen bilim adamlarının Kilise
dogmatizmine karşı verdikleri mücadelede, Kilise dogmatizmini ve Hıristiyanlığı
bilimin dışına itmeleri ne kadar normal bir gelişme ise, hiçbir ayeti bilime
karşı olmayan, tam aksine insanları bilim yapmaya, evren ve içindeki varlıklar
üzerinde tefekkür etmeye teşvik eden Kur’ân’ın dışlanması da insanlık adına
büyük bir kayıp olmuştur. Batı medeniyetinin ikliminde durağan bir evren tasavvuru
gayet normal olabilir, ama İslâm medeniyetinde böyle bir evren tasavvuru hiç
olmamıştır. Henüz modern bilime ait hiçbir teori yokken bile Müslümanlar,
başlangıcı olan ve belli bir süre sonra da yok olacak bir evren düşüncesinden
hiç kopmamışlardır. Müslüman bilim adamları, evrenin de bir zaman boyutunun
olduğunu ve bu yüzden de ona sonsuzluk izafe edilemeyeceğini ifade etmişlerdir.
Bugün
bilim adamları, gerek evrenin, gerekse hayatın heyecan verici derin bir
hikâyesi olduğunu bilirler. Bu hikâyeyi heyecanlı kılan, evrenin ve hayatın ilk
ortaya çıkışının tekrar edilemeyen tekil ve muhteşem bir olay olmasıdır. Hiçbir
insan bu olayın şahidi olmadığı hâlde, sanki oradaymış da dışarıdan gözlemlemiş
gibi anlatmaktadır. Evrenin yaratılışı, içinde bir sürü bilinmezliği taşıyan ve
insan muhayyilesinin alabildiğine zenginleştirdiği bir olay...
İçinde
yaşadığımız evrenin, neredeyse sonsuz yoğunlukta, toplu iğne ucu büyüklüğünde
bir kütlenin 15 milyar yıl önce anî bir patlamasıyla meydana geldiği kabul
edilmektedir. Buna “Big Bang Teorisi”,
yani Türkçe karşılığı ile “Büyük Patlama
Teorisi” denilmektedir. Acaba böyle bir patlamayı kim duymuş da buna “büyük patlama” adını vermiş? Ya da “Büyük Patlama” diye bir şey olmuş mu?
Bunu kesin olarak kimse bilmiyor; zira böyle bir patlama anında ne bugünkü gibi
bir evren vardı, ne de bu patlamayı duyacak ve o sese dayanabilecek bir canlı.
Her şeye rağmen, bu hayâl ürünü tasarımın heyecan verici muhteşem bir olay
olduğu kesin!
Zaman
boyutunda geriye doğru zihinsel bir yolculuk yaptığımızda, bugünkü doğa yasalarının
geçersiz olduğu ve maddî evrene ait hiçbir şeyin bulunmadığı bir noktaya dayanırız.
Burası madde adına her şeyin bittiği kritik bir durumdur. Silk’in bilim
tarihçisi ve matematiksel fizikçi Whitaker’den yaptığı bir alıntıda bu durum
şöyle ifade ediliyor: “Bu, yaratılışın
kendisidir. Fizik ve astronomi, bizi her şeyin başlangıcına giden yolda
yönlendirebilir ve bir yaratılışın olması gerektiğini gösterirler.”[v]
Bugünkü
maddî evren her saniye fizik yasalarıyla işliyorsa, insan mantığı, ister istemez
evrenden önce bir yaratma plânının ve o plânın işlemesi için de yasaların
olması gerektiğini düşünemeden edemiyor. Gerçekten bu yasalar olmasa, insan ne
bilim yapabilir, ne de kendini geliştirebilir. Düşünün ki, birkaç dakika önce
öğrendiğiniz şeyin temel bağlantıları birkaç dakika sonra değişmiş olsun, bu
durumda nasıl öğrenecek ve nasıl bilim yapacaksınız?
Tam
bir beyin patinajı yaşanacağı ve istikrarlı hiçbir bilgi üretilemeyeceği
ortada...
Hareketli,
hassas, düzenli ve birbiriyle uyum içinde olan sonsuz görünümlü bir sistemin
(evren) rastgele, denetimsiz, kontrolsüz ve kaos içinde bırakılması, akıl ve
mantığın kabul edeceği bir durum değildir. Değirmen dönüyorsa, değirmenin suyu
nereden gelmektedir? Eğer “Büyük Patlama”
doğruysa, evrenin bugünkü elemanlarını patlama öncesinde toplu iğne ucu kadar
küçük bir hacmin içinde tutan güç, hiç de küçümsenecek bir güç değildir.
Evrendeki her şey “Büyük Patlama”
sonrasında meydana gelmişse, patlama öncesinde ne “zaman”, ne “madde”, ne de
“uzay” (mekân) bulunmaktadır. İşte
aklın varıp dayandığı son nokta burasıdır!
Ortada
“madde” adına hiçbir şey yok; bu
durumda evren kendisini nasıl var edebilir? Evrende işleyen fizik yasalarını
koyan da, evrenin bu yasalara uymasını sağlayan da aynı güçtür. Silk, “(...) Önde gelen kozmoloji uzmanları, kozmoloji
teorisini kurarken herhangi bir ilâhî varlığın yardımına ihtiyaç
duymamışlardır. Bunun için uygun olan yollardan biri, zamanın kendisinin de
büyük patlamayla birlikte yaratıldığını öne sürmektir”[vi] diyor
ve ekliyor: “Fizikçi Steven Weinberg’e
göre bu, oldukça erken fark edilmiş bir kavramdı: Bir başlangıcın olması, en
azından mantıksal açıdan mümkündür. Bu andan önce ise zamanın da herhangi bir
anlamı yoktur.”[vii]
Stephen
W. Hawking de, “Zamanın Kısa Tarihi”
adlı eserinde “uzay-zaman” kavramının büyük patlamayla birlikte var olduğunu,
neredeyse aynı cümlelerle dile getirmektedir. Mademki Büyük Patlama öncesinde
uzay-zaman denilen hiçbir kavramdan söz edilemiyor, o zaman uzay-zamanın ve
maddenin ötesinde, insan tasavvuruna sığmayan, her şeye muktedir, aşkın bir Yaratıcının
varlığını kabul etmek en mantıklı bir yaklaşım olmalıdır. O, öyle bir kudret ve
güç sahibi ki, O’na hiçbir eksiklik ve yetersizlik izafe edilemez. Bütün
varlıkları “yoktan yaratır”,
yarattıklarını başıboş bırakmaz, ilişkisini hem bu dünyada, hem öte dünyada
sonsuza kadar sürdürür.
Gerek
kozmoloji bilimi, gerekse vahyin dünyadaki tek kaynağı olan Kur’ân, evrenin bir
başlangıcı olduğunu, belirli bir süre sonra da bir sonunun olacağını açık
biçimde ifade etmektedir.
“Uzay-zaman”
boyutunda madde
Varlık
âleminin tarihsellik boyutu ele alındığında, konu ister istemez “zaman” kavramına gelip dayanır.
Kozmoloji (evrenbilimi) ile ilgili kitapların hemen hepsinde “zaman” konusu önemli bir yer tutar.
Yalnız bu eserlerin hiçbirinde uzaydan bağımsız ve mutlak anlamda bir zaman
kavramından söz edilmez. Bu düşünce, 1905 yılında Albert Einstein’in ortaya
attığı “Özel İzafiyet Teorisi” ile
bilim dünyasına girmiştir.
“Hayat”, “zaman” ve “uzay” (mekân), birbiriyle ilişkili üç önemli
gerçeklik alanıdır. Birincil olanın zaman mı, hayat mı, yoksa uzay mı olduğuna
karar vermek çok zor. “Zaman” kavramını galaksimizdeki yıldızlar, güneş, dünya
ve diğer gezegenler sayesinde mi algılıyoruz? Acaba bunlar olmasaydı,
insanoğlunun algılayabileceği bir “zaman” kavramı olabilir miydi? Zamanı ölçmek
için illâ periyodik hareket eden gökcisimlerinin olması ve bunların belli
nirengi noktalarından geçmesi mi gerekiyor? Acaba “zaman” denilince ölçülebilir
bir değişmeden mi bahsediyoruz? Yoksa zaman, uzaydan bağımsız bir kavram mıdır?
Yaratılmış
hiçbir varlık zamandan ve uzaydan yalıtılmış olamayacağına göre, hayatı da
bundan ayrı tutamayız. Hayat olmadan zamanın ve uzayın bir anlamı olabilir mi?
Galiba zaman ve uzay olmadan da hayatı doğru algılayabilmemiz mümkün
görünmüyor. İnsanın gözlemleyebildiği maddesel evrende her varlık, kendinde
içkin (mündemiç) olan bir uzay-zaman boyutu ile karşımızda durmaktadır. Bir
başka ifadeyle, sahip olduğumuz donanımlar, maddî varlık âlemine ait her şeyi
uzay-zaman boyutlarında algılayabilmemize imkân vermektedir.
Çok
daha ilginç olanı şudur ki, bu uzay-zaman ilişkisi, evrendeki her varlığın bir
tarihsellik boyutuna da işaret etmektedir. Bu ne demektir? Evrendeki her
varlığın zaman boyutu, aynı zamanda onun tarihini belirler. Meselâ
gözlemlediğimiz varlık âlemi acaba ne zamandan beri uzay içinde bir yer işgal
etmeye başlamıştır? İnsan ve yeryüzündeki diğer canlıların tarihi, evrenin ilk
saniyelerine kadar götürülebilir mi? Çoğu insanın sormaya korktuğu temel soruya
gelirsek, evren ve zaman yokken, ondan önce ne vardı? Bu soruya “doğru” ve
“mantıklı” bir cevap verilemediği takdirde, insan aklı fikir üretemeyen kısır
bir döngüye mahkûm olacak, kurgulanan her fikir ve teori temelsiz kalacaktır.
Yaşadığımız
gezegende yaptığımız bütün gözlemler, varlık âlemi ile zaman arasında ayrılmaz
bir ilişkinin olduğunu gösteriyor. Şu bir gerçek ki, bizim gibi ölümlü
varlıkların zaman algısı, içinde yaşadığımız dünyaya ait izafî bir kavramdır. “İzafiyet Teorisi” açısından
baktığımızda, insan için her yerde aynı olan mutlak bir “zaman” kavramından bahsedemiyoruz; ama “bunun yerine herkesin nerede olduğuna ve nasıl devindiğine (hareket
ettiğine T.G.) bağlı olarak işleyen kendi
özel zaman ölçüsü vardır”[viii].
S. W. Hawking, “Zamanın Kısa Tarihi: Büyük Patlamadan Kara Deliklere”[ix] adlı ünlü eserinin “Uzay ve Zaman” başlıklı bölümünde “İzafiyet Teorisi” içinde zaman kavramına hangi aşamalardan gelindiğini ve bugünkü durumu açıklamaktadır: “Hem Aristo, hem de Newton mutlak zamanı kabul etmişlerdi. Yani iki olay arasındaki zaman aralığının kesin olarak ölçülebileceğine ve iyi saatler kullanıldıkça, her kim ölçerse ölçsün bu zamanı aynı bulacağına inanıyorlardı. Zaman, uzaydan tümüyle ayrı ve bağımsızdı. Bu görüş çoğunluğun sağduyusuna uygundu. Ancak sonraları uzay ve zamana ilişkin düşüncelerimizi değiştirmek zorunda kaldık.”
İnsan, aletsiz olarak yaptığı gözlemlerden elde ettiği verileri yorumlayarak nispeten kaba ve makro düzeyde bir evren tanımı yapar; ama gördükleri onu hiç de tatmin etmez. Duyu organlarının algılama gücünün ötesinde daha fazla bir şeylerin olduğunu hisseder.
Yine
aynı bölümün bir başka yerinde ise Hawking şunları ifade ediyor:
“‘Bir olay, uzayda belli bir zaman ve belli
bir noktada olan bir şeydir’ dersek, onu dört sayı, yani dört koordinat ile
belirtebiliriz. Koordinatların seçiminde yine özgürüz; bellediğimiz herhangi üç
adet uzay koordinatı ile herhangi bir zaman ölçüsünü kullanabiliriz. Görelikte
(izafiyet teorisinde T.G.) uzay ve zaman koordinatları arasında gerçek bir
ayrım yoktur. Herhangi iki uzay koordinatı arasında gerçek bir ayırım olmadığı
gibi.
(...)
Bir olayın dört koordinatını,
‘uzay-zaman’ denilen dört boyutlu bir uzayda, o olayın konumunu belirtiyor
olarak ele almak yararlıdır. Ancak dört boyutlu bir uzayı kafada canlandırmak
olanaksızdır. Şahsen ben üç boyutlu bir uzayı bile göz önüne getirmekte
fevkalade zorluk çekiyorum!”
Hawking,
kitabının bu bölümünde Einstein’in 1905 yılında ortaya attığı İzafiyet Teorisi’ne atıfta bulunmaktadır.
Einstein bu teoride, evrendeki bütün nesnelerin izafî olarak hareketli
olduğunu, ancak nesnelerin bu hareketlerini onun yakın ve uzak çevresindeki
diğer nesnelerle birlikte gözlemleyerek algılayabileceğimizi ifade etmiştir.
Meselâ bulutsuz bir havada saatte 800-900 kilometre hızla hareket eden bir
uçağın penceresinden dışarıya baktığınızda, hareket ettiğinizi
algılayamazsınız. Ama uçak bulut kümelerinin yanından geçerken bu hareketi fark
edebilirsiniz. Yani biz bu hareketi başka nesnelere göre algılayabiliriz.
Durgun bir denizde pencereleri kapalı bir gemiyle seyahat ederken de hareket
ettiğinizi fark edemezsiniz. Eğer diğer gökcisimleri olmasaydı, dünyanın
hareketini bile fark edemeyecektik. Bu misâlleri olabildiğince çoğaltmak
mümkündür.
Einstein’in
teoriyle ilgili ikinci önemli düşüncesi, ışık hızının evrende zaman, yer ve
yöne bakılmaksızın sabit (saniyede 300 bin kilometre) olduğu gerçeği idi. “Hiçbir kuvvet onu daha hızlı veya daha yavaş
götüremez. Üstelik, hiçbir şey ışığın hızını geçemez; ancak elektronlar bu hıza
oldukça yaklaşır. Bütün tabiatta mahiyeti değişmeyen, sabit olan tek şey
ışıktır.”[x]
Hawking’in ifadesiyle, konuyu iki cümlede özetlemek mümkündür: “Newton’un devinim (hareket T.G.) yasaları
uzayda mutlak konum düşüncesine son verdi. Görelik kuramı (İzafiyet Teorisi)
ise mutlak zamanı çöpe attı.”[xi]
Einstein’e
göre, “Ne zaman, ne de mekân (uzay)
birbiri olmaksızın mevcut olabilir, bunlar birbirine bağlı şeylerdir. Her yerde
ve zamanda hareket ve değişme olduğuna göre, biz, dördüncüsü zaman olan dört
boyutlu bir evrende yaşıyoruz.”[xii]
Uzayda
bir yer işgal eden, gözlemleyebildiğimiz her şey, bir “uzay-zaman boyutu” ile karşımızda durmaktadır; ama biz bunu
kavramakta ve idrak etmekte çok zorlanırız. İnsan yapısı bir eser düşünelim,
acaba bu eserin uzay-zaman boyutu ne zaman başlamaktadır? Hiç şüphe yok ki,
eserin tamamlanmasıyla başladığını söylemek mantıklıdır. Bir an için dünyayı,
gezegenleri, güneşi, yıldızları, gökadaları (galaksileri) ve bütün canlı
türlerini düşünelim, acaba 5 milyar yıl önce bunlar nasıllardı? Elbette bugünkü
gibi değillerdi ve neredeyse hiçbiri de yoktu, ama maddesel anlamda olmadıklarını
söyleyemeyiz. Dünyanın maddesel yapısını 5 milyar yılla sınırlamak yanlış olur,
zira bu maddesel yapının, evrenin 15 milyar yıllık geçmişi ile bağlantılı
olduğunu hiç unutmamak lâzım.
Sanki her varlığın içine bir zaman sayacı yerleştirilmiş gibidir. Her bir nesnenin zaman sayacı, ileriye doğru değil, geriye doğru saymaktadır. Yani her geçen saniye, o varlığın ömrünü azaltmaktadır. Acaba Hawking’in söylediği gibi, zamanın oku ileriye doğru mu hareket etmektedir? Evrenin ve dünyanın tarihi, bildiğimiz tarihle hiç karşılaştırılamayacak kadar uzundur. Nitekim insanlık tarihi günümüzden geriye doğru en fazla 6-7 bin yıllık bir zamanı kapsar; oysa yeryüzünün yaşı yaklaşık 5 milyar yıl, evrenin yaşı ise 15 milyar yıl olarak hesaplanmıştır. Bize çok büyük gibi görünen dünya, evrenin içinde bir toz zerresi kadar bile yer işgal etmezken, arkeolog ve tarihçilerin gözlerinde büyüttükleri insanlık tarihi de kozmolojinin zaman cetvelinde hiç görünmez!
Kendi
yörüngesinde periyodik olarak dönen gezegenler ve yıldızlar, birbirinden büyük
bir hızla uzaklaşan galaksiler varsa, orada mutlaka “zaman” dediğimiz
“ölçülebilen bir değişiklik” de var demektir. Akıp giden, periyodik bir
yörüngede düzgün hareket eden bir nesnenin olduğu yerde zaman vardır. Bir
varlığın kendi içindeki değişim hızı ne kadar fazlaysa, zamana dayanıklılığı da
o kadar artmaktadır. Bugünkü bilim, uzay-zaman kavramlarına sıkı sıkıya bağımlı
olan varlıkları incelemektedir.
Uzayda
yer alan varlık âlemi, zaman boyutu olmaksızın hiçbir anlam ifade etmez.
Evrende, insanoğlunun duyu organlarıyla algıladığı hiçbir maddesel varlık,
“uzay-zaman” boyutundan bağımsız değildir. Buradaki “uzay” kelimesini “mekân”
anlamında kullandığımızı bir kere daha belirtmekte yarar vardır. Uzay, varlık âlemi
için bir mekandır; nesneleri üç boyutlu olarak algılamamızı sağlar. Bir başka
ifadeyle “maddî varlık âlemi”, ancak bir uzay-zaman boyutu ile algılanabilir.
Uzayda yer dolduran maddesel varlıklar, sanki uzay-zaman gerçekliği ile
birlikte doğarlar.
Özetleyecek
olursak, Einstein’in izafiyet teorisi evrende bulunan her bir varlığı “uzay-zaman” kavramları ile dört boyutlu
olarak algılamamızı öngörürken, iki temel görüş üzerine inşâ edilmişti: Evrendeki
bütün hareketlerin izafî oluşu ve ışığın evrende değişmeyen tek nicelik
olması...
[i] Silk, J. (2000).
Evrenin kısa tarihi. 7.Basım. (Çeviri Murat Alev). TÜBİTAK Popüler Bilim
Kitapları, Ankara
[ii] Silk J.
(2000). Evrenin Kısa Tarihi. 7. Basım
(Çeviri: Murat Alev). TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları.
[iii] Silk Y.
(2000). Evrenin Kısa Tarihi. 7. Basım
(Çeviri: Murat Alev). TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları.
[iv] Hawking, S.W. (1988).
Zamanın Kısa Tarihi: Büyük Patlamadan Kara Deliklere . (Çeviri: Dr. Sabit SAY
ve Murat URAZ). Doğan Kitapçılık A.Ş. İstanbul.
[viii] Hawking S.W.,
1988. Zaman’ın Kısa Tarihi: Büyük
Patlamadan Kara Deliklere. (Tercüme: Dr. Sabit Say / Murat Uraz), Doğan
Kitapçılık A.Ş. İstanbul
[ix] Hawking, S.W. (1988).
Zamanın Kısa Tarihi: Büyük Patlamadan Kara Deliklere . (Çeviri: Dr. Sabit SAY
ve Murat URAZ). Doğan Kitapçılık A.Ş. İstanbul.
[x] Downs Robert B.
(1980). Dünyayı Değiştiren Kitaplar (Tercüme: Erol Güngör). Tur Yayınları,
İstanbul.
[xii] Downs R. B. (1980). Dünyayı Değiştiren Kitaplar (Tercüme: Erol Güngör). Tur Yayınları, İstanbul.